MEVLANA’NIN ESERLERİNDE SABRIN HİKMETLERİ

A+
A-

 

MEVLANA’NIN ESERLERİNDE SABRIN HİKMETLERİ

İnsan hayatı için tıbbî, dinî, felsefî, edebî birçok tanım yapılmıştır. Kabaca ve uç noktalarda bir diğer tarif de hayatın gözyaşları ve kahkahaların karışımı olduğuna dairdir. Ancak bu karışım dengeli değil; gözyaşının, acının, kederin çok; kahkahanın, neşenin az miktarıyla oluşmuştur. Hayata ağlayarak başlayan insanoğlu küçük büyük birçok sıkıntıyla yaşamını sürdürürken; kendisini daima sevincin ve huzurun peşinden koşarken bulmuştur. Özellikle hayat şartlarının ağırlaştığı günümüzde bu ihtiyaç daha da artmış; ayrıca tüm hastalıkların zihinsel ve ruhsal sebeplere dayandığı tarzındaki görüşler ve yaşama sevincinin bağışıklık sistemi üzerindeki olumlu tesirlerinin tespiti çağımız insanlarının mutluluk arayışını hızlandırmıştır. İnsanların hem özel hem de iş hayatlarında stresten uzak, mutlu, huzurlu, başarılı, verimli olmaları; özgüvenlerinin artması, problemlere çözüm bulmaları, zamanı yönetme ve kişisel ilişkilerde empatik davranma kabiliyetini kazanmaları gibi hususları konu edinen kişisel gelişime dair kitaplar artık çok satan kitaplar hâline gelmiştir.

Bu tür eserleri incelediğimiz zaman sevgi kapasitenizi artırın, sabır egzersizleri yapın, yalnız olmadığınızı hissedin, yüce yaratıcıya güvenin, insanlara iyilik yapın gibi öğüt ve tavsiyelerin gerçekte bize hiç de yabancı olmadığını rahatlıkla müşahede edebiliriz. Zira şükür, tevekkül, sabır, sevgi, alçak gönüllülük, cömertlik, diğergamlık, duanın ve inancın gücü gibi konular İslâm dininin ve tasavvufun temel prensipleridir.

Bir gönül eğitimcisi olan Mevlânâ da; “Allah saklasın, bunu masal sanma. Bizim hâlimizdir, insanların hikâyesidir” (Mesnevî; I:3003) sözleriyle nitelendirdiği Mesnevî başta olmak üzere bütün eserlerinde insanlara rehberlik amacını güderken bu prensipler üzerinde durmuştur. Bu prensiplerden biri olan sabır; dert, musibet, sıkıntı, yoksulluk, hastalık ve ölüm türünden hayatımızda yer alan olumsuzluklara karşı ilk direnç noktası; dinî ve millî kültürümüzde insan hayatına yön veren önemli bir unsurdur. “Sabır acıdır, meyvesi tatlı”, “Sabırla koruk helva, dut yaprağı atlas olur”, “Sabreden derviş muradına ermiş”, “Sabreyle işine, hayır gelsin başına”, “Sabrın sonu selâmettir” gibi atasözleri sabrın kültürümüzdeki bu önemine işaret eder. “İmanın yarısı sabır, yarısı şükürdür” anlayışı, sabrın dinî kültürümüzdeki yerini gösterirken; Kuran-ı Kerim’de sabır kökünden gelen yüz üç kelime; sabrın gereğini ve faziletini dile getiren birçok âyet mevcuttur. Bu âyetlerde sabrın farz olan hususlarla birlikte anılması dikkati çeker. Bu âyetlerden birkaçına örnek vermek gerekirse: Lokman as’ın oğluna öğüdü olan; “Ey yavrucuğum; namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman, 31/17) âyetinde sabrın, her Müslüman’ın sorumluluğu olan emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkerle birlikte anılması dikkati çeker. “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz) Allah’a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir” (Bakara, 2/45) âyetinde ise sabır aynı zamanda oruç anlamını yüklenir ve namazla birlikte ele alınır. “Ey iman edenler sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir” (Bakara, 2/153) âyeti de sabır ve namazı bir araya getirirken, namazın müminin miracı olduğu gibi, sabredenleri de Cenab-ı Hakk’a yakınlıkla müjdeler. “Ey Muhammed! O ihlaslı ve mütevazı insanları müjdele. Onlar öyle kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, başlarına gelenlere sabrederler, namaz kılarlar ve kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden Allah için harcarlar” (Hac, 22/34-35) âyetinde sabır; namaz ve zekat yanında her Müslüman’ın vasfı olması gereken ihlas ve tevazuyla birlikte anılır. “O hâlde Resulüm; peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret, acele etme” (Ahkâf, 46/35) âyetinde de sabrın; Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ, Hz. Muhammed gibi ulü’l-azm peygamberlerin özelliği olduğuna dikkat çekilir.

Sabır konusu hadis-i şeriflerde de ele alınır. “Müminin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu yalnız mümine vergidir. Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Herhangi bir sıkıntıya maruz kalsa sabreder, bu da onun için hayırlı olur” v“İmanın en üstün derecesi, her durumda özellikle sıkıntılı anlarda sabretmek ve cömert olmaktır” gibi hadisler sabrın gereğini ve önemini dile getirir. Bir diğer hadiste de Hz. Peygamber’e en üstün amel nedir diye sorulmuş, cevabı; “Semahat (hoşgörü, müsamaha) ve sabırdır” olmuştur. Hz. İsa’nın da “Hoşlanmadığınıza sabretmedikçe hoşlandığınızı elde edemezsiniz.” sözü meşhurdur.

Bu âyetlerin, hadislerin ve hayat tecrübelerinin gösterdiği gibi dünyevî ve uhrevî her başarının, mutluluğun temeli sabır; imanın, ahlâkın, ilmin, salih amelin, hikmetin; kısaca iyi ve güzel bütün işlerin başı sabırdır. Sabretmeden bunlara ulaşmak mümkün değildir. Zira sabırsızlık, acele etmek, her şeyi bir anda istemek yaratılış kanununa aykırıdır. Malumdur ki “Cennet anaların ayakları altındadır”hadisine mazhar olan annelik; sevgi, şefkat yanında, hamilelik, doğum ve çocuğu büyütme süreci itibariyle sabrın başarısıdır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zümer, 39/9) âyetindeki şerefe nail olan âlimler, ilim tahsil etmenin güçlüğüne sabreden insanlardır. “Oruç benim içindir ve mükafatını ancak ben veririm” kudsî hadisindeki mükafata hak kazananlar sabrın mihenk taşı sayılan oruca devam edenlerdir.

Önemine Kuran-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin açıkça işaret ettiği sabır; nefsin iyi bir iş yapması veya kötülüklerden kaçınması için acıya, meşakkate tahammül kuvvetidir. Sabır, dinen üçe ayrılır: İbadete sabır, masiyete sabır, musibete sabır. İbadete sabır, ibadetlerin meşakkatine sabretmektir. Âdeta tedavi için acı ilaçlar içmeye benzer. Masiyete sabır ise günah işlemekten, haramlara el uzatmaktan kaçınma, bunlara mukavemet göstermektir. Bu da görünüşü güzel ancak zehirli tatlılardan uzak durmaya benzetilir. Musibete sabır ise sabrın en zorudur, çetin bir sınavdır. İkiye ayrılır: İnsanlardan gelen ve giderilmesi elde olmayan musibetlere yani haksızlığa uğramak, iftiraya maruz kalmak, zulüm görmek gibi hâllere sabretmektir ki peygamberlerin müşriklere sabrı bu türdendir. Diğeri de, kurtulmanın insanın elinde olmadığı; sevdiklerinin ölümü, hastalık, malının telef olması, tabiî âfetler gibi musibetlere, doğrudan Allah’tan gelen dertlere sabırdır.

Musibete sabır zordur. Zira insanın âcizlik ve belirsizlik içine düştüğü zor bir durumdur, kurtulmak elde değildir. Gönülde büyük kedere, derin acıya sebep olan bu durumlarda zaman durur, başımıza gelen olayın hikmetine vâkıf olamadığımız için çaresizlik içinde kalırız. İşte musibete sabır böyle durumlarda insanın kendisine hâkim olması, öfkeye kapılarak kızgın davranışlara girmemesi, dili şikâyetten, uzuvları yanlış hareketlerden koruması, isyandan ve edepsizlikten kaçınmasıdır. Ancak insanın üzülmesi, ağlaması doğaldır. Hz. Peygamber de, oğlu İbrahim’i kaybettiği vakit göz yaşı dökmüş; “Kalp üzülür, gözlerden yaş gelir, ancak şikâyet yoktur” demiştir. Böyle anlarda kul derdini Allah’a arz eder, kurtulmak için yalvarır, yakarır, niyaz eder. Kulun tevekkülle yalnızca Allah’tan yardım dilemesi, samimi dualar etmesi Cenab-ı Hakk’ın hoşuna gider. Nitekim sabrın timsali Hz. Eyüp; “Rabbim gerçekten bana zarar dokundu, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” (Enbiya, 21/83) niyazıyla el açınca duası kabul görmüştür.

Sabırlı olmanın, özellikle de musibete sabretmenin kolay olmadığını belirtmiştik; ancak unutulmamalıdır ki sabır; yanında tahammül, azim, sebat, metanet, hoşgörü, merhamet ve tevazuu getirir. Sabırsızlık ise; isyan, edepsizlik, güçsüzlük ve pişmanlığa sebeptir. Geçmişimize dönüp baktığımız zaman sabırsızlık ettiğimiz olaylar için pişmanlık duyarken, sabırlı davrandığımız için asla pişman olmadığımızı düşünürüz.

Mevlânâ sabır konusunu Mesnevî ve Fîhi Mâfih gibi eserlerinde çok farklı yönlerden ele alır ve ibadet ve masiyete sabırdan ziyade musibete sabır konusunu işler. Yetişkin ve belli kültür seviyesine ulaşmış insanlar için kaleme alınmış bu eserlerde asırlardır ve özellikle de günümüz insanının problemi olan sıkıntılara, bunalımlara, depresyonlara karşı koymayı, güçlü olmayı, tahammülümüzü artırmak için ufkumuzu geliştirecek, bizi olaylara at gözlüğüyle bakmaktan kurtaracak örnekler verilir ve Mevlânâ musibete sabrın hikmetlerini anlatır, bizim için sabrı kolaylaştırır. Öncelikle Mevlânâ, sabrın önemini şu ifadelerle belirtir:

“Sabır iman yüzünden baş tacı olur. Sabrı olmayanın imanı da yoktur. Peygamber ‘Sabrı olmayanın imanı tamam değildir’ demiştir.” (Mesnevî, II: 606-607)

“Acelecilik, çabukluk şeytanın hilesindendir. Sabır ve hesaplı olmaksa Cenab-ı Hakk’ın lutfudur.” (Mesnevî, V/2579)

“Tespihlerinin ruhu sabırdır. Sabır, başlı başına bir tespihtir. O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabırlı ol. ‘Sabır, kurtuluşun anahtarıdır’ Sabır, sırat gibi insanı cennete ulaştırır.” (Mesnevî, II/3175-3177)

Hakiki bir rehber olan Mevlânâ; sabrın önemini, değerini ve hikmetlerini ise çok farklı bakış açılarından ele alır. Bunlar aşağıda kısaca belirtilmektedir:

Allah sevdiklerine dert verir

“İnsanların en çetin belâya uğrayanları peygamberlerdir, sonra temiz kişiler gelir, sonra da onlara benzeyenler, benzeyenlere benzeyenler belâya uğrarlar” hadisinde bildirildiği gibi insanın başına gelen musibetler sebepsiz değildir ve netice itibariyle bir lütuftur, öyleyse kulun yapması gereken böyle durumlarda sabretmek, yalnızca Allah’tan yardım dilemektir. Mevlânâ izah eder:

“Hikâye ederlerdi ki, ulu Tanrı: ‘Ey benim kulum! Senin ihtiyacını ve dileğini yalvarmanla, dua etmenle çabucak yerine getirirdim; fakat senin yalvarış ve inleyişinin sesi hoşuma gidiyor, işte daha çok ağlayıp inlemen ve sesini daha çok duymam için dileğini yerine geç getiriyorum’ buyuruyor. Meselâ bir adamın evinin kapısına iki fakir geldi. Biri hoşa giden, sevimli ve beğenilen bir tip; öbürü ise tamamen bunun aksine çirkin ve sevimsiz. Ev sahibi uşağına: ‘O sevimsiz olanına bir parça ekmek ver de, hemen kapımızdan uzaklaşsın.’ der. Sevimli olanına ise: ‘Daha ekmek pişirmediler. Pişip gelinceye kadar bekle.’ diye vaatte bulunulur.” (Fîhi Mâfih, 57-58)

Diğer taraftan sağlık ve varlık Allah’la kul arasında iki perdedir. İnsan hastalanınca veya malına mülküne bir ziyan gelince Allah’ı daha çok hatırlamaya başlar, duaları daha sıcak olur, Cenab-ı Hakk’a samimiyetle niyaz eder. Mevlânâ bu konuda Firavun’u örnek verir: Cenab-ı Hak Firavun’a dört yüz yıl ömür, saltanat, mal mülk vermiş, her arzusunun yerine gelmesini sağlamıştır. Bunların hepsi onun Allah ile arasındaki perdeleri kalınlaştırmış, kendisi tanrılık iddiasında bulunmuştur. Hatta öyle ki Cenab-ı Hak Firavun’un kendisini anmaması için hiçbir isteğini yerine getirmezlik etmemiş, ona küçük bir baş ağrısı bile vermemiştir. (Fîhi Mâfih, 354-355)

Dertler insanı olgunlaştırır

Bu husus doğuda ve batıda bütün dünyada geçerli bir gerçektir. Eckhart’ın; “İnsanı olgunluğa götüren en hızlı at ıstıraptır” ve Balzac’ın;“Her ıstırabın öğrettiği bir şey vardır” tarzındaki benzer ifadeleri bu görüşü teyid eder. Mevlânâ bu konuyu da ele alır:

“Kul, gece gündüz Hakk’a ağlayıp yakarır, derdinden dolayı yüzlerce şikâyette bulunur.

Cenab-ı Hak da ona: ‘Ey bîçâre, dert ve mihnet seni doğru yola çıkarır.

Ey kusurlarla dolu olan; şikâyetini, seni bizden uzaklaştıran nimetlerden et.’

Gerçekte her düşman, sana bir ilaç, faydalı ve ferahlandırıcı bir kimyadır.

Zira onlardan kaçar, Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve yardımlarına iltica edersin.

Seni Hak’tan başka şeylerle meşgul eden dostlarınsa, hakikatte düşmanlarındır.

Porsuk adında bir hayvan vardır, boyuna dayak yedikçe semirir.

Onu dövdükçe daha iyileşir, sopa vuruldukça semizleşir!

Gerçekten müminin nefsi de bir porsuk gibidir, zahmet ve mihnet onu güzelleştirir, semirtir.

Bu sebepten peygamberler cevr ü cefaya uğramış, halktan daha çok meşakkat çekmişlerdir. 

Zira canları da diğer canlardan daha temiz, daha üstündü. Onun için başkaları, onların çektiğini çekmedi.

Deri, ilaçlarla belâlara katlanıp, sonunda öyle Tâif derisi gibi güzelleşir. 

Ona acı ve keskin ilaçlar sürülmeseydi, tamamen işe yaramaz ve pis pis kokardı.

İnsan da tabaklanmamış deri gibidir; rutubetten bozulur, ağır ağır kokar.

Sen ona bol bol acı ve keskin ilaçları sür de; o, güzelleşip, temizleşip, kıymetlensin.

Buna gücün yetmezse, Cenab-ı Hak sana istediğinin dışında bir maraz verince ona rıza gösterip sabret.

Dosttan gelen belâ seni temizler. O’nun ilmi senin tedbirinden üstündür.” (Mesnevî, IV:91-107)

Dertler kul için imtihandır

Altın ateşte, insan mihnette belli olur. İnsanın gerçek şahsiyeti dertlerle denendiği zaman ortaya çıkar. Mevlânâ kısaca açıklar:

“Dost, hiç dostun zahmetinden kaçar mı? O zahmet içtir, dostluksa onun kabuğu.

Gam çeken dost için muhabbetin şartı mihnete, derde, belâya katlanmaktır. 

Dost altın, belâ da ateş gibidir. Ayarı hâlis olan altın ateşe razıdır.” (Mesnevî, II:1472-74)

Küçük sıkıntılar büyük belâlara manidir

Mevlânâ bu konuyu hikâye ile anlatır. Bir adam Hz. Mûsâ’dan kendisine hayvanların dilini öğretmesini ister. Hz. Mûsâ, bu isteğin tehlikeli olduğunu, herkesin buna tahammül edecek gücü olmadığını söylerse de adam ısrar eder. Bunun üzerine Cenab-ı Hak’tan, Hz. Mûsâ’ya onu üzmemesi, dileğinin hiç olmazsa bir kısmının yerine getirilmesi için vahiy gelir. Hz. Mûsâ adama yalnızca evindeki köpekle horozun dilini öğretir. Bir sabah adam hevesle bu hayvanların konuşmasını dinlemek için bahçeye çıkar. Evin hizmetçisi sofra örtüsünü bahçeye silkerken bir parça ekmek yere düşer ve horoz hemen bu parçayı kapar. Köpek, horoza onun kırıntıları da yiyebileceğini, o parçanın kendisine münasip olduğunu söyler. Horoz, köpeğe üzülmemesini, o gün ev sahibinin atının öleceğini ve köpeğin bol yiyeceğe kavuşacağını söyler. Bunu işiten adam derhâl pazara gider, atını satar. Ertesi sabah aynı hadise tekrar eder. Köpek, horozu yalancılıkla suçlar. Horoz; atın satıldığını, ev sahibinin ziyanı başkasına yüklediğini, ancak o gün katırın öleceğini ve bütün hayvanlara ziyafet olacağını söyler. Bunu duyan adam katırı da satar. Üçüncü gün hadise tekrarlanır, horoz bu kez de evdeki kölenin öleceğini, yoksullara, köpeklere bol ekmek dağıtılacağını söyler. Adam köleyi de elden çıkarır. Diğer yandan üç belâdan da kurtulduğu için sevinmektedir. Dördüncü gün gelir. Açlıktan hâlsiz kalan köpek sitemde bulununca; horoz ev sahibinin her üç ziyanı da savuşturduğunu, ancak bu defa sıranın ona geldiğini; atın, katırın ve kölenin ölümlerinin kendisine gelecek kazayı def etmek için olduğunu fakat hırsa kapılan sahiplerinin bunu kabullenmediği için öleceğini, birçok yemeklerin yapılacağını, kurban kesilip yoksulların, hayvanların doyurulacağını dile getirir. Adam pişmanlık ve korkuyla Hz. Mûsâ’ya gider, canının bağışlanmasını ister. Hz. Mûsâ, atılan okun geri dönmeyeceği gibi, kazaya mani olmanın da imkânsız olduğunu anlatır, elinden gelen tek şeyin onun imanla ölmesi için dua etmek olduğunu bildirir. Adamcağız durumun ciddiyetini anlayınca korkusundan hastalanır ve ölür.

“Sen burnunu kanatmak istemezsin ama burnun kanar. Bu kanayış sana sağlık verir.” (Mesnevî, III:3438)

Bu hikâyeden de anlaşılacağı üzere insanoğlunun başına gelen bazı dertler, onu daha büyük musibetlerden korumak için âdetâ paratoner vazifesi görür. Günlük hayatımızdaki küçük tersliklerin sonuçta bizim için ne kadar hayırlı olduğunu sonradan anlamışızdır. Basında uçağa yetişemediği için üzülen, ancak bineceği uçağın düştüğünü ve hiç kimsenin kurtulamadığını öğrenen insanlara dair haberler çıkar. İşte bu sebeple bir problemle karşılaşınca önyargılı davranmadan sonunu beklemek, sabır ve tevekkülle bu işin bir hikmeti olduğunu düşünmek gerekir.

Külfetsiz nimet, zahmetsiz rahmet olmaz

Engel ve zorluklar hayatın icabıdır. Unutulmamalıdır ki boş oturan insan zorluklarla karşılaşmaz ancak başarma ve gelişme arzusunu duyan insanlar sıkıntıya göğüs germek zorundadır. Ayrıca her sorun bir fırsattır. Mevlânâ bu konuyu da ele alır: “Dert daima insana yol gösterir. Dünyadaki her iş için, insanın içinde ona karşı bir aşk, bir heves ve dert olmazsa; insan o işi yapmaz ve o iş dertsiz, zahmetsiz olarak ona müyesser olmaz. İster dünya, ister âhiret, ister padişahlık, ister ilim, ister astronomi ve ister başka işler için olsun hepsi için, bu böyledir.” (Fîhi Mâfih, 33)

Mevlânâ konu ayrıca bir hikâye ile izah eder: Kazvinli bir yiğit omzuna kükremiş bir aslan dövmesi yaptırmak ister. Tellak dövmeye başlayınca genç iğnenin acısına dayanamaz. Tellake hangi uzuvdan başladığını sorar. Tellak kuyruğu deyince, kuyruk hiç de lüzumlu değil, bu aslan kuyruksuz olsun der. Tellak yeniden işe başlar, acıya dayanamayan genç yine sorar, tellak kulağı işlediğini söyler. Kazvinli “Varsın kulağa olmasın” der. Tellak başka bir uzva başlar, genç feryatla sorar: “Bu aslanın hangi uzvudur” Tellak “Karnıdır” der. Kazvinli genç “Bu aslan karınsız olsun” deyince tellak iğnesini fırlatıp: “Kim dünyada böyle bir şey görmüştür. Kulaksız, karınsız ve kuyruksuz acayip bir aslan. Cenab-ı Hak bile böyle bir aslan yaratmamıştır.” der.

“Ey kardeş, iğnenin acısına sabret ki, nefis kâfirinin iğnesini kırasın.” (Mesnevî, I/3085-3106)

“Rahatın aslı meşakkat, nimetin başı acılıktır. Cennet, hoşa gitmeyen şeylerle örtülmüştür.” (Mesnevî, II/1854-1855)

“Yürü; derdi seç, derdi seç,

Çünkü bundan başka bir çâre bilmiyorum ben…

Varım yoğum yok diye gönlünü daraltma,

Derdin yoksa buna hüzünlen asıl…” (Rubâîler, 172)

Dertler günahtan arınmanın, mânen yükselmenin bir yoludur

“Mümine isabet eden hiçbir ağrı, yorgunluk, hastalık, üzüntü hatta ufak bir tasa yoktur ki, Allah o musibet ile kulun günahlarından bir kısmını silmesin” hadis-i şerifinde bildirildiği gibi musibetler günahlara kefarettir. Bir diğer hadiste de; “Allah bir kulu için hayır dilerse, onun günahının cezasını dünyada verir” denilmekte, başımıza gelen belaların âhiretteki derecemizi yükselteceğine işaret edilmektedir. Mevlânâ konuyu küçük bir örnekle özetler: “Meselâ bir halıyı, tozunu temizlemek için değnekle döverler. Akıllılar buna paylama demezler. Fakat kendi sevdiği birini veya çocuğunu döverlerse, ona itâb (paylama) derler. Sevginin delili işte böyle yerde meydana çıkar. Bu yüzden mâdemki kendinde bir dert ve pişmanlık hissediyorsun, bu Tanrı’nın sana olan inayetinin ve sevgisinin bir delilidir.” (Fîhi Mâfih, 36)

Her sıkıntı, güçlük sabırla ortadan kalkar

“Sabır genişliğin anahtarıdır” hadisinin de bildirdiği gibi, sabır bütün zorlukları gideren, insanı sıkıntıdan ferahlığa taşıyan bir meziyettir. Mevlânâ sabrın neticesindeki bu hikmeti de izah eder:

“Sabret, zira sabırla güçlük kalkar. Sabır, ferahlığın anahtarıdır.” (Mesnevî, III: 1848)

“Sabır, mübarek bir şey; daima insandan üzüntüyü giderir.” (Mesnevî, III: 1859)

“Gönüldeki her ferahlığın sebebi bir sıkıntıya bağlıdır.” (Mesnevî, III: 2312)

“Nerede bir dert varsa, deva oraya, nerede bir yoksul varsa nimet oraya gider.”(Mesnevî, II: 3232)

“Ağrı, sızı ve hastalık hazinedir. Rahmetler ondadır. Deri yırtıldı mı iç tazelenir.”(Mesnevî, II: 2282)

Sabır şükrün göstergesi ve olgun insanın vasfıdır

Sabır, olgun insanların göstereceği bir davranış şeklidir. Unutulmamalıdır ki Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden birisi de “Sabûr”dur, ancak bu ismin Esmâ-i Hüsnâ’nın en sonunda yer alması bu hasletin zorluğuna, herkesin bu meziyete kolayca sahip olamayacağına işaret eder. Kâmil imana sahip, “Lutfun da hoş, kahrın da hoş” diyebilmenin yüceliğine ulaşan insanlar sabrın güzel örneklerini sergiler. Mevlânâ konuyu fevkalade güzel bir örnekle açıklar: Lokman’ın efendisine bir karpuz hediye etmişlerdi. Lokman’ı çok seven efendisi karpuzdan bir dilim kesip Lokman’a verir. Lokman şeker yer gibi karpuzu yer. Onun zevkle yediğini gören efendisi bir dilim daha verir. Onu da yer. Dilimler böylece on yediyi bulur. Efendisi Lokman’ı istekle yer görünce bir dilim de kendisi yemek ister. Ama yer yemez karpuz ağzını yakar. Bir müddet konuşamaz. Sonra Lokman’a neden karpuzun acı olduğunu söylemediğini sorar. Lokman: “Senin sunduğun bir şeye acıdır demek ayıptır. Bana bunca nimet vermişken, bir acı lokmaya katlanamazsam başıma toprak” der. (Mesnevî, II: 1525-1545)

Mevlânâ’nın sabrın hikmetleri konusundaki Kuranî bir örneği de 103. sure olan Ve’l-Asr Suresi’dir. İmam Şâfiî’nin; “Başka bir şey nazil olmasaydı, Kuran’dan bu sure yeterdi” dediği, Ve’l-Asr, Kuran-ı Kerim’in bütün nasihatlerini özetler mahiyettedir. Mehmet Âkif Ersoy surenin önemini şu mısralarla belirtir:

“Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken

Mutlaka Sûre-i Ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh

Başta îmân-ı hakîkî geliyor sonra salâh

Sonra hak sonra sebat. İşte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık”

Surenin meali şöyledir: “Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” Mevlânâ’nın sabrın hikmetlerine ve sabretmenin faziletine dair sözlerini ashabın âdetine uyarak noktalayabiliriz:

“Sabır Hakk’ın adıyla beraber geçiyor. Ve’l-Asr Suresi’nin sonunu oku da gör.

Cenab-ı Hak, yüz binlerce kimya yarattı ama sabır kimyasına benzer var mı ya?” (Mesnevî, III: 1860-1861)

Kaynaklar:

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi, Haz. Âmil Çelebioğlu, C.I-VI, İstanbul 1967-1972.
Mevlânâ Celâleddin, Rubâîler, Haz.: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1964.
Mevlânâ, Fîhi Mâfih, Çev.:Meliha Ülker Tarıkahya (Anbarcıoğlu), İstanbul 1985.