Mevlânâ’nın Eserlerinde Semâ’ İmgesi

A+
A-

Mevlânâ’nın Eserlerinde Semâ’ İmgesi

Safi Arpaguş

Şüphesiz Mevlânâ’nın irşâd vâsıtalarından biri de insan psikolojisi ve toplum hayâtı üzerindeki tesiri malûm olan mûsikî ve semâ’dır. Mevlânâ, iç âleminin enginliklerinden aldığı ilhamla, vecd ve istiğrak hislerini, neyin dilinden söylerken mânâ âleminin iştiyak ve tezahürleri ile semâ’ ederek raks ve mûsikîyi bir araya getirmiştir. Aslında kendinden önceki diğer sûfîlere nazaran Mevlânâ’nın semâ’ konusunda yaptığı şey önceden çeşitli mutasavvıflar tarafından çeşitli şekillerde ifâde edilen fikir ve inançları kendine has bir üslup ile ifâde etmekten ibarettir. Mevlânâ ile selefi olan sûfîlerin semâ’ meclisleri arasında küçük detaylar dışında temelde bir fark yoktur. Ancak daha sonraları Mevlevîliğin aldığı şekil içinde semâ’ bu tarikatın bir esâsı hâline getirildiğinden semâ’ âyininin bu tarikata mahsus olduğu zannedilmekte ve tartışmalar da bu noktada yoğunlaştırılmaktadır. Bir yandan mesnedsiz bir şekilde Mevlânâ’nın hiç semâ’ yapmadığı iddia edilirken, diğer taraftan da Mevlevîlik’te sonradan ortaya konmuş olan semâ’ âyininin aynen Mevlânâ zamanında mevcut olduğu düşüncesi yine hiçbir dayanağı olmaksızın ileri sürülmektedir.(1) Şurası asla unutulmamalıdır ki, Mevlânâ, “güzel ses” demek olan “semâ” ile güzel söz demek olan “şiir”e özel bir alâka duymuş, Mesnevî’sinde, Divân’ında, gazel ve rubailerinde her vesile ile güzel sese temas etmekten âdeta derimi bir zevk almıştır,

Mevlânâ’nın hayat ve eserlerinde hem gerçek hem remiz olarak semâ’ın oldukça fazla yer tuttuğu erbabının malumudur. Rubailerinde anlattığı vecihle ezelî ve ebedî, dost kalbin perdesinde raks ederek görünür de âşığa, semâ’da dönmek sanatını öğretir. Bu semâ’ derin bir mânâyı hâizdir. Maşuk”un raks ederken ayağını bastığı yerde âb-ı hayat topraktan fışkırır. Eski kozmik raksa imâ eden beyitlerde, feleklerin ay çevresinde dönmesine âşıkların maşuk çevresinde dönmesi benzetilmiştir. Her zerrenin güneş şualarında döndüğü gibi, âşık, ilâhî güneşin nurundan dönerek yanıyor. Çünkü böyle bir semâ’, ruhun ve kalplerin gıdası ve vuslatın bir sembolü sayılır.(2) Çünkü, güzel ses işitilince onun aslı bulunan cennet sesleri hatırlanır ve hayâl edilir. Bu sayede kalp huzuru ve hitâb-ı ilâhî hatırlanır. Ebediyet yurdunun kapıları aralanır.

Bu kozmik tasavvurların yanında, Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Tûr dağının Allah’ın huzurunda titremesine dayanan bir tâbirde; Tûr dağının raksta kendinden geçmiş olması gibi insan da, Allah’ın huzurunda fenaya ermeyi gaye edinmelidir.(3) Ruh böyle bir vecd içinde vücûdun zincirlerinden kurtulduktan sonra, vuslata erdiği zaman, “her ağacın, her nebatın raksettiğine” şahit olur (4) Büyük kozmik âhenge uyan, durmadan maşuk çevresinde semâ’da bulunan insan bütün tabiatın bu ezelî ve ebedî semâ’a iştirak ettiğini görmek saadetine nail olur. İlâhî aşkın meltemi esmeğe başladığı zaman kuru olmayan her dal raksa girer. Bundan anlaşılır ki, semâ’, aynı zamanda ölmek ve yaşamak demektir. Büyük aşk âhenginde fânî olmak ve bu fena sayesinde aşkın unsuru olan Allah’ta bakaya kavuşmak demektir. Schimmel’in iradesine göre bu da “bütün dinlerin farklı hareket ve tâbirlerle, en ibtidâî usulleri de dâhil, ifâde etmeğe çalıştıkları sır, “semâ-i semâvî”nin aşk ile beraber doğmasıdır.”(5)

Mûsikînin tâ “elest bezmi”nden insanın âşinâ olduğu bir zevk (6) olduğu inancını taşıyan Mevlânâ aşk, şevk, cezbe ve vecd hallerinde kendisinden geçerek kâinatın hareketi dediği semâ’a başlamaktadır. Nitekim Mesnevî’sinde şöyle der: Hakimler bu mûsikî nağmelerini göklerin dönüşünden aldık demişlerdir. Halkın tamburla çaldığı, ağızla söylediği bu şarkılar, nağmeler, hep gökyüzünün hareketinden alınmadır. Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif olur. Biz hepimiz Âdem ‘in cüzleriydik. Cennette o nağmeleri dinledik, duyduk! Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o nağmeleri birazcık hatırlıyoruz.(7)

Mevlânâ, burada mûsikînin insana olan tesirinden bahsetmekte ve cennetin tesirlerinin her şeyi güzelleştirdiğine işaret etmektedir. Hz. Âdem ve Havva da cennette iken orada türlü güzel ses işitmişlerdi. Kendi sesleri de güzeldi. Oradan çıkıp da tabiat âlemine geldiklerinde normal hayat şartlarında yiyip içtiler. O yeme ve içme onlarda olan su gibi saf bulunan güzel sesi kirletti. Fakat yine de su gibi olduğu için onda ateş söndürmek tabiatı vardı. İşte mûsikî nağmelerini dinlemeye insanların rağbet göstermesi ve güzel sesin insan tabiatında bulunan gam ve keder ateşini söndürmesi bundandır denilmektedir.

Mevlânâ için yaradılış vakası ilâhî mûsikînin ilk sesidir. Dünyâdaki semâ’ların hepsi sâdece âsumânî semâ’ın bir fer’idir. Hayattaki semâların hepsi de ruhun semâ’ının bir parçasıdır.

Bir çağrı yankılandı yoklukta: Bunun üzerine dedi ki yokluk: “Elbette! Ayağımı o ülkeye basarım, memnun, taze ve yeşil görünmek için” ve Allah ‘in ezelî çağrısını duydu, semâ’a geldi ve mest oldu; yoklukta idi, şimdi var oldu, kalpler lâleler ve inciler.(8)

Bu sebeple Mevlânâ için semâ’ ve mûsikî, Allah’ın o ilk hitabının tekrarı olur veya en azından insana onu hatırlatır. Mevlânâ aynı fikirleri bir başka yerde de, şu şekilde ifâde etmektedir.

Pâdişâhın, rebap sesini dinlemeden maksadı, iştiyaklar çekenler gibi Allah ‘in hitabını hayâl etmekti. Zurna ve davul sesleri, bir parçacık o külli nefirin, kıyamet gününde çalınacak olan sûrun sesine benzer.(9)

Mevlânâ, mûsikînin Hak âşıkları için rûhânî bir gıda olduğuna dâir selefleri tarafından ileri sürülen görüşü paylaşmaktadır. “Güzel sesi dinlemek (semâ’) âşıklara gıdadır. Çünkü güzel ses dinleme de kalp huzuru ve Allah ile birleşme zevki vardır.” (10) Onun düşüncesine göre, “Ruhun gıdasından perhiz etmek haramdır.” (11) Çünkü, “Semâ’ dirilerin ruhunun huzur ve sükûnudur, canının canı olan kimse onu bilir.” (12) Yine ona göre, “Aşkla baş açık yalın ayak oynamak ve ciğerler yakan nağmelerle, feryatlarla kendinden geçiş hoş bir şeydir”(13) ve “Âşıkların cisimlerinin, âşıkların canlarının dönmesinden başka dünyâda garazsız bir dönüş yoktur. Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır.”(14) Mevlânâ, bu âlemdeki müzikal seslerin misâl, ideler, ve rûhânî âlem gibi isimler verilen öbür âlemdeki müzikal seslerin bir örneği olduğunu kabul etmektedir.(15) O mûsikî ve semâ’ hakkındaki nazarî düşüncelerini, semâ’ın dînî hükmü ve metafizik mâhiyeti hakkındaki kanaatini bu şekilde ortaya koymaktadır.

Mevlânâ’nın bütün eserleri Allah’ın, sevgilinin ve aşkın sırrı etrafında daimî bir dönüş, ifâdesi imkânsız olanı sözle ifâde etme gayretidir. Bu noktada ona, yaratıcı aşkın sırrını birazcık aydınlatmak için uygun görünen yegâne çâre mûsikî ve semâ’dır. Şu menkıbe Mevlânâ’nın bu konudaki hissiyatını bütün kuru teorilerden daha iyi ifâde etmektedir.

“Bir defasında Mevlânâ’nın “Mûsikî (rebab sesi) cennet kapılarının sesidir” dediği, orada bulunan ve mûsikîyi inkâr edenlerden birisinin; “Biz de o sesi işitiriz fakat neden o sesten sizde hâsıl olan duygu bizde hâsıl olmaz” demesi üzerine Mevlânâ, “Bizim işittiğimiz kapıların açılmasının sesi, sizin işittiğiniz ise kapıların kapanmasının sesi olduğu için aynı duyguları elde edemiyoruz”(16) cevâbını vermektedir.

Mevlânâ’nın semâ’ın havas için olduğunu, avam için olmadığını ifâde ettiği,(17) mûsikî aleyhtarlarına karşı müsâmahasız davrandığı ve zaman zaman onlara karşı ağır ifâdeler kullandığı da(18) bilinmektedir.

Mevlânâ her hareketi semâ’ olarak görüyordu ve biliyordu ki zerreden feleklere kadar her şey semâ ederdi (19) Arı bal yapmak için semâ’ eder,(20) kalp sedefotu tohumu gibi aşkın ateşinde semâ’ eder (21) ve hatta Kur’ân’da ifâde edilen; Allah’ın Tur-i Sînâ’ya tecellî ettiğinde dağın titremesi(22) hâdisesini o, sevgiliyi temâşâ ederken dağın aşka gelerek raks ve semâ etmesine bir îmâ (23) olarak görmektedir. O bu keyfiyeti ifâde için, ‘Cebrail, Allah’ın güzelliğine kapılmış oynamada; şeytan da bir başka şeytanın sevgisiyle sıçrayıp zıplamada”(24) demekte, herkesin ve her şeyin kendi meşrep ve yapısına göre semâ’ ettiğini ifadelendirmektedir.

Ney Mevlânâ’nın mûsikî ve semâ’ düşüncesinin merkezinde yer alan bir mûsikî enstrümanıdır. Sesi, insan üzerindeki etkisi, kendisine yüklenilen remzî mânâlar ve Mevlânâ’nın anlatmak istediği birçok şeyi onun ağzından dile getirdiği bir vâsıta konumundadır. Bu sebeple Mevlânâ’nın mûsikî ve semâ’ anlayışını ortaya koyarken ney’in bu husûsî durumu da göz önünde bulundurulmalıdır. Mesnevî’nin ilk beytinde de ifâde edildiği üzere “ayrılıktan şikâyet eden bir ney” motifi, çoğu zaman Mevlânâ’ya ilâhî tecellîleri dile getirmede perde olmakta, feryat ve figân içerisinde beka yurdundan fena âlemine inişin acıları ile yanmaktadır. Aslında bazen onunla öyle özdeşleşir ki, Mevlânâ’nın bizatihi kendisi ney olur. Sevgiliye söylemek istediğini söyleyebilmek için onun nefesinin, dudağının hasretini çeken bir ney gibidir. Kamışlıktan kesilen ney şikâyet ederek kadın erkek tüm insanları ve bütün âlemi ağlatır. Çünkü onun nağmesi mahlûkâta, bir zamanlar ezelde Allah’tan, varlığın kaynağından ayrı olmadıklarını, ve yaratılışla ikilik dünyâsına vardıklarını hatırlatır.(25) Neyin çıkardığı sesler ilâhî aşkın ateşleridir, içine üfürülen maddî bir soluk değildir.

“Bir kimse de bu ateş olmazsa o yok olsun daha iyidir” diyen Mevlânâ, neyin çevreye aşk ateşleri saçtığına inanmaktadır. Ona göre neyden çıkan ses perdeleri insanla rabbi arasında bulunan perdeleri kaldırarak kulun âşık olduğu Allah’ı seyretmesini temin eder.

Ney, yârinden ayrı düşmüş olan herkesin dert arkadaşıdır, onun ses perdeleri bizim hicaplarımızı yırtmıştır. Usta kamışlıktan bir kamış kesti, dokuz delik açtı ona, adını Âdem koydu. A ney, sen şu dudaklardan meydana geldin. Fakat bu dudaklara soluk veren dudakları gör. (26)

Rebap, tambur gibi diğer sazlardan da özellikle Mesnevi ve Dîvânında sık sık söz edilmekte ise de hiçbir zaman bu sazlar ifâde ettikleri mânâ ve yüklendikleri remzî mânâlar itibariyle neyin yerini alamamışlardır. Ancak yine de bu sazlardan da oldukça sık bahsettiği ve bâzı teşbihlerle bu sazlara işaret ettiği görülmektedir.

Def, vuruşlara, sitemlere amaç olmuştur da o yüzden her semâ’ meclisinin, her zevkin, neşenin parlaklığı, onun sesiyledir. Def, “elleri varolsun bana vuranın” der. Çünkü, bu biteviye vuruşlar ona ottur, gıdadır.(27)

İşsiz-güçsüz oturma, gir içeriye, tez katıl bize; işsiz beden ya yemeğe düşer, ya uykuya dalar. Semâ’ ehlinden rebap sesi gelmede; onların halkasını bul, semâ’ edenlere karış. O nedir ki, semâ’ların yüceliği ondandır; o nedir ki gitti mi meclis bozulur gider? Semâ’lardaki zevkin neyden tefden olmadığı anlaşılsın diye gizli gelir gizli gider o.(28)

Ey çalgıcı, seher çağına kadar böyle vur tefe, üfle neyi, gündüze kadar bu çeşit çalıp çağırmak hoş bir şey. “Kalk sıçra! can ayağa kalktı. Semâ’a girdi. O şeker gibi tef, o neye eş dost oldu; önüne ön olmayan sevda, yalımlandı. Nerede o hây-hûyların senin; hey hey denecek vakitler geldi.(29)

Bu rubailerde onun küçük bir vesîle ile ne kadar coşkun bir hâlet-i ruhiye ve vecd içinde kendisinden geçtiği görülmektedir. Çünkü onun anlayışına göre,

Gönül denizi semâ’ yeliyle dalgalanır; o denizde yüzlerce dalga belirir; her gönül semâ’a lâyık değildir. Gönüller denizine ulaşan kişidir ki, bu yelle coşar, köpürür; semâ’ın tadını o çıkarır.(30)

Mevlânâ, mûsikî ve semâ’ hakkındaki görüşlerini zaman zaman -hikâyelerinde hayvanları konuşturduğu gibi- mûsikî âletlerini konuşturarak fikirlerini açıklamak yolunu benimsemektedir. Bu âletlerden “ney” in anlattıkları zâten malûmdur ve bu mânâda “ney”e bazen “rebâp”, bazen de “tambur” eşlik etmektedir.

Biliyor musun şu rebâbın sesi ne diyor? Ardımdan gel de yolu bul, çünkü doğruya gitmek için yola düşmüşsün ama eğri bir yol tutmuşsun diyor. “Rebap, İsrafil’in soluğu ile seslenmekte, böylece de yanıp kavrulan gönülleri tâzeleştirmekte, diriltmektedir. Batıp yok olan o sevdalar, balıklar gibi suyun dibinden bir bir belirip çıkmaktadır.(31)

Tanbur ten-tenen diye nağmeye başladı mı, elsiz ayaksız gönül, zincirini koparmaya koyulur. Çünkü onun ayının ışığında gizlenmiş birinin sesi gelmededir. A yorulmuş yol arkadaşı, gel demektedir(32)

Mevlânâ’ya göre, “Hak erleri için namaz kılmak gibi, semâ’ etmek de onların gizlice Allah’ın emirlerine ve nehiylerine uymanın bir misâlidir. Semâ’da muganni, namazda imam gibidir. Eğer muganni ağır söylerse semâ’ da ağır, hafif söylerse hafif olur. Bu onların içinde emir ve nehyin münâdîsine nasıl uyduklarının bir misâlidir.”(33)

Tasavvufî anlayışta “kıllet-i taâm-az yemek”, “kıllet-i menâm-az uyumak” olarak bilinen davranışlar Mevlânâ’nın da benimsediği ve özellikle semâ’ ehli için tavsiye edip şart koştuğu bir husustur.

A semâ’ eri mideni boş tut. Çünkü neyin içi boştur da onun için ağlar, inler. Karnını birçok yemeklerle doldurdun mu, sevgiliden de yoksun kalırsın, dosttan da.(34)

Semâ’ göklere yoldur, kapıdır. Semâ’ can kuşuna koldur kanattır. Fakat ey sevgili sen de orada bulundun mu semâ’ Peygamber’in arkasında kılınan namaz gibi bambaşka bir şey olur(35)

A ay yüzlü, böyle bir gecede ay gibi sen de uyuma. Şu dönüp duran gök kubbe gibi dönmeye koyul, uyuma. Bizim uyanıklığımız, dünyâya mum olur, ışık kesilir; bir gecelik mumu gözle, uyuma!(36)

Semâ’ esnasındaki yaşanan manevî zevklerden ve hâlet-i rûhiyeden bahsederken şöyle demektedir:

Semâ’ vaktinde, aşk mutrıbı “kulluk bağdır, efendilik baş ağrısıdır” dedi. Padişahlık ve kulluk anlaşıldı. Âşıklık, bu kayıtlardan azadedir. Aşk ve âşıkın mezhebi ve milleti yetmiş iki milletin mezhep ve milletinden başkadır. Pâdişâhların tahtı onun yanında, tahtadan bir kerevettir. Dünya pâdişâhları nefislerinin ve tabiatlarının kötülüklerinden, kulluk şarabından tatmadılar. Yoksa İbrahim Edhem gibi şaşkın ve başı dönmüş bir vaziyette durmadan saltanatı yıkıp harap ederlerdi!(37)

Mevlânâ Divân-ı Kebîr’deki bâzı gazellerinde müstakil olarak semâ’ anlatılmakta, mâhiyeti, hususiyetleri ve semâ’dan maksadın ne olduğu üzerinde uzun açıklamalarda bulunulmaktadır. Bu gazellerdeki semâ’ kelimesi genel anlamda mûsikî ve özelde de raksetmek anlamına gelen semâ’a delâlet etmektedir. Bu ayrıntıya dikkatleri çektikten sonra bu gazellerden bir kaç tanesine göz atacak olursak Mevlânâ’nın semâ’ hakkındaki temel düşüncesini de anlamamız kolaylaşacaktır. Mevlânâ sık sık semâ’a methiyeler söylemiştir. Her mısraının başında “Semâ’ nedir biliyor musun?” sorusunu sürekli tekrarladığı ve bu soruya cevaplar aradığı şu gazeli bir anlamda onun semâ’ hakkındaki temel düşüncelerini de ortaya koymaktadır:

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun? Semâ’ Allah ‘in; “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların; “Evet; rabbimizsin!”(38)deyişlerinin sesini duymak, kendinden geçmek, rabbine kavuşmaktır!

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun? Dostun hallerini görmek; lâhût âleminin, görünmez âlemin perdelerinden Hakk’ın sırlarını duymaktır.

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun? Kendindeki varlıktan geçmek, mutlak yoklukta zevalsiz, devamlı varlık tadını tatmaktır!

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun? Dostun aşk çarpıntıları önünde, başını top gibi yapıp başsız ayaksız dosta doğru koşmaktır.

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun? Nefs-i emmâreyle harp etmek, yarı kesilmiş kuş gibi toprak ve kan içinde çırpınıp durmaktır.

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun Hz. Yâ’kub’un derdini ve devasını bilmek, Yûsuf’a kavuşma kokusunu, Yûsuf’un gömleğinden koklamaktır.

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun? Hz. Musa’nın asası gibi, her an Firavun’un sihirlerini yutmak, yok etmektir!

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun? “Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki, o vakitte ne Allah’a yakın bir melek, ne de bir peygamber aramıza giremez” hadîs-i şerifinde buyurulduğu gibi sema, bir sırdır. İşte meleğin bile sığmadığı o yere, vasıtasız varmaktır!

Semâ’ın ne olduğunu biliyor musun? Semâ’, Tebrizli Şems gibi gönül gözlerini açmak, kutsal nurlar görmektir!(39)

Mevlânâ, yine bir başka gazelinde de önce “Semâ’ nedir?” diye sorar ve sonra şu îzâh ile kendi sorusuna cevap verir:

Semâ’ nedir? Semâ’; gönüldeki gizli erlerden haberler almaktır. Onların mektupları gelince garip gönül, dinçleşir, rahata kavuşur. Bu haberler rüzgârıyla, akıl ağacının dalları açılır, uykudan uyanır. Bu sarsılışla beden, darlıktan kurtulur, genişler, huzura kavuşur. Bedende tuhaf, görülmemiş bir tatlılık başlar. Ney sesinden mutribin, çalgıcının dudaklarından dile, damağa hoş, manevî zevkler gelir. Dikkatle bak da gör, şu anda semâ’ edenlerin ayakları altında binlerce gam akrebi ezilmede, kırılıp ölmede. Binlerce ferahlık ve neşe hâli aramızda kadehsiz dolaşmada, bize mânâ şarabı sunmadadır. Her taraftan bir Yâ’kub, kararsız bir halde, neşeyle kalkar, sıçrar. Çünkü, burnuna Yûsuf’un gömleğinin kokusu gelmededir. Canımız da “Ona ruhumdan ruh üfürülmüştür” sırrıyla dirilmiştir. Bu ruh üfürülüşünü, yemeye, içmeye benzetmek doğru değildir. Çünkü bunun bedenle ilgisi yoktur. Mademki bütün yaratılmış varlıklar, sûrun üfürülmesiyle haşr olacaklar, sûrun üfürülmesinin zevkiyle ölüler uykularından uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklardır; sen de “ney”in feryâdıyla uyan, kalk, kendine gel! Semâ’ mûsikîsinin tesirine kapılmayan, dönüp, buz kesilen, ölüp yok olanlardan da aşağı olan kişinin toprak başına olsun! Çünkü o, gerçek bir insan değildir. Gezip dolaşan bir ölüdür. Sema’ın kadehsiz verilen bu helâl şarabını içen beden, bu şarapla mest olan gönül, ayrılık ateşinde kavrulur, pişer, tam olgunlaşır. Gayp âleminin güzelliği söze sığmaz, anlatılamaz, övülemez. Onu görebilmek için ödünç olarak binlerce göz al, binlerce göz! Senin içinde öyle parlak bir ay vardır ki, gökyüzündeki güneş bile ona; “Ben sana kulum, köleyim” diye seslenip duruyor.(40)

Bir başka gazelinde yine semâ’ı anlatır:

…Bu semâ’ âlemi, iki âlemden de dışarıdadır. Yedinci kat göğün damı, ötelerde, pek yücelerdedir. Fakat bizi Hakk’a yükselten semâ’ merdiveni, göğün damını da aşar geçer. Bu damdan da yücedir. Ondan başka ne varsa ayağınızın altına alın, ayağınızı vurun, ezin. Sema sizindir, siz de semâ’ınsınız. Zerrelerin kucaklan güneş ışığı ile dolunca, hepsi de sessiz sedasız sema’a başlarlar. Gel ki, Şems-i Tebrîzî aşkın suretidir, şeklidir. Zira onun aşkından, semâ’ın ağzı, dudağı açıkta kaldı.(41)

Mûsikînin mâhiyetine ışık tuttuğu şu gazeli de bizlere onun bu husustaki düşüncelerinden önemli bilgiler içermektedir:

Semâ’ Hak âşıkı ile diri olan kişilerin canlarına rahatlık verir, huzur verir. Arif olan, canında can bulunan yâni hayvani ruhu değil de insanî ruhu taşıyan, bunu, bu hakikati bilir. Gül bahçesinde yatıp uyuyan kişi, gül kokusu duymak için uyanmayı arzu eder. Fakat zindanda uyumuş kalmış kimse, uyanırsa hoş bir şey olmaz, ziyana düşmüş olur. Semâ’ düğün evinde olur, düğün olan yerde olur. Yas olan yerde semâ’ olmaz. Çünkü yas yeri feryat, figân yeridir, kendinde bulunan cevherden, ilâhî emânetten habersiz olan o eşsiz ayı gönül gözü ile göremeyen kişi var ya; öyle kişiye semâ’ da gerekmez, def, yânî mûsikî de gerekmez. Semâ’ âşıklar içindir. Gönüller alan, o eşsiz, görünmez sevgiliye manen kavuşmak içindir. Yüzlerini kıbleye çevirmiş kişiler, manen miraç edenler, bu dünyada da, öteki dünyada da semâ’dadır.(42)

Bütün bu bilgiler ışığında şunu söylemek mümkündür ki, “Mevlânâ “vahdet-i vücûd-varlığın birliği” anlayışını ve bu anlayıştan kaynaklanan yaşama biçimini insanlara düşündürebilmek için şiiri, ney’i, rebâbı ve semâ’ı aracı kılmıştır. Ancak yalnız bunun için değildir onun semâ’ı. İnsanlığa her teklif ettiği ilkeyi önce kendi nefsinde yaşamayı ve kendisi denedikten sonra cihan halkına sunmayı ilke edinen Mevlânâ şiiri, müziği ve raksı, vecdinin ve coşkusunun ifâdesi olarak önce kendisi için, kendi nefsine bir ikram gibi kullanmış”(43) sonra etrâfındakilerin irşadında bir vâsıta olarak kullanma yolunu tercih etmiştir.

Mevlânâ’ya göre bu hareketteki başlıca hedef, insanın keşfettiği her gerçeği, güzelliği ve o ışığı estetik bir hareketle başkalarına da iletmektir. Semâ’ salt güzelliği, yâni Allah’ın cemâlini raks ile gün ışığına çıkarır. Semâ’ı insanı güzele, yâni Allah’a ulaştıran bir atılım, bir eylem(44) olarak değerlendirmek de mümkündür. Semâ’ın estetik ve ruhî güzelliğini yalnız biçim ve teknikle bağlantılı olarak görmek ve düşünmek eksik, hatta yanlış olur. Semâ’da müziğin de etkisiyle anlam kazanan her figürde ruhun bedene bir mesaj ve bir emir verdiği açıktır. Ve bu gerçek bir semâ’ için şarttır ve semâ’ı, sıradan bir dans olmaktan ayıran faktörlerden biri de budur. Her eylem, belirli bir gerçeği ifâde eder. Bu gerçek semâ’ ile yaşanıyorsa, gerçeğin yapısı ile, semâ’ın yapısı arasında elbette ortak noktalar olacaktır. Semâ’, insanın doyum, uyum ve güzelliğe olan ihtiyacını ve bu kavramlara ulaşmanın yöntemlerini verir. Doğal dünyâ ve onun kuralları ile bağdaşmak, kendi genetik ve psikolojik geçmişini aramak, dünyâya gelişin amacını ve yaşama sevincinin hoş ezgilerini yakalamak; kısaca, insanın kendisi ile kendi dışındaki her şey arasında bilinçli bir iletişim kurmak.(45) İşte semâ’ budur.

“İhtiras ve bencillikten kurtulan ruhlar, bir ritim psikolojisi içinde kâinattaki umûmî dönüşe intibak ederler. Semâ’, armonize edilmiş bir dönüştür. Âlemdeki genel harekete ve ritme uyumu gösteren müşahhas bir ifâde tarzıdır. Âlemlerin dönüşündeki ilâhî tertip ve ahengi algılayan Mevlânâ, dönüş seyrinin iki yay biçiminde olduğunu fark etmiş ve semâ’da aynı biçimde yol tutulmuştur. Bu pozisyonda, yüce bir mânânın “Kabe kavseyni ev ednâ’”nın(46) imajı tezahür etmektedir. Hz. Peygamber’in “rab” huzurundaki yüce makamının görüntüsü sunulmaktadır. Bu vaziyet alış ve tarz-ı takdîm semâ eden için derin bir haz, ve yüce bir huzur ve inşirah kaynağı olmuştur. Bunun içindir ki Mevlânâ semâ’ı aşk ehlinin canlarının dinlenmesi olarak takdim etmektedir. Semâ’, unsurları itibariyle bedene güç sağlayan, fiziksel bir kondisyon, ruhî gerginliği izâle eden psiko-terapik bir boşalma ve rahatlık, mutlak güzele; Yüce Allah’a visal duygusunu harekete getiren estetik bir eylem ve âlemlerin dönüşündeki ritim ve kemâli temsil eden müşahhas bir ifâde tarzıdır.”(47) Mevlânâ’nın semâ’ı, âlemin fizikî yapısını dile getirir ve âlemin bir bütün şeklindeki fizikî yapısıyla, onun en küçük parçacıklarının toplandığı birim atomların yapısı civarında fark olmadığını ifâde eder. Başka bir deyişle bir atom neyse ve nasılsa, âlem de odur; âlem, atomun aynısıdır. İşte Mevlânâ’nın semâ’ı, atomun ve âlemin yapısını aynı anda sembolleştirir. Mevlânâ bir cezbe hâlinde âlemin ve atomun içyüzünü keşfettikten sonra, buna uygun olarak semâya başlamış ve bu yapıyı da semâ’inin şekli yapmıştır.”(48)

Öyleyse Mevlevi semâ’ı da insan ile Allah arasında ne gibi bir ilişkinin var olduğunu bize öğretmektedir. Semâ’ esnasında semâzen ancak şeyhini selâmladıktan sonra dönmeye başlıyor. İşte İbn Sina’ya göre, yaratılan mahlûk, sâdece hâlık olan Allah’ı sevdikten sonra bir şey yapmaya muktedirdir. Ve onun yaptığı ameliye, bu ilâhî aşkın neticesi ve tecellîsidir. Semâ’ semâ edeni ilâhî aşka götürmez. Bilakis, semâ’ edeni harekete geçiren saik kendi fıtratında mevcut olan bu ilâhî aşktır.”(49) İbn Sînâ’ya âit olduğu belirtilen, “Bir süflî şey aynı zamanda âlî olan bir şeyin karşısına çıkan engellere manî olur ve bu âlî olan şeyin bir tecellîsidir” ve “her hakîkî faaliyet bir aşkın tercümesidir” şeklindeki anlayışın Mevlânâ’nın semâ’ anlayışı ile uyuşmakta olduğu, İbn Sina’nın kendisinden yıllar önce dile getirdiği bu hususları Mevlânâ’nın semâ’ında bilimsel ve temsilî olarak bulunduğu da ifâde edilmektedir.(50)

Netice itibariyle şunu söylemek mümkündür ki, Mevlânâ düşüncesinin temelini oluşturan aşk semâ’ın da yegâne kaynağı ve sebebidir. Onun bu derece semâ’a düşkün oluşunun sebebi de aşktır. Çünkü, “Aşk; semâ’ı artırır!”(51) Ve onun nihâî amacını ifâde ettiği bir rübâîsi ile konuyu bitirelim:

Her nereye başımı koysam, secde edilecek ancak O’dur!

Altı cihette ve altı cihetten dışarıda da ma’bûd ancak O’dur!

Bağ, gül, bülbül, semâ’ hep birer bahanedir,

Bunların hepsinden de maksat hep O’dur!(52)

1 Süleyman Uludağ, İslâm Açısından Mûsikî ve Semâ’, Bursa 1992,5.357-358.
2 Mesnevi, IV, 61 (b. 742)
3 Mesnevi, III, 8-9 (b. 96-100)
4 Mesnevi, I, 108 (b. 1342-48)
5 Schinımel, “Sema’-i Semavî”, AÜİFD, sy. 3, s. 24-25.
6 Bk., Uludağ, İslâm Acısından Mûsikî ve Semâ’, s. 331-342.
7 Mesnevi, IV, 60-61 (b. 731-737)

8 Dîvânı Kebîr, Külliyâtı Divân-ı Şems, I-II (nsr. Bedîuz zeman Firûzanfer) Tahran 1377,1,6120. (g. 1832).
9 Mesnevi, IV, 60-61 (b. 731-733)

10 Mesnevi, IV, 61 (b. 742)
11 “Eflâkî, Ahmet, Ariflerin Menkıbeleri, I-II, (trc. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1989,1, 307.

12 Sipehsâlar, Risale, s. 73.
13 ‘Rubailer, (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara 1982.s. 55.
14 Mesnevî, 1,225 (b. 2800)
15 Uludağ, a.g.e.,s. 361.
16 Eflâkî, a.g.e.. I, 524; Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’1-Üns min Hadarâti’1-Kuds, İstanbul 1980, s. 518; Schimmel, The Triumphal  Sun, A Study of the Works of Jalâloddin Rûmî, New York 1993, s. 210.
17 Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1953.S. 78.

18 Uludağ, a.g.e.,s. 360.
19 Dîvân-ı Kebîr, I, 526 (g. 1355); 727. (g. 1936)

20 Dîvân-ı Kebîr, II, 1081 (g. 2924).

21 Dîvân-ı Kebîr, I, 704 (g. 1867).

22 el-Â’râf, 7/143.

23 Mesnevi, 1, 69 (b. 867)

24 Divân-ı Kebîr, II, 829. (g. 2327).

25 Mesnevî, I, 1-2 (b., 1-18)

26 Rubailer, s. 95.

27 Rubailer, s. 40.
28 Rubailer, s. 26.

29 Rubailer, s. 55.
30 Rubailer, s. 131.

31 Rubâîler, s. 25-26.

32Rubâîler, s. 217.
33 Fihi Mâ Fihi, (trc. Meliha Ülker Anbaraoglu), İstanbul 19120, s. 213.

34 Rubâiler, s. 118.

35 Rubâîler, s. 118.
36 Rubailer, s. 24.

37 Eflâkî, a.g.e. 1, 277.
38 el-Â’râf, 7/172.
39 Can Şefik, Dîvân-ı Kebir, Seçmeler, II, 377.

40 Dîvân-ı Kebîr, 1,654-655 (g. 1734); Can Şefik, Dîvân-ı Kebir, Seçmeler, II, 365-366.

41 Dîvân-ı Kebîr, I, 504 (g. 1295); Can Şefik, Dîvân-ı Kebîr, Seçmeler, II, 163-164.
42 Dîvân-ı Kebîr, I, 170 (g. 339); Can Şefik, Dîvân-ı Kebîr, Seçmeler. I, 223-224.
43 Araz, Nezih, “Çağdaş Kavramlar Işığında Semâ”, 1. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi, Konya 1988, 234.
44 Araz, a.g.m., s. 237.
45 Araz,a.g.m.,s. 238.

46 en-Necm, 53/9.
47 Çam Ömer, “Mevlânâ’nın Etkileri, Ritm Psikolojisi ve Semâsı”, 4. MMK, Konya 1991s. 171-175.
48 Bayraktar Mehmet, “Semâ’da Anlatılanlar”, Mevlânâ ile ilgili Yazılardan Seçmeler, Vedat Genç, M.E.B. Yay s. 46-48.
49 Jean R. Michot, İbni Sina’nın Bakış açısıyla Mevlevi Semâ’ının Değerlendirilmesi” 6. MMK, s. 25-33.
50 Jean R. Michot, a.g.m., s. 33.

51 Eflâkî, a.g.e., 1,471.

52 Can Şefik, Dîvân-ı Kebîr, Seçmeler.IV, 62.

ETİKETLER: