Mevlânâ’nın Eğitimi, Manevi Doğuş, Gizli Hazine ve Değişim – Fahri ÖZPARLAK

A+
A-

Mevlânâ’nın Eğitimi, Manevi Doğuş, Gizli Hazine ve Değişim

Fahri ÖZPARLAK

İnsanın Evrimi

“Hayatın sürdüğü dünyaya geldiğin anda,

Bir merdiven konuldu önüne kaçabilmen için

Önceleri, madendin, sonraları nebat idin.

Nihayet hayvan oldun, bunu nasıl bilmezsin,

Daha sonra bilgi, akıl ve inançla donatılmış insana dönüştün;

Topraktan gelen bu vücuda iyice bak: ne kadar mükemmel oldu!

İnsan halini aştığın zaman hiç şüphesiz bir melek olacaksın;

O zaman yerle ilişkini keseceksin; senin yerin gökyüzü olacak.

Melek halini de aş: Bu okyanusa dal ki

Su damlacığın bir derya olabilsin…1

Aynı şekilde Mesnevî’de Tanrı’ya dönmeden önce ruhun aşmak zorunda olduğu çeşitli merhaleler ve bu değişmelerin beraberindeki bilinçsizlik durumu da tasvir edilmiştir.

“İnsan önce cansızlar ülkesine gelmiş, oradan nebatat alemine geçmiştir. Yıllarca nebat olmuş, bu alemde ömür sürmüştür de cansız şeylerin zıddı olduğu halde bir zamanlar cansızlar ülkesinde bulunduğunu hatırına bile getirmemiştir. Nebatlıktan hayvanlığa geçince de nebat olduğu zamanki halini hiç hatırlamadı. Yalnız yeşilliğe karşı bir meyli vardır… hele bahar gelip de çiçekler açıldı mı! Tıpkı çocukların analarına meyilleri gibi. Fakat çocuk anasına, ana sütüne neden meylediyor bu sırrı bilmez ve derviş de manevi pire meyleder; dervişin cüz’i aklı külli akıldan gelir… Sonra insan, hayvanlıktan insan haline girmiştir; önceki ruhlarını hatırlamadığı gibi bu ruhunun da değişeceğini aklına bile getirmez 2

Yanılgı Âlemi

“Kişi yolculuğa çıkmaya karar verdiği zaman mantıklı planlar yapar ve kendi kendine şöyle der: “Eğer oraya gidersem bir sürü güzel ve iyi işlere kavuşacağım; hayatım düzene girecek, dostlarım sevinecek, düşmanlarım çatlayacak.” O böyle planlar yapar fakat Tanrı’nın takdiri başkadır. Uzun uzun düşünür, taşınır ve ne yapacağını tasarlar. Fakat bu planlarından hiç biri istediği gibi gerçekleşmez. Buna rağmen her zaman kendi düşüncesine ve kendi hür iradesine güvenir.

Rüyasında yabancı bir şehirde bulunduğunu ve kimseyi tanımadığını hiç kimsenin de kendisini tanımadığını gören birinin durumu buna bir örnektir. Yönünü bilmeksizin başıboş dolaşır durur. Bu adamın sıkıntıları, üzüntüleri vardır, kendi kendine konuşur: “Niçin bu şehre geldim ki, burada ne bir tanıdığım, ne de bir dostum var” Ve ellerini sıkar, dudaklarını ısırır. Uyandığı vakit ne şehri ne de insanları görür. Anlar ki bu üzüntüler, bu sıkıntılar boşunaymış. İçinde bulunduğu bu duruma canı sıkılır ve bunun da faydasız olduğunu anlar. Bir başka zaman, yeniden rüya görmeye koyulduğu zaman tesadüfen kendini yine bu şehirde görür ve yine sıkıntıları, üzüntüleri başlar ve buraya geldiğine söylenir durur. Daha önceki durumda bütün bu sıkıntıların boşuna olduğunu ve hepsinin boş bir rüyadan ibaret olduğunu anladığı zaman duyduğu üzüntüyü hiç hatırlamaz bile. Şimdi bunun anlamı şudur: İnsanlar kendi iradelerinin ve kendi tasarılarının başarısızlığa uğradığını ve hiçbir şeyin kendi arzuları doğrultusunda gerçekleşmediğini bin kez gördüler; bunları unutturan Yüce Allah’tır; her şeyi unuturlar ve kendi fikirlerine ve hür iradelerine boyun eğerler. “Ey inananlar, sizi yaşatacak şeylere çağırdıkları zaman Allah’ın ve Resûlünün çağrısına koşun ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz O’nun huzuruna toplanacaksınız.”

Yok gibi görünen ama hakikatte var olan âlemle yok olduğu halde var görünen alemin mukayesesi.

“Tanrı yoku var ve debdebeli gösterdi, varı da yoklu şeklinde izhar etti.

Denizi örttü de köpüğü meydana çıkardı, rüzgarı örttü de sana tozu gösterdi.

Toprak bir minare gibi havada döne döne yücelir. Toprak kendiliğinden nasıl olur da yücelere çıkar.?      A illetli, toprağı yücelerde görüyorsun, fakat rüzgarı görmüyorsun, onu delil ile anlıyorsun.

Köpüğü her tarafa gider görmektesin. Fakat denizsiz köpük var olamaz ki.

Köpüğü duyunla görür, denizi de delil ile anlarsın. Düşünce gizlidir, söz ise ortada.

Biz ise yok etmeyi var olduğuna ispat sanmışız. Yoku gören bir gözümüz varmış meğer.

Uykulu göz hayalden ve yoktan başka ne görebilir ki?

Velhasıl azgınlıkla başımız dönmüş, şaşırıp kalmışız. Hakikat gizli olduğundan hayal meydana çıkmış.       Bu yoku Allah nasıl da gözümüzün önüne dikti? O hakikat nasıl oldu da gizlendi.

Aferin ey büyüler yapan üstad! Senden çekinenlere tortulu suyu saf gösterdin!

Büyücüler pazardakilerin gözleri önünde ay ışığını ölçüp biçerler de para alırlar, kâr ederler.

Bu ölçüp biçmeyle para kazanırlar. Halbuki alıcının elinden para da çıkar, kumaşı alamaz.

Bu alemde büyücüdür. Biz onda ticaret yapıyoruz, ondan ölçülüp biçilen ay ışığını alıyoruz…

Fakat ey tutsak, ömrünün parasını aldığı zaman, paradan da olursun, eline kumaş da geçmez, kesen de bomboş kalır.

Gerçeğe Yaklaşma

Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler.

Hayvanı görmek için o karanlık yere bir hayli adam toplandı.

Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkanı yoktu.

O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar.

Birisi hortumu eline geçirdi:”Bu yaratık bir oluğa benziyor.” Dedi.

Başka birinin eline kulağı geçti:”Bu bir yelpazeye benziyor” dedi.

Birisi de sırtını ellemişti:”Fil bir taht gibidir” dedi.

Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu.

Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi “dal” dedi, öbürü “elif”

Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık ortadan kalkardı.

Duygu gözü ancak, avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden elleyemez ki!

Denizi gören göz başka köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen.

Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete geçirir. Fakat ne şaşılacak şey, sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun da denizi görmüyorsun…!

Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizi içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz.

Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam, denizi gördün ama asıl denizin denizine bak.

Denizin de bir denizi var onu sürüp duruyor. Ruhun da bir ruhu var onu istediği tarafa çevirir. 4

Gerçek Bilgiyi Ortaya Çıkarma Yöntemi

Konu, ister dinleyicide zaman ötesinden işitilen bir çağrının yankısını uyandırarak sonsuzluğa ait melodilerin dünyevi hatırasını canlandıran semâ töreni olsun; ister öğütçülerin işaret edilenle algılanan gerçek arasındaki mesafeyi düşündürmeyi amaçlayan sembolik anlatımları olsun; isterse müridin kendisinin bilmediğini sandığı gerçekleri büyük bir incelikle hazırlamış soru cevap yöntemiyle bizzat müridin kendisine tarif ettirmeyi amaçlayan diyalektik metodu olsun, amaç her zaman bilinçlenmeyi sağlayacak bir uyanışı gerçekleştirmek olmuştur.

Bu sonuncusunun Sokrat tarafından kullanılan yöntem olduğu bilinmektedir. Menon diyalogu buna klasik bir örnektir.

“Sokrat: O halde bilmeyen birinin zihninde bilmediği şeylerin de var olduğuna dair doğru düşünceleri yok mudur?

“Menon:- Elbette vardır!

“Sokrat:- Ver şimdi, bu düşünceler onda bir rüya şeklinde yükselmektedir.” 5

Aynı şekilde Mesnevî’de, Musa’nın Allah’a dünyayı yarattıktan sonra neden onu tekrar yok ettiğini sorması anlatır:

Allah cevap verdi:”Bu sorduğun sorunun bilgisizlikten kaynaklanmadığını biliyorum.”

“Cevabını bildiğin halde, diğer insanlar bu soruyu anlayabilsin diye mahsus soruyorsun.”

“Zira soru sormak bilginin yarısıdır…”

Şeyh böylece müridini azar azar bilginin sütüyle besledi, ta ki yardımına ihtiyaç duymayıncaya kadar. Dış alemin şeyhi zaten aziz Augustin’in bahsettiği gibi bu iç alemin şeyhine, yani müridin iç dünyasını yönlendiren ruhuna yardımcı olur sadece. Zira şeyh doğru işaretler verdiği zaman müridin ruhunda bir şey ona gerçeği bildirir; o zaman ona, hiçbir şüpheye yer bırakmayan kesin bilgi gelir:

“Bu işaret senin hasta ruhun için merhem oluyor… O zaman şöyle diyeceksin:”Ey dostum, sen gerçeği söyledin… düş önüme.”

O halde, Mesnevî’nin dediği gibi “Allah’la oturmak (beraber olma) isteyen kişi sufilerle otursun (beraber olsun).”

Azizlerin muhabbetini tâ… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.

Ümitsizlikler diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma, güneşler var.

Gönül seni, gönül ehlinin diyarına çeker. Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdası al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali, bir ikbal sahibinden öğren! 6

Ruhun çağrısı daha şimdiden bir cevaptır, tıpkı duanın bizzat kendi cevabı olması gibi. Pascal gibi, Mevlânâ da “Dost arayan kişi onu o andan itibaren bulmuştur.” Diye buyurmaktadır.7 Zira hakikatte (dost) arayan Allah’tır.

Sonuçta her şey aşk üzerinedir. Kur’an da Allah, insana şah damarından daha yakındır denilmiştir. İnanan kişi, eğer seviyorsa onu kalbinde hisseder. Allah, peygamberin ağzıyla şöyle buyurmaktadır:

“Ben ne yerde ne gökteyim. Ben sadık kulumun kalbindeyim.”

Ve yine Allah şöyle buyurmaktadır: “Kulumun bana yaklaşması için kendisine gönderdiğim emirleri yerine getirmekten başka yol yoktur; ve kulum, tâ ki… Ben kendisini sevinceye kadar fazladan ibadetlerle bana yaklaşmaya devam eder. Ve ben onu sevdiğim zaman onun işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili, tutan eli olurum.”

Aşk

“Kim olursan ol ve hangi durumda bulunursan bulun her zaman bir aşık, tutkulu bir aşık olmaya çalış. Bir kere aşkı buldun mu, mezarda, kıyamet koptuğunda, sonsuza dek Cennet’te her zaman aşık olacaksın. Has buğday ektiğin vakit, has buğday şüphesiz bitecek, has buğday demet olacak ve has buğday ocakta kaynayacak.”      Mecnun Leyla’ya bir mektup yazman istiyordu. Bir kalem aldı ve şu mısraları yazdı:

“İsmin dudaklarımda

Hayalin gözlerimde

Hatıran kalbimdedir

Öyleyse ben kime yazayım?”

Hayalin gözlerimden gitmiyor, ismin dudaklarımın dışında değil, hatıran ruhumun derinliklerinde duruyor, madem ki sen bütün bu yerlerde geziniyorsun, o halde ben kime yazayım? Kalem kırıldı, kağıt yırtıldı. 8        Kalbi böyle sözlerle dolu olan çok insan vardır; aşık olmalarına ve bunu arayıp arzulamalarına rağmen, bunları kelimelerle, kalıplarla izah edemezler. Bu şaşılacak bir şey değildir ve aşka engel olamaz, zira kaynak kalptir, arzu, aşk ve tutkudur. Aynı şekilde çocuk sütünü sever ve ondan güç alır ve yine de sütü hakkında izahatlar veremez; ne aydınlatıcı bilgiler verebilir, ne de onu içmekten duyduğu zevki ve onu içmezse ne kadar zayıf olacağını izah edecek kelime bulabilir, halbuki ruhu onun aşığıdır ve onu şiddetle arzulamaktadır. Buna karşılık, yetişkin bir kişi sütün ne olduğunu bin türlü açıklasa da yine sütten hiçbir zevk almaz ve onun tadına varamaz.

Kalbin Aynası

Bizanslılarla, Çinliler Arasındaki Resim ve Portre Yapma Sanatı Konusundaki Tartışmanın Hikayesi Çinliler ” biz daha mahir ressamız” dediler Rum (Anadolu) halkı da dedi ki:”Bizim maharetimiz daha üstündür”.

Padişah “Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz dâvasında haklı” dedi.

Çinlilerle Rum diyarı ressamları hazırlandılar; Rum diyarının ressamları ilimlerine daha vakıf kişilerdi.

Çin ressamları “Bize hususi bir oda verin, bir oda da sizin olsun” dediler.

Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini Çin ressamları aldı, öbürünü de Rum ressamları.

Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Yüce padişah bunun üzerine hazinesini açtı.

Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekteydi.

Rum ressamları “Pas gidermekten başka ne resim işe yara, ne boya” dediler.

Kapıyı kapayıp duvarı cilalamaya başladılar. Gök gibi tertemiz, saf ve berrak bir hale getirdiler.

İki yüz çeşit renge boyamaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir, renksizlikse ay.

Buluta parlaklık ve ziya görürsen bil ki yıldızdan, aydan ve güneştendir.

Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine sevinmekteydiler.

Padişah kapıdan içeri girip odadaki resimleri gördü. Hepsi akıldan, idrakten öte, fevkalade güzel şeylerdi.

Ondan sonra Rum ressamların odasına gitti. Bir Rum ressamı, karşı odayı görmeye mani olan perdeyi kaldırdı.

Öbür odada Çin ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar, bu odanın cilalanmış duvarına vurdu. Orada ne varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi adeta göz alıyordu.

Oğul, Rum ressamlar sufilerdir. Onların ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur.

Ama gönüllerini adamakıllı cilalamışlar, istekten, hırstan, hasislikten ve kinden arınmışlardır.

O aynanın saflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönüle hadsiz hesapsız suretler aksedebilir.

Gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti, Musa’nın gönül aynasında parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde görünmüştür.

O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere ta en yüce gökten denizdeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz.

Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Halbuki gönlün aynasının hududu yoktur.

Burada akıl ya susar, yahut şaşırıp kalır. Sebebi de şu; Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?

Hem sayılı hem sayısız olan (hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan) gönülden başka her nakışın aksi geçip gider, ebedi değildir.

Fakat ezelden ebede kadar zuhur edegelen her yeni nakış, gönüle akseder orada perdesiz apaçık surette tecelli eder.

Gönüllerini cilalamış olanlar, renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler.

Onlar ilmin kabuğundaki nakışı bırakmışlar, Aynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır.

Sekiz cennettin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecelli eder.

Tanrı’nın doğruluk makamında oturanların, orasını yurt edinmelerin derecesi, arştan da yücedir, kürsüden de boşluktan da! 9

Gerçek Bilgi

Bir kral oğlunu, hüner sahibi bir topluluğa teslim etmiş, onlar da çocuğa yıldız bilgisi, toprak falı ve diğer bilgilerden öğretmişlerdi. Çocuk son derece aptal olduğu halde bu bilgileri öğrenip üstad oldu. Bir gün kral eline bir yüzük aldı ve oğlunu denemek için sordu: “Söyle bakalım avucumda ne var?” -Oğlu cevap verdi: “Elindeki yuvarlak, sarı ve içi boş bir şeydir.” Kral “Bu tahminler doğru fakat bunun gerçekten ne olduğunu söyle bana!” -” Bu bir kalbur olmalı”  diye cevap verdi prens. Kral şöyle dedi: “Alametleri o kadar doğru verdin ki, bilgi ve tahsilin gücü karşısında akıl hayretler içinde kaldı. Nasıl oldu da bir kalburun bir avucun içine sığamayacağını düşünemedin?”

Aynı şekilde zamanın bilginleri bilimlerde kılı kırk yarıyorlar; kendilerini ilgilendirmeyen şeyleri mükemmel biliyorlar ve onlara tamamen vakıftırlar. Kendi kendileri  hakkında ise hiçbir şey bilmiyorlar. “Buna müsaade edildi, buna edilmedi. Bu helal, bu helal değil” diyerek her şeyi helal ya da haram diye ayırıyorlar. Fakat kendi mahiyetleri hakkında neyin helal neyin haram, neyin temiz neyin pis olduğunu bilmiyorlar.

O halde bir şeyin dış görünüşünün oyuk, sarı, yuvarlak olması sadece bir tesadüftür. Eğer onu ateşe atarsan bu niteliklerinden hiçbir şey kalmaz. Saf bir cevher olur. İlimlerle, davranış ve sözle ilgili işaretler de böyledir. Düşünülen şeyle hiç de alâkalı değildirler ve her şey yok olduktan sonra geriye kalan bu cevherdir. İşte o bilginlerin alameti böyle olur. Bütün bu şeyleri söyleyip anlattıktan sonra kalburu avuç içine sığdırmaya kalkarlar. Çünkü onların esas olan şeylerden haberi yoktur. 10

Kutsal Kitapların Manevi Yorumu

“Bunu ilhama mashar olan, afakta, gayıp aleminde bulunan şeyleri yanındaymış gibi bilen kişi anlar.” Yahya’nın anası uzakta olmakla beraber Meryem’in yanında bulunabilir.

Vücut, göz göz olunca gözler kapalı olduğu halde de sevgilinin yüzü görülebilir.

Mamafih, baş gözüyle de görmediğini, can gözüyle de görmediğini farzet ne çıkar? Ey düşkün, sen kıssadan hisse almaya bak!11

Her halükarda, Musa ve Firavun’un hikayesi tecrübeli kişinin gözünde bir hikaye değildir: Manevi bir halin tarifidir.

Asî, bunlar öncekilerin aslı yok masallarıdır dedi ya… Kur’an hakkında söylenen bu söz nifak eseridir.

İçinde Tanrı ruhu olan Lamekân aleminde nerde geçmiş, nerde gelecek, nerde şimdi.

Geçmiş, gelecek sana göredir. Yoksa hakikatte ikisi de birdir, fakat sen iki sanırsın.

Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek için.

Yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam senin bugün ellerinde

Musa da sen de, Firavun da. Bu iki hasmı da kendinde ara sen.12

Manevi Doğuş

“Birisi ana rahmindeki çocuğa deseydi ki: “Dışarıda çok düzenli bir hayat var.

Yiyeceklerle, zevklerle doku, uçsuz bucaksız güzel bir toprak,

Dağlar, denizler, ovalar, hoş kokulu bağlar, bahçeler ve ekili tarlalar,

Aydınlık, yüce bir gök güneş, ayın parıltıları ve yüzlerce yıldız;

Güney rüzgarları, Kuzey rüzgarları, Batı rüzgarları bahçelere düğün, bayram havası estirmekte,

Bütün bunlardan başka daha ne güzellikler var; Niçin sen bu karanlıkta böyle zavallı kalıyorsun?

Neden hapis, pislik ve acı mekanı bu dar yerde kan içip duruyorsun?

Çocuk durumu gereği, inanmayacak bu haberciyi terk edecekti.

Şöyle diyecekti: “Bu saçma, bu bir aldatma ve yanıltmacadır”; zira gerçeği dinlemeyecekti.

Aynı şekilde, bu dünyada da, ermiş kişi bu dünyanın insanlarına şöyle der: “Bu dünya son derece karanlık ve dar bir çukurdur; dışarıdan bakılınca kokusuz, renksiz bir dünyadır.”

Sözlerinin hiçbiri, aralarından bir tanesinin bile kulağına girmedi, zira bu nefsani arzu kocaman sağlam bir set çekmişti.

Bu arzu kulağı tıkar, işitmeye engel olur; kendine bağlanma göze set çeker ve seyri engeller.

Çocuğun durumu da aynıdır; kaldığı bu bayağı yerdeki gıdası olan kana duyduğu arzu bu dünyadan haberlere kulak vermesini engellemekteydi.

Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled Velednâme’de demiştir ki insanoğlu iki defa doğsa gerektir: bir kere annesinden, bir kere de kendi bedeninden ve kendi varlığından. Beden bir yumurta gibidir: İnsanın özü aşk ateşi sayesinde bu yumurtanın içinde kuş olmalı; o zaman vücudundan kurtulacak ve ruhun ölümsüz dünyasına, oradan da sonsuzluk alemine uçacaktır. Sonra şöyle devam eder:

“Eğer imanın kuşu kendi özünden doğmazsa bu ölü bir doğuma benzer.”

Beden hapsindeki ruh, ana rahmindeki çocuk gibi uyuşmuştur; özgürlüğüne kavuşmayı beklemektedir. Bu doğuş ancak ruhun kendine gelmesi ve acının şuuruna varması sayesinde olgunlaştığı vakit gerçekleşecektir.

“Dert kendi içine bakışından doğacak ve bu dert onu hicaptan kurtaracak

Analar doğum acısını tatmadıkça, çocuğun doğmasına imkan yoktur.

Anam, yani bedenim can çekişmenin acıları sayesinde ruha hayat verecek…

Doğum ağrısı, gebeye derttir ama çocuk için zindanın yıkılması gibidir.13

Her tarafından uğultular, gürültüler yükselir, her sokakta meşaleler parlar.

Zira, bu akşam kargaşa dünyası sonsuzluk dünyasına hayat verir.

Mevlânâ’nın düşüncesindeki ana tema buradadır: “Izdırap dünyanın hakimi olmaktan daha iyidir” der, zira insan içinde hissettiği ızdırabından dolayı geceleri Allah’a yakarır. Dolayısıyla Mevlânâ her şeyden önce, bir yokluğun, bir bekleyişin, bir endişenin şuuruna varmanın gerekliliği üzerinde durur; arayışa götüren bulma arzusudur.

İnsana her konuda yol gösteren derttir. Bir iş için duyulan acı, tutku, istek gönlüne inmedikçe, insan asla ona doğru yönelmez. İster dünya, ister ahiret, ister ticaret, ister padişahlık, ister ilim, ister astronomi ve ister daha başka işlerde olsun hiçbiri dertsiz, zahmetsiz olarak gerçekleşmez. Meryem doğum sancılarını hissetmedikçe mutluluk ağacına yönelmedi. “Doğum sancısı onu bir hurma ağacının altına getirdi.” (Kur’an XIX,23). Bu onu ağaca yönetti ve kurumuş olan bu ağaç meyve vermeye durdu

“Vücut da Meryem gibidir ve her birimiz içimizde bir İsa’ya sahibiz. Eğer  bizde de bu dert peyda olursa bizim İsa’mız da doğar.”14

Dikkatimizin çekilmek istendiği ikinci husus, ten hapsinin ötesindeki şeyi aklın almasının imkansız olduğudur. Mevlânâ duyu organlarının algıladığıyla sınırlı kalan ve kendisini kuşatan gerçeklerden başka bir şey hayal etmeye muktedir olmayan ruhu, bir damla meni ile ya da doğacağı dünyadan habersiz çocukla mukayese eder.

Varlığın Bir Başka Boyutu

Rivayete göre Şemseddin adında bir muallim, semâ sırasında diğer arkadaşları semâ ile meşgul olurken, Mevlânâ’nın karşısında şaşkın şaşkın durdu. Mevlânâ ona bir gün sordu:

“Niçin yüzümüze bu kadar ısrarla bakıyor ve semâya katılmıyorsunuz?.”

Müderris baş koydu ve şöyle cevap verdi:

“Sizin mübarek yüzünüzden başka bakılıp seyredilmeye değer yüz var mıdır dünyada? Bu kul, bu seyrin uyandırdığı tatlı heyecanı ve hazzı hiçbir yerde bulamamaktadır.”

-“Çok iyi mübarek olsun” der Mevlânâ; “fakat bizim başka bir yüzümüz daha var ki bu, dünya gözüyle görülemez; bu diğer yüze yönelebilmeye ve onu algılayabilmeye gayret et, ta ki görünen yüzümüz kayboluncaya kadar; o zaman bu gizli yüzü açık ve net bir şekilde görebileceksin; onu görünce beni derhal tanıyacaksın” (Eflaki, a.g.e, cilt1, s.142)

Gizli Hazine

Bağdatlı bir adam bütün mirasını saçıp savurmuştu ve yoksulluk içerisindeydi. Tanrı’ya içten duygularla yakardıktan sonra bir rüya gördü. Rüyasında bir ses ona Kahire şehrinde bir yerde hazine olduğunu söylüyordu. Beş parasız olarak Kahire’ye vardığında çareyi dilenmekte buldu, fakat gece olmadan önce bunu yapmaktan utandı. Sokaklarda aylak aylak gezinirken, bir bekçi onu hırsız sanıp yakaladı ve açıklama yapmasına fırsat vermeden tekme tokat dövmeye başladı. Nihayet adam açıklama fırsatı buldu ve rüyasını öyle samimi bir şekilde anlattı ki sonunda bekçiyi ikna etti. Bekçi haykırdı: “Görüyorum ki sen bir hırsız değilsin ve namuslu bir adamsın; fakat nasıl oldu da rüyaya dayanarak bu kadar uzun bir yolculuğa çıkacak kadar aptal olabildin? Ben de çok kereler Bağdat’ta şu veya bu sokakta, herhangi bir evde hazine saklı olduğunu gördüm ama bunun için yola koyulmadım” Oysaki sözünü ettiği ev yolcunun eviydi. Yazgısının sebebi kendi yanılgısı olduğundan Tanrı’ya şükreden adam Bağdat’a döndü ve evinde gömülü hazineyi buldu. 15          Böylece bize düşen gerçek hazineyi aramaktır; ama yine de bunu bulmak ancak “başka bir ülkeye” gitmekle gerçekleşebilir ve bir “yabancının aracılığını gerektirebilir; şeyhin rolü, bu kendi özüne dönüşün müridin ruhunda cereyan etmesini sağlamaktan ibarettir.

Değişim

Aşığın bağrından fışkıran soluk dünyayı tutuşturmaya yetecekti            Manasız alemi bir toz tanesi gibi dağıtacak

Tüm kainat bir okyanusa dönüşecek;

Görünmez bir dehşet okyanusu hiç edecekti.

Hiçbir canlı varlık kalmayacak o zaman ve hiçbir yaratık;

Gök kubbeden, bir duman yükselecek, artık orada ne insan ne de melek olmayacak.

Bu durumdan başka, birden bir alev parlayacak göğün tepesinde;

Gök yarılacak bu esnada, artık ne varlık kalacak ne uzay.

Kainatın ortasında bir kargaşa yükselecek ve yasa karışacak.

Kâh ateş suyu söndürecek, kâh su ateşi.

Kimi zaman hiçlik okyanusunun tufanları gündüzün ve gecenin kovuşturmacasını dalgalarıyla kuşatacak.

İnsan ruhunun parlaklığı karşısında güneş soluk kalır.

Sırrın bizzat sırdaşı sana cevap veremediği zaman,

Sırrın sırdaşı olmayanları daha az sorgula

Mars cesaretini kaybedecek, Jüpiter dünyanın kitabını yakacak,

Ay hükümranlığını koruyamayacak, sevinci, üzüntüden donup kalacak.

Merkür balçığa batacak, Satürn yanıp kavrulacak,

Gökyüzünün şarkıcısı Venüs artık neşeli melodilerini çalmayacak.

Görünmez olacak gökkuşağı ve şarap ve kupa;

Artık ne mutluluk var, ne zevk, ne yara, ne de ilaç;

Su parıldamayacak, rüzgar toprağı süpürmeyecek;

Bahçe kendini sevince bırakmayacak, nisan bulutu artık pembeliğini ortalığa saçmayacak.

Artık ne acı var, ne teselli, ne düşman ne de şahit;

Ne ney var artık ne ezgi, ne ud ne pes ne de tiz.

Dâvalar son bulacak; saki kendine hizmet edecek.

Ruh dile gelecek: “Tanrım en yücedir!” Kalp haykıracak; “Tanrım en iyisini bilir!”

Kalk! Zira sonsuzluğun ressamı yeniden işe koyuldu,

Dünyanın alacalı kumaşı üzerine eşsiz figürler çizmek için.

Tanrı bir ateş yaktı, bu alemin kalbini yakmak için.

Tanrı’nın Güneşi’nin kalbi Doğu’dur; ve Doğu’nun ışıltısı

Ethem’in oğlu üzerine her an ışık saç, Meryem’in oğlu, İsa’yı ışıklarla donat.16

 

 

DİPNOTLAR

1- Odes        Mystiques (Şems-i Tebrizi Divanı)a.g.ç.

2- Mesnevî

3- Le Livre du Dedans. E. De V. Meyerovitch tar.çev. Sindbad y. Paris, s.207

4- Mathnawi (Mesnevî), III, 1270

5- Platon, M’enon,85

6- Mesnevî, I. 723

7- Le Livre du Dedans. A.g.ç. s.240

8-  A.g.e. 217

9- Mesnevi.I.3467

10- Le Livre du Dedans, s.4344

11- Mesnevî, II. 3602

12- Mesnevî,III. 1150 ve 1251

13- Mesnevî, II. 2517 ve 3555

14- Le Livre du Dedans, a.g.ç., 47

15- Mesnevî,VI,4206

16- Mevlânâ, Odes Mistiques, a.g.ç. 189

KAYNAKÇA

MEYEROVİTCH-Eva De Vitray (Çevirenler: Yrd. Doç. Dr. Abdullah ÖZTÜRK, Fr. Okt. Melek ÖZTÜRK) Konya, Hz. Mevlânâ ve Semâ, T.C. Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Md.lüğü Yayın No:23, Konya, 2003 (s.91-104)