MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE ÜRETİM VE ÇALIŞMA

A+
A-

MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE ÜRETİM VE ÇALIŞMA

ADEM ESEN

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (M.1207-1273), Anadolu Selçukluları döneminde yaşamış bir mutasavvıftır. Görüşleri, yaşadığı dönemde ve sonrasında canlı olarak kalmıştır. Bu özellik hâlâ devam etmektedir. Anadolu Selçukluları döneminde sanayi üretiminin arttığı, bunun ticarete ve refaha dönüştürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla bu dönemde Anadolu Selçuklu toplumu, dönemin dünyasının en müreffeh toplumu olmuştur.

Mevlânâ’nın üretim ve çalışmaya dair görüşlerini aşağıda değerlendirmeye çalışacağız.1

Üretim

Üretim için temel kaynaklardan birisi bilgidir. Mevlânâ’ya göre dünyada tüm bilgiler dünyayı imar etme (ahır bina etmek) aracıdır, böylece ahırda sığır ve deve gibi hayvanların korunması bile sağlanır.2

İktisadi kaynaklar üretim için istihdam edilmeyip atıl tutulursa hiçbir kazanç elde edilemez. Bunu Mevlânâ şu sözleriyle ifade etmektedir: “Ekin eken kimsenin vakıa ambarı boşalır fakat tarlası iyileşir. Bir tohumu ambarda saklayıp stok edenin ise buğdayını hadisat bitleriyle fareler yer.3

Mevlânâ’nın eserlerinde üretim ve emek değerli sayıldığı halde, ganimet kazançları üzerinde hemen hemen hiç durulmamaktadır. Mevlânâ’nın bu konudaki görüşüne, O’nun cihat anlayışının etkisini görmek mümkündür. O’na göre cihat iki kısımdır; birincisi kâfirlerle savaşmak iken, ikincisi mânevî cihat olup insanın istekleriyle mücadele etmesi ve Şeytan’la uğraşmasıdır. Birincisine küçük cihat, ikincisine ise büyük cihat denmiştir.

Mesnevî’de büyük cihat, yani insanın nefsinin istekleriyle mücadelesi işlenmiştir. Buna karşın Mevlânâ’nın eserlerinde ticaret ve üretimden çokça örnek verilmektedir.

Dolayısıyla feodal-politik temelli kazançlar (savaş ganimeti vb), temel kazanç kaynağı olarak görülmemektedir. Böylece Mevlânâ’nın cihat yoluyla ganimet elde etmeyi asli kazanç olarak görmediği sonucuna ulaşabiliriz.

“Kazanan Allah’ın sevgilisidir” sözü gereğince kazanmak övülmüştür. Kazanılan malların sermaye oluşturması meşru olmakla beraber, bunun kapitalizmdeki sınırsız bir kâr hırsı ve sermaye birikimi anlayışı gibi hoş görülmemektedir. Nitekim “Biriktiren sevgilidir” şeklinde bir görüş olmamıştır.

Harcamaya yönelik müdahale sadece haramlık sınırında kalmaktadır.

Dünya ve Hareket

Bu çalışma için rahmetli Şefik Can Beyefendi’ye, Mevlânâ’nın iktisat anlayışının ne olduğunu sordum. Merhum’un bana ilk söylediği husus, “Hareketlerde bereket vardır.” ifadesi oldu. Mevlânâ’nın temel iktisat anlayışı, dünyadaki hareketliliğe paralel olarak iktisâdî hayatta da harekettir. Çünkü dünya hareket üzerine kuruludur: “Hareketlerde bereket vardır”,4 eğer tezyid etmezsen (artırmazsan) sermayeni zayi edersin. Sen arzdan daha dun (aşağı) değilsin. Zemin harekât ve bellenmek ile nebat verir, fakat terk edilince sertleşir. Binaenaleyh kendinde bir talep gördüğün vakit, gelip git. “Bu gelip gitmeden ne faide vardır?” deme, sen git, faide zahir olur. Bir kimsenin dükkânına gitmesi için faide garazına (gayesine) ihtiyaç yoktur. Rızkı, Hak Teâlâ verir. Eğer evde oturursa, bu hal tariki istiğnadır; rızık gelmez. O yavrunun ağlaması üzerine validesinin ona süt vermesi acip (ilginç) değil midir?5

Yine Mevlânâ, insanın gayret göstermesini ister, tembelliğin ise sıkıntı meydana getireceğini söyler: “Tanrı, kanatlarınızı gayretten, çalışıp çabalamadan yaratmıştır; mademki dirisiniz hareket edin, gayret gösterin. Tembellikle ümit kanadı pörsür, çürür; kolunuz- kanadınız döküldü, düştü mü artık neye layık olursunuz bir düşünün.”6

Hayvanların geçim gayretlerini Mevlânâ şöyle belirtir:

Kedi, o delikten rızıklandığı için delik başında bekler durur, oturur kalır. Başka bir kedi de damlarda dolaşır. Kuş yakalar, onu yer, onunla geçinir. Birisi çulhalık peşinde koşar. Öbürü elbise parası kazanmak için bekçilik yapar. Bir başkası da işsiz güçsüzdür, yüzünü ötelere mekânsızlık âlemine çevirmiştir. Çünkü onun can gıdasını da oradan sen vermektesin… İnsanların bir kısmı da, çocuklar gibi, şu birkaç günlük ömrü göç gecesi gelip çatıncaya kadar oyunla geçirirler.”7 Mevlânâ baharın gelişini ve ortaya çıkan güzellikleri de şöyle anlatır: “Şu lafazan leyleğe bak, minberin üstüne çıkmış da haydin diyor, iş zamanı geldi.”8

Rızkı veren Allah’tır. Ancak, Allah’ın rızıklandırması bir vasıta ile olur: “Tokluk Allah’ındır, yani mahlûkatı doyuran Allah’tır. Lakin tabiata mahkûm ve doymak için bir şey mecbur olanlar, ekmek vasıtası olmaksızın nasıl doyarlar?”9

Hareketli olmanın gereği konjonktürü takip etmektir. Mevlânâ da “Zaman sana uymazsa sen zamana uy10 sözüyle gelişmelerin takip edilmesini tavsiye eder. “Dünya rızkına düşkünlük kötü bir şey olduğu gibi, utanmak da rızkı elde etmeye engeldir.”11. Ayrıca “… Borçlanmaktan korkma12 ifadesi cesaretin gerekliliğini vurgular.

Çalışmak Hakkında

Dünya, “darul-mesai”; yani çalışma alanıdır. İnsanın dünya ve ahiret kazancı çalışmasına bağlıdır. Mevlânâ, insanın atalet (tembellik) içinde olmayıp faydasız didinmesinin bile önemli olduğunu söyler. “İnsan için, çalıştığı kadar verilir”13 ayetini bilenler işsiz, güçsüz olamazlar.

O adam da gönlünü kıble edinmiş duaya başlamıştı (İnsan ancak çalıştığını elde eder).14, “Her kimi altın ve gümüşte, yani servet sahibi olmakta, münferit görürsen, bil ki o kazanmak zahmetine sabır göstermiştir.”15 Böylece kazanmanın unsurlarından birisi sabır olarak görülmektedir.

Davut Peygamber döneminde yaşayan ve zahmetsizce servet sahibi olmak için “Ya Rabbi mademki beni tembel yarattın, rızkımı da tembellik yolu ile ihsan et” diye dua eden16 kimseye cevaben Mevlânâ, Davud’un Allah katındaki yüceliğini hatırlatır: “O’nun (Davud’un) – bunun gibi daha yüzlerce – mucizesi vardı.17 Yüzünün nuru cihetlere sığmazdı, fakat her tarafı parlatırdı. Bu kadar yücelikle beraber Allah, onun bile rızkını çalışmaya bağlamıştı. O kadar yüceliğe sahipken, zırh yapmadıkça rızkı gelmiyordu. Böyle bayağı ve perişan, yardımdan mahrum, çok geri kalmış, evinde bucağına kapanmış, felekzede olmuşsun. Bu durumda bulunan bir kimse istiyor ki, ticaret etmeksizin kazanç ile eteğini doldursun. Böyle bir ahmak, ortaya atılmış da gökyüzüne merdivensiz çıkayım diyor. Biri istihza ederek der ki: Rızık erişti ve müjdeci geldi, hemen git al… Bir diğeri gülerek: Ey kör ağası gelen hediyeden bize de ver derdi.”18

Mevlânâ’ya göre faydasız çalışmak bile uyumaktan iyidir: “Yar-i hakiki uğraşıp çabalamayı sever. Onun için faydasız çalışmak bile uyumaktan evladır. Şah-ı hakiki, yani insan olan kimse, işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın inlemesi ve iş görmemesi şaşılacak şeydir. Oğul, bundan dolayı Hazret-i Rahmân; her an bir şe’n (yeni ortaya çıkan iş) ile tecelli eder (ortaya çıkar)19 buyurmuştur. “Bu yolda, yani Allah yolunda, yontul ve kazın. Çalış ve uğraş bir an boş durma, son nefesine kadar bir dem didinmekten kalma!”20 Yaratıcı, her an tecelli eder. Sıfatları aynı zamanda zıtları da içerir. Örnek olarak muhyi, hayat verendir; mümit, hayatı sona erdirendir.21

Kim zahmet çekerse bir define elde eder. Kim çalışır çabalarsa saadete, devlete erişir.”22Nerede çıplak ve muhtaç birini görürsen bil ki o, ustadan kaçmıştır. Kör, kötü ve mahsulsüz gönlünün istediği gibi olmak ve serbest hareket etmek içindir. Eğer ustasının istediği gibi olsaydı kendisini ve hısmını, akrabasını süslemiş olurdu. Her kim dünyada bir ustadan kaçarsa şunu bil ki, devlet ve saadetten kaçmıştır. Ey sanatkâr olan, ceset kazancı için bir sanat öğrenmişsin, bir de din sanatı öğrenmeye teşebbüs et.”23. Mürit ve yiğit; yol atası, pir ve şeyh… yol büyüğünün sözünden çıkmak, hem tarikat hem de esnaf erbabı için önemli bir suçtur.

F. Nafiz Uzluk, çille denilen ve 1001 gün süren usulü Mevlânâ’nın kabul etmediğini belirtir. Çünkü çalışmayı emreden bir dinin temelinde ruhbanlık olamazdı. Fürüzanfer de görüşlerini şöyle dile getirir: “Mevlânâ çille çıkarmak ve onun benzerini sevmez, bunları ortadan kaldırılmış şeyler addeder, müritlerini onlardan men eylerdi. Mesleği olduğu üzere dünya işlerini bırakmaya ehemmiyet verir, fakat hiçbir zaman müritlerini maddi işlerle uğraşmaktan vazgeçmeye davet etmezdi. İlginin terk edilmesini ve nefsin karar bulmasını husule getirmekte, bedene ait şeylerle maddi işleri kemal yollardan birisi olarak sayardı.” “Dünyanın tembelidir dükkânını yıkan kişi” sözüyle kişinin işine sahip olması tavsiye edilir. Mevlânâ, işsizlikten ve faydasız işlerden de Allah’a sığınır. “Ey bize dünyadaki zor işleri kolaylaştırmış Allah! İşsizlikten ve faydasız işlerden bizi kurtar.”24

Bu görüşe karşılık Mevlânâ hayatta iken oğlu Sultan Veled’in kırk günlük halvete yani çileye çekilmek isteğine önce karşı çıkmış, sonra da izin vermiştir. Mevlânâ’dan sonra uygulanan bin bir günlük çileye, mübtedî matbah-ı şerifte başlardı. Bu, az yemek ve az uyumak gibi fizikî mahrumiyetler içiren bu uygulama nefis terbiyesi demektir. Yani

Mevlevî çilesinden maksat, bin bir gün hizmet ederek hücreye çıkıp oturmak değil, belki zor hizmetler görerek nefsi yenmektir. Mevlevî dervişi, matbah-ı şerife geldiğinde, kendisine kabiliyeti nispetinde görevler verilirdi. Bu görevler şeyhler tarafından belirlenirdi.

Dervişin verilen görevlere herhangi bir itirazı söz konusu değildi. Ayakçılıkla başlanan hizmet silsilesine, sema meşklerine başlanarak devam edilirdi. Mevlevî dervişi yatkınlığına göre mûsıkî veya sema meşk etmesi, Mesnevî okuması veya dinlemesi gerekirdi.

Bin bir günlük sürenin sonlarına doğru, son sınama çilesi olan on sekiz günlük bir halvet dönemi de yer alır. Matbah-ı Şerif’te nefis terbiyesini sağlayan hizmetler ve sema eğitimine ek olarak, fikrî eğitim de verilirdi. Dervişlerin kabiliyetleri araştırılır, hangi konulara yatkın olduğu tespit edilir, durumuna göre okuma-yazmadan yüksek tahsile kadar her türlü eğitim verilirdi.

Bununla birlikte, onlara mûsıkî, hat, oymacılık, marangozluk, ahçılık ve bahçıvanlık gibi zanaatlar da öğretilirdi. Mevlevî dergâhlarında Türkçe ile birlikte Farsça, Arapça, Lâtince ve hatta devrine göre revaçta olan Fransızca ve Rumca bile öğretildiği bilinmektedir. Böylece mutfakta başlayan eğitim, zamanla bir sanat eğitimine, akademik bir yapıya dönüşebilmektedir. Bu eğitimi alan dervişler Müderris Dede olabilirdi. Onun verdiği dersler herkese açık olup, halktan kişiler de bu derslere girebilirdi. Diğer alanlarda eğitim görenler ise dergâhtan çıktıktan sonra bu işleri yapabilirdi.

Sabri Ülgener’in belirttiği gibi, Max Weber’in İslâm ile ilgili görüşlerini gözden geçirmeyi gerektiren cümlelerini Mevlânâ’nın aşağıdaki sözlerinde bulmak mümkündür. “İslâm’da ruhbanlık yoktur” hadisini Mevlânâ şu beyitlerinde açıklamaktadır:

Kuş dedi, yapayalnız oturma, Ahmed’in dininde (İslâm’da) ruhbanlık iyi değildir.” “İsa’nın tariki, mücahede ve halvet ve şehvetten ictinabtır (kaçınmaktır). Tarik-ı Muhammedi ise kadının ve erkeğin cevr (eziyet) ve gussalarını (keder, tasa) çekmektir.”25 Çünkü İslâm’da dünyadan kaçmak yerine ona karşı sürdürülecek mücadele aranmaktadır.

Peygamberlerin yolu çalışmaktır: “Peygamberler tacirler gibi ticaret ve istifade ettiler (çünkü kusurlu ve sağlam malları fark ettiler). Renk ve koku tacirleri (yani şekle inanlar ise) çok zarara uğradılar.”26. “Arifin indinde metelik ve altın, aslan ile kedi eşittir derler. Eğer Hak Teâlâ bir meteliğe bereket verirse, yüz bin altının veya daha fazlasının işini görür ve eğer bin altından bereketi kaldırırsa, bir meteliğin işini göremez. Aslan da böyledir eğer bir kediyi ona musallat ederse, sivrisineğin Nemrut’u helak ettiği gibi, helâk eder.”27

Çalışmanın Gayesi

Birçok mutasavvıfta görüldüğü gibi Mevlânâ’nın tercihi de kazanç ve gayret yönündedir. Nitekim bir beytinde şöyle der: “Ey kimse, sen kendi kısmetini cehaletin ve nankörlüğünden dolayı kendin kestin. Ehil olan kimse kendi nasibini artırır.”28 Bu anlayış, dünyanın yaratılış amacına da uygundur.

Bunda Mevlânâ’nın Allah’ın ihsanıdır: “Hazreti Peygamber demiştir ki: Cenab-ı Hak, halkı yaratmaktan maksadım ihsandır.”29

Çalışma ile ilgili niyet sadece karın doyurmaya yönelik olamaz. Bedenin ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, daha yüce hedefler istenmelidir. “Muradı ekmek olan kimse, cansız bir şey gibidir. Onunla düşüp kalkmak, inzivanın tâ kendisidir. Eşek gibi onun aklı ve fikri hep ottadır. Ondan geç, yoksa hünersiz kalırsın.”30 Çalışma Allah rızası için olmalıdır: “Her ne ekersen Allah rızası için ek. Çünkü Allah rızası için yapılmayan bir iş, hiçtir ve hederdir.”31

İnsandaki dürtüler yasakları da beraberinde getirmiştir. Yoksulları doyurmak, kazanmak ve doyurmak şeklinde anlaşılmalıdır:

Ey tavus! Kanadını yolma, gönlünü ondan kopar. Çünkü mücadele için düşmanın bulunması şarttır. Düşman olmadıkça cihad etmek muhaldir. Şehvet olmayınca da, ondan kaçınma emrine uyman mümkün değildir. Bir şeye meylin ve isteğin yokken onu yapmamak sabır olmaz. Düşman olmayınca senin orduna ne hacet var? Aklını başına topla da kendini hadım etmeye kalkışma. Zira iffet ve ismet, şehvete merhundur (bağlıdır). Heva ve heves olmasaydı, ondan nehiy de mümkün olmazdı. Nasıl ki ölülere karşı gaza edilmez. Hak sübhanehu her ne kadar mutlak, yani hiçbir kayıt ile bağlı olmaksızın, (yoksulları doyurun)32 emrini verdiyse de sen onu: kazanın da sonra yoksulları doyurun diye anla… “Külû”, yani yiyiniz33 emri, şehvet için bir tuzaktır; ondan sonraki “ve lâ tüsrifû”, yani israf etmeyiniz nehyi de (yasağı da) iffettir.”34

İnkâr edilecek olan sadece dünyanın ilgi tarafıdır (kibir, gurur, azamet ve gösteriş)! O tarafa gereken dikkati gösterdikten sonra madde ve eşya ile dışardan ilişki kurmanın sakıncası yoktur. Daha önce de zikredildiği üzere Mevlânâ’ya göre, kumaş, altın, gümüş, evlât ve kadın dünya değildir. Ona göre dünya, Allah’tan gafil olmaktır.

Mevlânâ, dünya devlet ve saltanatını külhancılığa, ona sevinen ve mağrur olanı da külhancılık dolayısıyla davul zurna çaldırana benzetiyor:

Ben külhan reisi ve şahsıyım diye sevinerek, davulcu ve zurnacıları nasıl oldu da başına topladın?35

Bazı tasavvufi görüşlerde kişinin zorunlu ihtiyaçları göz önüne alınarak insanın, yetecek kadardan fazla yemek istemesi, kendini soğuktan ve sıcaktan koruyacak kadar elbise giymesi ve dünyada gülünç olmayacak kadar yücelikten fazla istemesi münasebetsizlik görülmüştür. Ancak yukarıdaki örneklere bakıldığında Mevlânâ’nın böyle düşündüğünü söylemek zordur.

Çalışmanın bir amacı vardır: “Hiçbir nakkaş, yaptığı nakşı, menfaat ümidi olmaksızın, yalnız nakış yapmış olmak için yapar mı? …Hiçbir kâseci, kâseyi ancak kâse olsun diye yapar mı? Hayır, içinde yemek yenilmek için yapar.”36. “Hiçbir mukavele kendi aynı, yani mukavele yapılmış olmak, için yapılmaz. O mukavele, bir ticaret elde etmek, bir kâr kazanmak için yapılır.37

İktisadi Sektörler

Mevlânâ, dünya malına rağbet etmemiştir. Ancak mülk edinmenin insanlar için helâl olduğunu benimsemiştir. Bunu ve kendisinin aşk tutkunluğunu şu sözleriyle belirtir: “Dünya mülkü, maddeye tapanlara, tene tapanlara helâldir. Bizler, zavallı olmayan aşk meleğinin kullarıyız.38 Mevlânâ’nın eserlerinde tarım, sanayi ve hizmetler sektörlerine ait sözler mevcuttur.

Aşağıda daha çok emek ve ticaret üzerinde durulacağından, bu söz konusu sözler ele alınacaktır. Ayrıca emeğe dayanmayan kazanç yolları hakkındaki görüşlerine de temas edilecektir.

Emek

Mevlânâ, çalışmadan elde edilen geliri haram saymıştır. Süleyman Peygamber’in el emeğini üstün tutarak zembil ördüğünü ve onun kazancı ile geçimini sağladığını belirtir. Yine peygamberlerin, büyük şeyhlerin, ulu bilginlerin, filozofların ve geçmişteki bilginlerin çoğunun birer sanat ve hüner sahibi olduğu belirtilir. Dolayısıyla Mevlânâ, asıl kazancı üretime bağlamıştır.

Bir kimsenin duasıyla mülkiyet intikalinin olamayacağı konusunda Mevlânâ şöyle der: “Ey Müslümanlar! Allah rızası için söyleyin, dua benim malımı nasıl olur da onun eder? Eğer buna imkân olsaydı bütün âlem dua eder, kin ve garazla birbirlerinin emlakini gasp ederlerdi. Dua ile bir şey geçse idi, kör dilenciler, muhteşem ve muazzam birer

bey olurlardı.”39. “Bu dua nasıl mal ve mülk sebebi olabilir? Şeriat, bunu nasıl ahkâmı arasında kabul eder? Ya satın almak veya biri tarafından hibe olunmak yahut da biri tarafından vasiyet edilmek gibi hallerde sen bir mülk sahibi olursun.”40.

Kazancı da ziraat gibi bil! Ekmeyince mahsul senin olmaz.”41. Çalışmayan kimsenin alabileceği bir karşılık yoktur: “Bir kimse çalışmazsa, onun ücreti yoktur. Çünkü insan için ancak işlediği hayırlı işin ücreti, yani sevabı vardır.”42

Mevlânâ, malın nereye harcandığının onun kazanma şeklini gösterdiğine işaret ederek şöyle demiştir: “Maldan sormaya, nereden ele geçirdin demeye hacet yok; nereye harcıyor, ona bakmak gerek.”43 Gerçekten etrafımızda gördüğümüz örneklerde çalışmadan mal sahibi olan haramzadelerin, mirasyedilerin savurgan bir şekilde mallarını harcadıklarına şahit oluyoruz.

Mevlânâ’nın aşağıladığı hiçbir meslek veya iş yoktur. Burada peygamberler örnek gösterilir: “Tunç işçisinin, demircinin yükü külhandan, kazandan kararır; fakat kazanın çevresi de tamamıyla kararır gider.”44Balık satıcılığı yapmışsa bundan ne ziyan gelmiş Süleyman’a?

Şeytan, mülk ve saltanat sahibi olmuşsa ne çıkar, gene şeytandır, gene şeytan.”45

Mevlânâ’nın bazı sözleri kanaatimizce manevî dünyaya işaret içindir. Yoksa gerçek dünyayı göstermemektedir: “Gönül bütün malını, gelirini kumara harç eder gider, çırçıplak kaldı mı onun mahzeninden mal-mülk verilir ona.”46 Dünyalık için çalışmalar bitmez, tükenmez. Mevlânâ dünyayı, örümceğin eşekarısı avlamasına benzetir. “Dünya ehli, örümcektir adeta, hepsi de eşekarısı avlar-durur; onlardan hiçbiri de tam olarak usanmaz bu işten.”47

Gündüz genellikle çalışma vaktidir, gece ise dinlenme zamanıdır: “Gündüz, kazanç zamanıdır, kâr vaktidir amma gece sevdasının bambaşka bir zevki var.”48Gündüz geçim için; geceyse aşk için; hani, seni kötü göz görmesin diye. Halk uyudu-gitti; fakat âşıklar, bütün gece, Tanrı’yla söyleşmede.”49

İnsan, yaşadığımız maddî ve ahiret âleminde iş güç sahibidir. Yani her ikisinde de amaç vardır: “İki dünyada da ancak senin işin gücün var; hangi işte güçtesin? Doğru söyle.”50 Bu dünyada dünyalık peşine düşeni eşeğe benzetir: “Bir arpa kadar altın düşüncesine dalan yuları takılmış, semeri vurulmuş bir eşektir. Sen dostumsun benim, vazgeç eşekten, sat şu eşeği de esenleş, kurtul-gitsin. Salağın biriysen eşeğin kuyruğuna yapış, gidedur; dilsiz anahtar olmaz zaten.”51

Tasavvufta “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” düsturu gibi, bir üstada intisap etmeden sanatkâr olmak makbul sayılmamaktadır.

Böylece işyerlerinde çalışma şartları bir disipline bağlanmıştır.

Mevlânâ, sanatı ustadan öğrenmeyi tavsiye eder: “Ey akıl sahibi, sanata çalış. Fakat o sanatın aslını, inceliklerini kerim ve salih bir üstaddan talep et. Birader, inciyi sedefin ortasında ara, sanatı da o sanatın ehlinden iste.”52

Geleneklerde erkek çocukların babalarının mesleklerini devam ettirdikleri görülmektedir. Mevlânâ, bunu bir hadis-i şerife bağlar: “… Şahı risalet olan Hazreti Mustafa (oğul babasının sırrıdır) buyurmuştur. Bu mana dolayısıyla halk, çocuklarına kemali arzu ile sanatlarını öğretirler de… Cenab-ı Hak, kabiliyetli çocukların reşit olarak yetişmeleri hikmetine bağlı olarak, babalarına ciddi bir hırs ve emel vermiştir.”53

Yine insanlar, bildikleri işleri başka beldelere gitseler de takip ederler: “Kardeş, incir satana, incir satmaktan daha iyi ne iş olabilir? Birinin sanatı kuyumculuk oldu mu, hangi şehre gitse kuyumcu kimdir?” diye sorar.”54

Ticaret

İslâm dini ticareti teşvik etmiştir. Yukarıda ele alındığı gibi, Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Anadolu’da ve Konya’da ticaretin geliştiği bilinmektedir.

İktisatta malın fiyatını belirleyen arz ve taleptir. Talep, istek ve arzu anlamına gelir. Tüketicilerin her gördüklerini arzulamaları doğaldır. Ancak ekonomik anlamda bir satın alma isteğinin talep olabilmesi için bunun satın alma gücü ile desteklenmesi gerekir.

Mevlânâ da bunu belirtir. Ancak onun hedefi maddi anlamda talep olmayıp, mana ikliminde aşk sermayesine kavuşmaktır: “Dünya halkı, dünyaya bağlı kişiler, hakikat pazarlarında, mana tüccarlarından bir şey olmak istemezlerse, onlara gerçek bir müşteri olmazlarsa satış olur mu? Bazen, alıcı olmadan da mallara bakılır. Sadece mala bakmakla iktifa eden o ahmağa mal satılabilir mi? Zaten onun, sizin manevi malınızı almaya kabiliyeti de yoktur. Bu kaça, şu kaça diye sorar durur. Bu sormakta vakit geçirmek, alay edip eğlenmek içindir. O can sıkıntısından ötürü, senden kumaş ister durur. O, ciddi bir müşteri değildir, o kumaş aramıyor. Kumaşa yüz kere bakar, yine beğenmez, geri verir. Onda kumaş alıcılık hali yok, o rüzgâr ölçüyor. Nerde ciddi bir müşterinin gelişi, alış-verişi, nerde bir serserinin alayı, gönül eğleyişi? Cepte bir metelik bile yok, ne ile cübbe alacak? O gönül eğlendirmek için dolaşıp duruyor. Alış-veriş için bir sermayesi yok, artık onun çirkin suratı, alayı ne oluyor? Bu fani dünya pazarında sermaye altındır. Öteki dünyanın sermayesi de aşktır, ağlayan iki gözdür. Elinde parası olmadan, pazara gidenin ömrü boşuna geçer, pazardan eli boş döner.”55 Sultan Veled de dünyayı buğday gösterip arpa satan kimseye benzetir. Yine ona göre dünya, insanları baştan çıkaran güzel ve genç görünen yaşlı kadına benzer. Bu yaşlı kadın doğru yoldan saptırmaya çalışır, kötüyü iyi, iyiyi ise kötü gösterir.

Hâlbuki ahiret gamı meyve veren bir hayattır. Mevlânâ’nın dilinden tüccardaki kâr saikinin sebebi şudur: “Bütün esnaf ve tüccar: Malımızı verip kâr elde edeceğiz diye çarşı ve pazardaki dükkânlarına bağlanmışlardır. Dağarcıktaki altın, sahibi bir kâr elde etsin diye, ısrarla oturmuş beklemektedir. Bir tacir, yüksek fiyatla bir kumaş görürse, kendi kumaşına olan muhabbeti zail olur ve kendisininkini satıp diğer kumaşı almak ister. O tacir, kendi kumaşında ticaret ve kâr görmediği için, gördüğü kumaşa heves etmiştir. Bir âlim de başka bir ilmi, hüneri ve sanatı, şeref ve meziyet hususunda kendininkilerden üstün görmedikçe onları tahsile heves etmez.”56

Ticaretle uğraşanlar, müşterilerine mal satabilmek için çeşitli pazarlama metotları uygular. O, dönemini şöyle anlatır: “O güzel yüzlü tacirin nesi var? Pazarımızda pahası ne kadar mallarının? O, işveler satar, dinleme sen; malını mülkünü iste bakalım nesi var? Peşin parasını al, bakalım ne kadardır? Geri kalan parasından hırsıza ne var; ne yok? Temizliğe, hoşluğa dair nesi var; çekmek için elin, terazin yoksa onu söze getir de ölümsüzlük şarabına dair nesi varsa; bir koku al bakalım.”57

İnsanın çarşı ve pazarlara meyli. Mevlânâ şöyle der:

Halk da cinlere benzer… Şehvet, onları dükkâna, alışverişe, mahsule ve yiyeceğe çeken zincirdir. Bu zincir, korkudan şaşkınlıktan yapılmadır… Sen bu halkı zincirsiz görme… O zincir, onları kazanca, ava, madene ve denize çeker.”58

Ticaret erbabı bazı hallerde hallerinden şikâyet eder durur. “Satın almasa da pişman olur, satın alsa da pişman; görülmemiş bir alış- veriş. Satın-alırsa keşke der, hepsini ben alsaydım. Satın-almazsa elini dişler- durur; umutsuz bir hale düşer, yerlere serilir, hor hakir olur.”59

Günümüzde ticaretle uğraşanlar geçen yıla kadar genellikle enflasyondan şikâyet ederlerdi; enflasyon hadleri düşmeye başlayınca kâr hadlerinin azlığından şikâyet eder oldular. Mevlânâ, onların durumlarını adeta resmetmiştir. Tüccarlar genellikle, para alırlarken hoşlanırlar, para verirlerken suratları değişebilir: “Tacirin eli, para sayarken titrer, o’dur kumaşın kadrini bilen.”60. “Binlerce tacir, kâr etmek için sefere çıkar; Tanrı hükmünün velvelesi canında ne sabır bırakır, ne karar.61. “Merkep satanlar, sureta bir birine hasım olurlar; fakat böyle yapmakla alış- verişin anahtarını elde ederler.”62 Burada, rekabet anlatılmaktadır.

Piyasada alıcı satıcının bilgileri asimetriktir. Bazı hallerde alıcı, bazı hallerde ise satıcı eksik bilgiye sahip olabilir.

Bu sebeple İslâm hukukunda, aldanmamak için ihtiyatlı davranan kimsenin muhayyerlik (malı geri verebilme) hakkı vardır. Mevlânâ bu haktan bahseder: “O garip kişiye de ki: Satarken dikkat et, seni aldatmasınlar.

Satarken aldanmaktan korkuyor isen Peygamberin öğrettiği gibi, geriye almada üç gün muhayyer olarak onları sat de.”63 Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de64 ihtikâr yapanlara (karaborsa ve tekelciler), ticaret adına yaptıkları olumsuzlukla ilgili olarak, büyük bir azap vaat etmektedir.

Mevlânâ bazı örneklerini insanların çok kullandıkları para ile vermektedir. Bu husus da yaşadığı dönemde ticaretin canlılığının bir göstergesidir. Paraların üzerlerine döneminin padişahı veya kralının adı yazılırdı. Çünkü para basmak, hâkimiyet göstergesidir. İlk devir İslâmî paralarının üzerinde de İslâmî simgeler kullanılmıştır. Mevlânâ bunu şöyle dile getirir:

Yeni bir buyruk ver zamanın padişahısın. Yeni bir para bastır, sultansın sen.”65 Mevlânâ, para konusunda bir benzetme ile peygamberin ümmetinin kıyamete kadar süreceğini şöyle ifade etmiştir: “Altın ve gümüş paraların üstüne basılan peygamber adları, kıyamete kadar onların doğruluğuna alamettir. Padişahların sikkeleri daima değişir. Hazreti Ahmed

(Muhammed) sikkesi ise kıyamete kadar bâkidir. Gümüş yahut altın akçe safhasındaki sikkede bir münkirin adının devam ettiğini göster bakalım.”66

Çarşılar

Ticaretin gelişmişliğiyle, Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Konya’da pek çok çarşının olduğu bilinmektedir.

Hatta hayvan pazarı hakkında O, şöyle söyler: “Eşeklerin pazarına gittim, o yana, bu yana bakındım… Gözüm, gönlüm eşeğe de doydu, eşeğin sahibine de.”67

Mevlânâ, beyitlerde yerel iktisâdî öğelere de sıkça yer verir: “Batıda bulunanın yiyeceği Endülüs’ten gelir, doğuda bulunan da Hürmüz’ün nimetiyle beslenir.”68, “Yeryüzünün pazaryeri dağıldı, yıldızların pazarını seyret.”69; “Bugün Konya’da yüzlerce ayyüzlü güzel gülüp durmada; yani senin anlayacağın, Larende’den şeftali geliyor”70 sözleri Larende (bugünkü Karaman) beldesinden Konya’ya şeftali geldiğini gösteriyor. Nitekim Mevlânâ, pazar yerlerini de gezerdi.71

Selçuklular döneminde serbest ticaretin olduğu bilinmektedir. Buna karşılık Osmanlılar döneminde devlet tarafından mal ve hizmetler için narh konulmuştur. Mevlânâ, çarşılarda kâr hadlerinin yüksekliğini şöyle belirtir:

Kârı, ticareti kat kat artan şevk çarşıları, ne de güzel çarşılardır; ışığında güneşin bile yeni Ay gibi göründüğü nur, ne kutlu nurdur.”72 Çoğu örneklerde olduğu gibi burada da ticârî hayattan bahsedilerek Mevlânâ döneminde ticaretin canlılığı anlaşılmaktadır. “Dükkânımız da sensin, kazancımız da sen, kârımız da sen; o yüzden her gün, bizi çekersin, işten-güçten, kârdan- kazançtan edersin. Ne diye dükkâna gidelim?

Madenimiz de sensin, dükkânımız da sen. Çarşıya pazara nasıl varalım? Pazarımız sensin bizim.”73

Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde çarşılarda kalp para kullanımının önemli olduğunu, onun ayeti delil getirerek tehdidinden anlaşılmaktadır; “Kalp para verme, bil ki müşteri

aldanır; “Eyvahlar olsun her mal toplayıp sayana”74 tehdidinden kork.”75

Pazarlarda resmî görevliler muhtesip (ihtisap ağası) ve pazarbaşı bulunmaktaydı. Mevlânâ, aşağıdaki sözlerinde bunları ve pazardaki bazı durumları anlatmaktadır. Çarşı ve pazarlarda müşteri ayartma ve hilekârlıkla ilgili çeşitli hikâyeler vardır: “Pazarda bir köylü çocuk var; düzenci, lafazan, pek hilebaz. Muhtesip de onun elinden derde girmiş, pazarbaşı da… Bozacıdan eczacıya dek herkes ondan feryad etmekte. Ne diye pazarı yıkamadasın; elini uzatma, sus utan dediler mi, yüzlerce ahd eder; artık yapmam; tevbe ettim, marangoz gibi sizden bir kıymık bile koparmam artık der. Bundan böyle kötülük etmem, akıllandım ayıldım der… Kötülükten ben de yaralandım, uyandım artık. Derken komşusunun yağdanlığını alır götürür, rehine kor; aldığı paranın hepsini de şarapla, çengiyle bürünerek yer gider. Tutar bir yana atar kendini, öylesine bir hasta görünür ki görsen, bir yıldır sıtma çekiyor, erimiş-gitmiş dersin. Bu da bir düzendir; bir yoksul görsün de onu hasta sansın, ona acısın diyedir. Herkese, benim filan yerde filan adamla şu kadar gümüşüm, bir hayli altınım var; bu hastalık yüzünden bana kim bir yardımda bulunursa karşılık olarak yüz katını vereceğim der. Bu yolla da rehin olarak, borç olarak ister-istemez birçok başı tıraş eder; birçok kişiyi dolandırır. Borç veren işi anlayınca başına topraklar serper; bu insafsızın yüzünden yaka yırtar… Bir dili vardır, yüz arşın uzun; görünüşte şeker mi şeker… Fakat açtığı yaraya bakarsan görürsün ki o ağız, yılanlarla dolu bir kuyuymuş…76

Sanatkârlardaki bazı hususlar da dile getirilmektedir: “Hırsız terzi, fırsat buldu mu boya tam gelen kumaşı kısaltır gider.”77 Yine, çarşılarda terazi kullanılmıştır: “Dünyada terazisiz bir pazar görmedim; fakat dünya, bir uğurdan ölçülüdür de neden onun terazisi yok?”78Hepsi de terazi gibi, arşın gibi, mehenktaşı gibi dilsiz, fakat çarşı-pazarda kadılık etmede, hüküm vermede.”79

Mevlânâ, şehirlerarasında bulunan köylü pazarının özelliklerini de anlatır: “Bizim dilimiz, dudağımız, şehirlerarasındaki köylü pazarına benzer, her yandan alış-veriş için oraya gelirler.

Dolandırıcılardan, kalp akçelerle alışveriş yapanlar ve kusurlu kumaşların satıldığı yerdi o köylü pazarı.

Kıymetli malların, baha biçilmez kumaşların ve çok değerli incilerin bulunduğu yer de orası idi. O köylü pazarında, kim daha fazla alış-verişten anlar, dil dökmesini, müşteri kandırmasını becerirse, kim geçer akçe ile kalp akçayı daha fazla ayırt etmesini bilirse o kazanır, kâr ederdi. Köylü pazarı, işini bilen adama kâr yeri, kazanç yeri olur, işini bilmeyene ise körlüğü yüzenden zarar yeri kesilirdi. Âlemin cüzlerinden her biri, gabiye, kafasız adama çözülmez bir düğümdür. İşini bilene, ustaya ise düğüm çözüştür. Bu dünya, birine şükürdür, diğerine zehir… Birine lütuftur, öbürüne kahır.”80 Burada belirtilen özelliklere göre köylü pazarı; kusurlu ve değerli malların bulunduğu herkesin alış-verişe geldiği pazardır. Buradaki satıcıların alış-verişten anladıkları, müşteriye mal satmak için iyi dil döktükleri belirtilmiştir. Yine piyasada geçer akçe ile kalp paranın da kullanıldığı, ancak bunu anlamanın maharet istediği anlaşılmaktadır. Mevlânâ, mevcut bir pazarda kâr elde etmenin yollarını da belirtmiş olmaktadır. Bir görüşe göre köylü pazarı, Yabanlu pazarıdır. Şehirlerarasında bulunan Yabanlu’ya çeşitli ülkelerden mal gelirdi.

Şems-i Tebrizi, Hüsameddin Çelebi’nin kendisine pek çok mal verdiği halde içinden sadece bir dirhem aldığı kaydedilir. Şems-i Tebrizi, Konya’ya geldiğinde üç dirhem-i sultânî bulmuştu. O dönemde yüz yirmi pul bir dirheme karşılık geliyordu. Kaliteli ekmek, bir pula satılmaktaydı. Şems-i Tebrizi, her gün bir ekmek alıyor; yarısını kendi yiyor, yarısını da fakirlere veriyordu.

Emeğe Dayanmayan Kazanç Yolları

Mevlânâ, dünya hevesinin insan ruhundaki birikme ve boşalmalarını herkesten güzel anlamış ve anlatmıştır. Çözülme döneminde normal geçim yollarını kullanamayanlar, türlü yollarla zenginleşme merakına kapılmışlardır.

Define, altını toprağa çevirme, simya ve astroloji, dua-keramet bunlardandır.

Mevlânâ’nın sözleriyle: “Arşunla ölçerler ve bazerganlara satarlar ve anın mukabilinde… Bu güna sanattan ve sarmaşık dolaşık hile ve hadiyatla bazerganın sim ve zerrin kaparlar.”81, “Herkes bir hayale kapılmış, o hayalin maskarası olmuş, yine o hayal şevkiyle ve define bulmak ümidiyle köşeyi, bucağı kazmaya kalkışmıştır. Bir şahıs, hayal şevkiyle olan teşebbüsünü büyük tutar, dağlardaki madenlere teveccüh ederek onları işletmeye kalkar. Diğer biri inci avlama hayaliyle denize dalar, kumlara yapışık istiridyeleri bıçakla kesip boynunda asılı torbaya doldurmak için birçok meşakkat çeker. Üçüncü bir şahıs, papaz yahud târik-i dünya olmak için kiliseye manastıra kapanır, dördüncü kimse de hırs ile çiftçilik tarafına gider.”82

Benzer bir yorum İbn Haldun’a aittir. O’na göre zenginlik ve refaha ulaşmak isteyen kimselerin önlerinde iki yol vardır.

Birincisi bizzat çalışarak üretmek ve kazanç sağlamaktır. Buna imkân bulamıyorsa siyâsî bir mevki ele geçirerek gelir sağlar veya siyâsî mevki sahiplerine yaklaşarak onlara dalkavukluk edip ihsan ve lütufla geçinebilir.

Buna karşılık başkalarına yaltaklanmayı gururlarına yediremeyenler yoksul ve sade bir hayat sürmek zorunda kalırlar. Mevlânâ, rahat yaşamak isteyenlerin durumlarına şöyle işaret ediyor: “Halk yani insanların çoğu, debdebe ve darat (debdebe) sahibi olmak için horluk çeker ve yüzsuyu dökerler, izzet ve saadet bulmak ümidiyle hakarete katlanırlar.83

Rasyonel olmayan kazançlar, soygun ve yağmacılık, define arayıcılık, halkın kolay kandırıldığı hallerde türlü hile ve desiselerle kandırma, ayartma ve benzeri kazançlar tarihte kötülenen kazançlardır. Burada rasyonellik, siyâsî ve spekülasyon yolları gibi rasgele kazançları düşünmeden, özellikle iktisâdâ faaliyetlerin hesaplı ve objektif bir çalışma sonunda getirilecek kazanç için çalışmaktır. Gündelik maişet dışında kazancın en kestirme yolu, yukarı kademelere bağlanmak olmuştur. Ancak kazanç ve kâr hırsını dağınık bir halden çıkarıp disiplinli bir iş hayatına dönüştürmek önemlidir.

Mevlânâ, emeğe dayanmayan kazanç yollarından bazılarına temas etmiştir.

Mirasyedilik

Mevlânâ, mirasın bir hak olduğunu inkâr etmemiştir. Ancak miras malının kolay elde edildiğinden dolayı çoğu zaman kolay elden çıkabileceğini görerek bu malın niteliğini ve mirasyedileri şöyle anlatmıştır:

Maldan, akardan nice mirasa konmuş bir adam vardı. Bu adam, konduğu mirasın hepsini yedi, bitirdi. Çırıl çıplak kaldı. Ağlayıp sızlanmaya başladı. Zaten, miras malının vefası yoktur. Mirası bırakan da, murada ermeden geçip gitmiştir. Mal da ondan ayrılmış kalmıştır. Mirasa konan da, o malın kadrini, kıymetini bilmez. Çünkü o, kolay buldu.

Ter dökmeden, çalışıp çabalamadan elde etti. O mal için pek o kadar zahmete katlanmadı. Ey insan, sen de, Hakk’ın lütfuna mirasçı oldun. Hak sana bu canı bedava verdi de, o yüzden, canın kadrini, kıymetini bilmiyor miras yiyen gibi onu harcayıp duruyorsun.”84

Hilekârlık

İktisâdî düzende ölçüyü ve tartıyı düzgün yapmak önem taşır. Nitekim hem ayetlerde hem de hadislerde ölçü ve tartının düzgün olmasının gereği ifade edilir. Mevlânâ, ölçü ve tartıda hilekârlık yapan, sonra da yaptıklarından pişman olmayanların öte dünyadaki durumlarını anlatır: “Ne yaptığın zulümlerden yana yakıla coşarak bir tevbe ettin, ne de ağlayıp sızladın, ey buğday gösterip arpa satan adam. Sen teraziyi doğru tutmazdın, azgınlıkla terazin eğriydi. Artık mükâfat terazisinin doğru olmasını niye beklersin? Hainlikle, eksik tartmada adeta sol ayak kesilmiştin. Nasıl olur da amel defterin sağ elinden verilir.”85 Teraziyi eğri tutan, yani haksız yere başkasının malını yiyenler, ahirette de amel defterlerini sol ellerinden alırlar. Amel defterinin sol elden alınması demek, cehennemliklerden olmak demektir. Mevlânâ, yaşadığı toplumdaki problemleri de sıkça dile getirmiştir. Bunlardan birisi şehirdeki yankesicilerin çokluğu ve bunların yüzsüz davranışlarıdır: “Şehir, aklı çelen yankesicilerle dolu; hem çalarlar hem de çaldıkları için el emeği isterler.”86

Definecilik

Define arama ile madencilik karıştırılmamalıdır. Mevlânâ, bir fakirin üstünde “Bir kubbenin yanında dur, yüzünü kıbleye çevir, bir ok at, nereye düşerse orada bir define vardır” yazılı bir kâğıdı ele geçirmesinin hikâyesini söyle anlatır:87Şu atasözü, dünyada söylenir, durur: Bilgisizlerin canı azapta gerek. Çünkü bilgisiz, ustadan utanır, gider, yeni bir dükkân açar. Ey tecrübesiz kişi, ustana sormadan, onun fikrini almadan açtığın o dükkân, kokmuş, akreplerle, yılanlarla dolu bir dükkândır… Define arayan fakire de ok atmak hüneri perde oldu. Hâlbuki aradığı şey hazırdı, koynunda idi. Nice ilim, nice akıl nice anlayış, nice zekâ vardır ki hakikat yolcusuna gulyabani kesilir, yolunu vurur.”88 Mevlânâ burada define arayanlara, hakiki definenin insanın kendi birikimleri ve yetenekleri olduğunu hatırlatıyor.

Dilencilik

Mevlânâ dilenmeyi yasaklamıştır: “Biz, kendi dostlarımıza dilencilik kapılarını kapattık. Dostlarımız ticaret, kitabet veya herhangi bir el emeği ve alın teri ile geçimlerini temin etsinler. Biz Hazreti Peygamberin “Gücün yettikçe, istemekten sakın”89 emrini yerine getirdik. Bizim müritlerimizden kim bu yolu tutmaz ise, onun bir pul kadar değeri yoktur”.90

Mevlânâ, cömertliği tavsiye eder, cimrileri kötüler. Bir keresinde kızı Melike Hatun kocasının cimriliğinden bahsettiğinde ona cimrilerle ilgili bir fıkra anlatmıştır.91 Cömertliği ile tanınan ve daima borç içinde olan bir şeyhin durumunu da anlatır.92 Kibrin kötü olduğunu fakat dilencinin kibrinin daha kötü olduğunu da şöyle anlatır Mevlânâ: “Kibir çirkin bir şeydir. Fakat dilencilerin kibri daha çirkindir. Kışın soğuk ve karlı bir günde ıslak elbiseye benzer.”93

Sonuç

Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, 13. yüzyıl Selçuklu Türkiye’sinde yetişmiş bir İslâm mutasavvıfı ve şairidir. Tasavvuf erbabı gibi onun da madde-insan ilişkisi konusunda belirgin görüşleri vardır. Eserlerinde yaşadığı ve tavsiye ettiği hayat anlayışında, maddeye ve insana bakışını yansıtmıştır. “Dinde ruhbanlık yoktur”, hadisinde de ifade edildiği gibi onun anlayışında dünyayı terk etmek yoktur.

Mevlânâ’ya göre dünya, Allah’tan gafil olmaktır; yoksa mal, mülk, ticaret ve kadın dünya değildir. Dünya-insan ilişkisini gemi- su ilişkisine benzetir; geminin yüzmesi suyun varlığına bağlıdır. Hayatın devamı için dünyaya ihtiyaç vardır. Gemi, su aldığında batar; insan da kalbine dünyaya yer verirse amacını kaybeder. Yoksa dünya insanın dışında değildir; onun içinde aramak gerekir.


1 Bu yazı, Adem Esen, Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin İktisat Anlayışı adlı kitaptan türetilmiştir. (İstanbul, 2012, Ötüken yayınları)

2 Mevlânâ, Mesnevi, Beyit 13951.

3 Mevlânâ, Mesnevi, Beyit 2243-2244.

4 Selefin sözü olarak zikredilen bu söz için bk. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, s.115, H.no:1844.

5 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fih, s. 194.

6 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.3, s.168

7 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 20987-20990.

8 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s.416

9 Mevlânâ, Mesnevî, beyit 16434.

10 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.3, s.214

11 Mevlânâ, Mektuplar, s. 100.

12 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.3, s.215

13 Necm, 39: “İnsan ancak çalıştığına erişir”.

14 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 22389.

15 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 5790.

16 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 9150 vd.

17 Sebe, 10: “Andolsun, Davud’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. “Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin” dedik. Ona demiri yumuşattık”.

18 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 9175-9181.

19 Rahman, 29: “O her an kâinatta tasarruf etmektedir”.

20 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 1816-1819.

21 Schimmel, Annemarie. Rumi’s World. s. 76.

22 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 18208.

23 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 6541-6545.

24 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 4445

25 Mevlânâ, Fihi Ma Fih, s. 82.

26 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 6881.

27 Mevlânâ. Fihi Ma Fih, s. 53.

28 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 6768.

29 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 6588.

30 Mevlânâ, Mesnevî, C.4, s. 18

31 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 5031.

32 Mutlak anlamda infak emri Bakara, 195: (Allah yolunda infak ediniz); Mukayyet olarak infak emri, Fatır 29 (size rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve aşikâr olarak infak ediniz).

33 A’raf, 31: “Yiyiniz, içiniz, ancak israf etmeyiniz”.

34 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 16754, 16762.

35 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 13491.

36 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 15270, 15273.

37 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 15375.

38 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 24830.

39 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 10004-10006.

40 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 10010-11.

41 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 10073.

42 Necm, 39-40: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir”; Mevlânâ, Mesnevi, Beyit
14945-15299.

43 Mevlânâ, Mektuplar. s. 37.

44 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.4, s. 30

45 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.4, s. 48

46 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.4, s. 364

47 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.4, s. 377

48 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s. 16

49 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s. 13

50 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s. 9

51 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s. 62

52 Mevlânâ, Mesnevî,Bbeyit 17220-21; Sultan Veled, age, s. 140.

53 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 15500, 15503.

54 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s.281

55 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 21235-21244.

56 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 11758-11762.

57 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s.264

58 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 13559-13561.

59 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s.190

60 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.6, 114

61 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.3, s.194

62 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 15398.

63 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 23947-8.

64 Tevbe, 34-35: “Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, “Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın” denecek”.

65 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s.199.

66 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 15260-15262.

67 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.7, s.208

68 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.1, 1-69.

69 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.1, 1-67.

70 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.2, s.170.

71 Ahmed Eflaki, age C.1, s. 169.

72 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.3, s.474

73 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.2, s.459

74 Hümeze, 3.

75 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.4, s. 349

76 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.7, s.667

77 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s.218

78 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.3, s.376

79 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.5, s. 145

80 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 24692-24697,

81 Mevlânâ, Mesnevî, C.5, s. 134. Mevlânâ’nın altın ve gümüş para ile uğraşan müritleri olmuştur. Ahmed Eflaki, age C.1, s. 186.

82 Mevlânâ, Mesnevî, beyit 16514-17.

83 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 5069.

84 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 24615-24618.

85 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 17992-17993.

86 Mevlânâ, Divan-ı Kebir C.4, s. 170; Pazarlarda yankesicilik yapanlara Mevlânâ döneminde de rastlanır. Ahmed Eflaki. age C.1, s. 319. Mevlânâ’nın müritlerinden aslı Rum olan Alaeddin Siryanus, önceden hilekar ve yaman bir yankesiciydi. Ahmed Eflaki. age C.1, s. 327.

87 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 22313 vd.

88 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 22768-70, 22773-4
89 Peygamberimiz bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Dilenmek yüz karasıdır. Kişi dilenmek suretiyle kendi yüzünü lekeler. Sadece devlet başkanından hakkını istemesi veya zaruret sebebiyle dilenmek böyle değildir”. Tirmizi, Zekât 38; Nesai, Zekât 93; Nevevi, age, C.3, s. 337.

90 Ahmed Eflaki. age C.1, s. 213; Fürüzanfer B. age s. 177.

91 Ahmed Eflaki. age C.1, s. 254.

92 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 4357 vd.

93 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit 2322.

Dârülmülk Konya 2. Sayı

Array

ETİKETLER: