MEVLÂNÂ’NIN FİKRİ HAYATI – Abdülbaki GÖLPINARLI

A+
A-

MEVLÂNÂ’NIN FİKRİ HAYATI

Abdülbaki GÖLPINARLI

Mevlânâ Celâleddin, Hind-İran, Roma-Bizans kaynaklarından gelen, yer yer, eski dinlerin, hattâ yerli halkın inanç ve gelenekleriyle beslenen, sonucu “Hükemâ” denen İslâm filozofları tarafından İslâmîleştirilen, inançlarıyla, nazariyeleriyle, terimleriyle kalıplaşan ve hayalî bir idealizm olan Vahdet-i Vücudcu (Varlık Birliği) tasavvufu, insancı ve moralist bir tarza sokan büyük bir mütefekkirdir. O, idealist bir sistemin verdiği vicdanî huzurla bu birlik âleminde kendinden geçmez, ferdiyetini terk eder, insanlara yayılır. Ona göre; bütün aykırılıklar, ayrılıklar, gidiş yollarındadır. Onun inancı, insanı yoklum âlemine çeken, hayallere daldıran bir inanç olmaktan ziyade amelî bir Varlık Birliği inancıdır. Sınırsız bir müsamahayla insanlığı hâkim eden, iyiliği ve hayrı gözeten bir birliktir.

Mevlânâ’ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir. Bir kabın içinde su yoksa denizin ortasında bile olsa batmaz, fakat içinde su olursa batar-gider. Bunun gibi insanın içinde dünya hırsı olmadıkça insan dünya nîmetlerine gark olsa ona hiçbir zarar gelmez, içinde hırs olan batar.

Yunan felsefesini iyiden iyiye bilen Mevlânâ, Heraklit gibi âlemi, hiç durmadan olup biten bir oluş âlemi görür. Onca her an bütün kâinat, yeniden yaratılmada, o an, gene bütün parça-buçuğuyla yokluğa gitmektedir. Kâinat âdeta akan bir nehirdir. Biz hep o nehri görürüz, fakat nehir bütün katreleriyle akıp gitmekte, giden bir daha geri dönmemekte, gelen de hep yeniden-yeniye gelmektedir. Her olay, her şey çeşitli sebeplerin sonucudur, her sonuç da bir başka olaya, bir başka şeye sebeptir. Böylece âlem, her an yenilenmektedir. İnsan da baba beline, ana rahmine düşmeden önce, âlemin zerrelerindeydi, canlılar, bitkiler ve cansızlar âlemindeydi. O, âleme gelmeden önce unsurlardaydı, yâni topraktaydı, sudaydı, ateşteydi, yeldeydi. Ondan önce göklerde, daha önceyse Mutlak Varlık’ın zatî iktizâsı olan ilgisindeydi. İnsan öldükten sonra da maddesi, gene âleme yayılmakta, bu suretle de âlem, âdem olmakta, âdem âlem olup durmaktadır.

Bütün dinlerin, bütün mezheplerin üstüne çıkmış olan, fakat zâhiren HanefîMezhebine ve tasavvufa bağlı bulunan Mevlânâ’nın cebir ve ihtiyar hususundaki inancı da tam moralist bir inançtır. O, âdeta mezhepte olduğu kadar tasavvufta da bir müçtehittir. Ona göre; cüz’î iradeyi inkâr edip yapılan işlerin, kulun irade ve ihtiyariyle olduğunu kabul eden, Tanrı bilgisinin kulu, bir işi yapmaya cebretmediğini söyleyen Mu’tezile haksızdır. Fakat kulun idare ve ihtiyarını kabul etmeyen Cebrîler de haklı değildir. Bir ok atsak biz yayız, atan Tanrıdır. Fakat feryâdımız nasıl aczimize delâlet ediyorsa utanmamız ve nâdim olmamız da ihtiyârımıza delâlet eder. Gerçek ve Mutlak Varlığa ulaşmayan, benliğinden, bencilliğinden, geçmeyen kişinin, yaptığı işleri Tanrıya isnad etmesi yalancılıktır. Bu çeşit insan, mademki henüz Mutlak Varlık’ta yok olmamıştır; iyiye, hayra çalışması, edebe riayet etmesi, hayrı Tanrıdan bilip kötülüğü kendisine vermesi gerektir. Benliğinden, benciliğinden kurtulan, Mutlak Varlık’a ulaşan kişiye gelince o, cebirden de bahsedebilir, ihtiyardan da; çünkü onun varlığı, nasıl Tanrı varlığıysa ihtiyârı da Tanrı ihtiyârıdır. Görülüyor ki bu, tamamıyla mezhep içinde bir içtihattır. Zâten Mevlânâ, kıyâsı kabul etmemekle, sarhoşun karı boşamasının doğru olmadığını söylemekle de Hanefî Mezhebinde bir müçtehit olduğunu izhâr etmiştir.

Mevlânâ, insan zaafını bildiği için insandan yüz yüze iyilik istemez; niyetinin iyi ve güzel olmasına bakar. O, sebzenin bile saplarıyla tartıldığını bilir. Her şeyin hayra ve olgunluğa doğru gittiğine inandığı gibi, kötülüğün de olgunluğun ve iyiliğin noksanı olduğunu bilir. Yumuşaklığın, yüzlerce ordudan daha kuvvetli olduğunu söylemekle beraber, sorumluluğa da gerçekten taraftardır.

Mevlânâ’ya göre terbiyenin temeli, önce kendini terbiye etmektir. Mevlânâ’nın en ziyade tenkidine uğrayanlar, halkın bilgisizliğini, aczini istismar edenlerdir. Bu yüzden medreseyi tenkid ettiği kadar tekkeleri de, şeyhleri de kınar. Herkesin bir işle meşgul olmasını, elinin emeğiyle geçinmesini, at gibi hür yürümesini, leş gibi halkın omzuna yük olmasını tavsiye eden Mevlânâ’ya göre Tanrıya dayanmak da ancak çalışmak hususundaki dayanaktır.

İnsanı, yaratılışın önü ve sonu görmek, gayesi ve neticesi saymak, tusavvufun temel inançlarındandır. Hattâ bu inanç yüzünden bütün kâinatı kendinde gören, kendini âlemin merkezi bilen, Peygamberle boy ölçüşmeye kalkışan sûfîler çoktur. Mevlânâ’ya göreyse bu inanç bir bencilik halinde değil, içli, derin bir sevgi halinde belirir; o, bütün insanlığa, bütün canlılara, bütün dünyaya yayılmıştır. O, her dini, her inancı, o inançta riya yoksa hoş görür. Olgun kişinin bütün bağlardan, bütün nisbî ve izafî şeylerden mutlak olduğuna inanır. İrade ve ihtiyâr inancında olduğu gibi bu inançta da benlikten, bencilikten geçmiş olmayı şart koşar. Zamanının Ahmed’i olduğunu… belirtir, “Canım bedenimde oldukça seçilmiş Ahmed’e kulum” der, “Benden bundan başka bir söz nakleden olursa ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” diye Muhammed’e bağlılığını bildirerek olağanüstü temkinini belirtir.

Hâsılı Mevlânâ’nın tasavvufu, yalnız mistik ve idealist bir tasavvuf değildir. Sınırlı varlıktan, benlikten, bencilikten tamamıyla sıyrılmak, halka, topluma yayılmak suretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta sınırsız bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde; moral sahadaysa herkesin bir olgun kişiye uymak suretiyle umumî olarak hayra, iyiye, güzele doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realist ve amelî bir karaktere sahip olan bir tasavvuftur.

Mevlânâ, insanın olgunlaşması için aşka, cezbeye, aşkı ve cezbeyi beslemek için de raksa ve müziğe ilâhî bir önem vermiş, âdeta dinde bir reform yapmıştır. Mevlânâ’dan önceki sûfilerde, hattâ Yunan filozoflarında, iptidaî dinlerde bile raksa ve müziğe önem verilmiştir. Aşk ve cezbe, bütün Melâmet erbâbınca sülûkun, yâni olgunluk yolculuğunun, mânevî yolculuğun bir temelidir. Fakat Mevlânâ’nın bunlara verdiği önem büsbütün başkadır. Olgun insana karşı duyulan sınırsız aşk, bütün benliği, benciliği yıkan tek şeydir. Müzikse insanların dillerini birleştiren, ruhlarını yıkayan, onları ayıplardan, kirlerden arıtan ilâhî bir aşk ifadesidir; aşk çağlayanıdır. Zaten kendisi de, oğlu da, torunu da rebap çalmadadır…

Tarih Coğrafya Dünyası Mevlânâ Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, Sayı: 12, Cild: 2, s. 406-409