MEVLÂNÂ’DA ÖLÜM

A+
A-

MEVLÂNÂ’DA ÖLÜM

Mevlânâ ölüm olayına diğer insandan çok farklı yaklaşmaktadır. Sıradan vatandaşa göre ölüm, dehşet verici bir olaydır. Oysa ona göre ölüm, korkulacak bir şey değil, ezeli ve ebedi gerçek olan Allah ile buluşma ve ebedi hayata kavuşmadır. Onun için Mevlânâ ölümü şeb-i aruz, yani sevgili ile buluşma anı olarak nitelendirmiştir. Mesnevî‘nin ilk beyitlerindeki “ney” meteforu gibi, insan dünyada iken gurbettedir. Ölüm, onu asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturur.[1] Biz dünyaya gelmeden önce ruhumuz, özgür ve mutlu bir hayat yaşarken bu dünyaya gelerek bedenin esiri oldu. O halde ruh, bedeni terk ederek tekrar eski mutluluğuna kavuşabilir. Mevlânâ bu düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:

Canı sen aldıktan sonra ölüm şeker gibidir; seninle olduktan sonra ölmek tatlı candan da tatlıdır bize…

Can vermek candır, cana ulaşmaktır; madenden niçin kaçayım? Altın madenidir ölüm…

Allah seni çağırdı mı, kendi yanına çekti mi gitmek, cennet gibidir; ölmekse kevsere benzer.

Ölüm bir aynadır, güzelliğin oraya vurur, orada görünür.

İnanç sahibiysen, tatlıysan ölümün de eminliktir, hoşluktur; kâfirsen, acıysan ölüm de acıdır, kötüdür sana.

Yusuf’san, güzelsen aynan da güzeldir; çirkinsen ölüm de çaresiz çirkinliğini gösterir sana![2]

Dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birden bire Allah’ın lütfu ile kurtulup kendi aslına ulaşır. Normal zamanda bile birini zindandan serbest bırakıp gönlünü hoş etseler hiç şüphesiz bu olay bin hamde ve sevince sebep olur. Gerçek Allah dostlarının ölümü de bunun gibidir.[3]

Bedenle ruh ayrılığı, hatta karşıtlığı, Hz. Mevlânâ’nın ölümle ilgili fikriyatının temelini teşkil eder. O, birçok benzetme, hikâye vs. ile bedenin geçici olduğunu, Allah’a dönecek yanımızın O’ndan gelen ruhumuz olduğunu söyleyerek bütün hayatı, bu kabul üzerinden anlamlandırmayı öğütler. Ona göre bedeni beslemek için gösterdiğimiz özeni, hatta daha fazlasını, ruhu beslemek için de göstermemiz zorunludur.[4]

Hz. Mevlânâ, bedeni ruh için bir kafese, tuzağa, daracık eve[5], zindana[6], dar ayakkabıya[7], dar bir eve[8] benzetmiştir.

Ruh için bir ten elbisesi dikilmiştir, ancak bu elbisenin kumaşını okşayıp durmaktansa onu giyeni aramak lazımdır. İtibar kumaş yığınına değil, onun sahibine olmalıdır.[9]

Topraktan yaratılan ve yine onun üzerinde yetişip büyüyen beden burada kendi vatanındadır, ruh ise gurbette.[10] Dolayısıyla gurbetteki bu garibe yardım etmek gerekmektedir.

Mevlâna, varlıkta ve insanda sürekli bir değişme ve ilerleme gö­rür. Ona göre ölüm de bu değişimin bir öğesidir. Esasen Mevlâna’nın ölüm anlayışı, onun Tanrı, kâinat ve insan hakkındaki görüş­lerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Tanrı’dan varlıklara uzanan devir sistemi içinde hayatın anlamı, ruhun ölümsüzlüğüne bağlanır. Bu ise ölümün Tanrı’ya vuslat yolu olarak değerlendirilmesine bağlıdır. O halde ölüm, ebediyetin bir kapısı veya ölümsüzlüğe erişmenin bir geçididir.[11]

Bir gün Mevlânâ oğlu Sultan Veled’e “Bahattin, senden Mevlânâ’nın yolu nedir? diye sorduklarında ‘yeyip içmemektir’ de, buyurdu. Sonra hayır hayır ‘ölmektir’ dersin” dedi.[12]

Yine bir gün Mevlânâ’nın yanında bir adam “Bütün peygamberler ve Allah’ın has kulları ölümün heybet ve şiddetinden korkmuşlardır” der. Mevlânâ: “Haşa bu böyle değildir, İnsanlar ölümün ne olduğunu biliyorlar mı? Allah erlerince ölüm, Allah’ı görmektir; onlar O’nu görmekten hiç kaçarlar mı?” buyurur.[13]

Ölüm kötü bir şey değildir. İnsanın dünyadaki sıkıntılardan kurtulmasıdır. İnsanın ölümden korkması, ölümün gerçeğinden değil, kişinin bu dünyada yaptıkları kötülüklerden korkmasıdır. O bu düşünceyi şöyle dile getirir: “Gördüğün ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzündür.”[14]

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumundan şüpheye düşüyorsun?[15] diye soran Mevlânâ, mezarı canın kurtuluş yeri, ölmeyi batan güneşin yeniden doğmaya hazırlığı olarak niteler ve ölüm ile uyku arasında da bir benzerlik kurar.[16]

Mevlâna, ölümü irâdî ve tabiî ölüm şeklinde ikiye ayırır. İrâdı ölümle kastettiği; İslâm tasavvufundaki “ölmeden önce ölmek” prensibiyle formüle edilen, insanın nefsin esaretinden kurtarılmasıy­la gerçekleştirilen irâdî ve şuurlu ölümdür. Ölmeden önce ölme erdemine ulaşamamış, dolayısıyla dünyaya bağlanıp kalmış kimseler, Hz. Mevlânâ’ya göre gerçek hayattan uzaktır, gözleri kapalı, kulakları sağırdır. Onlar kendilerini diri sanırlar, oysa ölüdürler, gönülleri ölmüştür. Çünkü Allah’tan habersiz olmak, insanı yaşayan ölü haline getirir.

Yüzen kişi gibi değil de âdeta bir saman çöpü gibi su üstünde sürükleneyim.

Kendimi ölüye benzetip suya bırakayım… ölümden önce ölmek, azaptan kurtuluştur.

Ey yiğit ölümden önce ölmek emniyettir… bize Mustafa böyle buyurdu.

Dedi ki: Size ölüm, sınamalarla gelmeden hepiniz ölün.[17]

Tabiî ölüm ise, ruhun cesetten ayrılması ve hürriyetini kazan­masıdır.[18]

Mevlâna, Hz. Peygamberin yaptığı gibi ölüm ile uyku arasında benzerlik kurar:

Arkadaş! Uykumuz, ölümün kardeşidir… bu kardeşe bak, o kardeşi anla![19]

Bizim uyumamız ve uyanmamız, ölümle ölümden sonra dirilmeye iki tanıktır.

Küçük mahşer, büyük mahşeri gösterir; küçük ölüm büyük ölümü aydınlatır.[20]

Mevlâna ölümü, menşei İlâhî bir cevher olan can’ın aslına yani Tanrı’ya dönüşü olarak telakki eder. Bu görüş, İslâm tasavvufunda ve Mevlâna’da işlenen mîsak doktrininin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Dünyaya bir sefer için gelen ruh, bu gurbet di­yarında görevini tamamladıktan sonra, yine aslına yani Yaratıcısına dönecektir. Bu seferden kârlı çıkanlar ise, irâdî vuslata ererek ölüm­süzlük deryasına dalanlardır. Mevlâna da ruhun bu vuslatını, “aşk” kavramı ekseninde ele alarak, seven ile sevilenin, diğer tabirle âşık ile ma’şuk’un kavuşmaları olarak görür ve o daha önce hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yaparak, ölüme iki sevgilinin ka­vuşma anını ifade eden “şeb-i arûs/gerdek gecesi”der. Bu nasıl bir sevgi ve engin müşahededir ki, ölümün herkesçe bilinen o soğuk yüzünü dahi buluşma anı saymaktadır.[21] Bu yüzden ölüm, insanlara batma gibi görünse de Mevlâna’ya göre diğer bir yandan doğmaktır.[22] Mevlâna’nın ölüm hakkındaki şu gazeli bunu ifade etmektedir:

Ölüm günümde tabutum omuzlanıp götürülmeye başlandı mı bende bu dünyanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir şüpheye düşme.

Benim için ağlama, yazık-yazık deme; şeytanın ayranına düşer, düzenine kapılırsan yazık olur, yazık-yazık demenin sırası gelir.

Cenazemi görünce “ah ayrılık-ayrılık!” demeye kalkışma; (sevgiliyle) kavuşup buluşmam iş­te o zamandır.

Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret;  güneşle aya batmadan hiç ziyan gelir mi?

Sana batmak görünür ama doğmaktır o; mezar hapis gibi görünür ama canın kurtuluşudur o.

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumu bitmeyecek diye şüpheleniyorsun yani?

Hangi kova kuyuya salındı da dolu-dolu çıkmadı; can Yusuf’u, ne diye kuyudan feryâd etsin?[23]

Mevlâna ölümü, hayat fonksiyonlarının bitmesi olarak görmez. Ölüm ona göre, yaşayıştır, fakat gerçeği örten görüş onu tersine gösterir; yukarıda da geçtiği gibi batmak görünür ama doğmaktır; hapis gibi görünür ama canın kurtuluşudur. o onu”[24] Ölüm sadece bir elbise değiştirmedir. Bu konuda şöyle der: “Bizler o âleme gittiğimiz zaman sadece elbisemizi değiştireceğiz. Çünkü yapılacak iş başkadır. Meselâ; biri savaşa gittiği zaman, savaş elbisesi giyer, silah kuşanır, başına miğfer takar. Çünkü savaş zamanıdır. Fakat barış gelince o elbiseleri çıkarır. Artık başka bir işle meşgul olacaktır. Fakat şahsı yine aynıdır, değişmemiştir. Sadece sen onu o elbise içinde gördüğünden, her hatırlayışında o elbiseyle, o şekliyle tasavvur edeceksin.”[25]

Önce de belirttiğimiz gibi, “Eğer sen mü’min ve tatlı isen; ölümün de mü’min ve tatlı; kâfir ve acı isen, ölümün de kâfir ve acı olur”[26] diyen Mevlâna’nın düşüncesine göre ölümün, ölümsüz bir yaşayış olduğunu bilen ve Allah aşkıyla dolu olan için ölüm korkulan bir şey değil aksine istenen, özlenen bir fenomendir. Paradoksal gibi olsa da, ona göre aşkla ölen ölümsüzlüğe ulaşır.

Aşksız yaşama ki ölmeyesin.

Bari aşk yolunda öl ki ebedi hayata kavuşasın![27]

Mevlana, ölümün yolda bizi beklediğini, bize çok yakın olduğunu belirtip, bizlerin ölüm gerçeğini görüp dostun huzuruna eli boş çıkmamamız için ebedî hayat için hazırlık yapmamızı, kirlerden, günahlardan temizlenmemizi öğütler.[28] Ona göre ölümden korkanların bu korkularının sebebi; asıl kendi içyüzleriyle yüzleşmekten çekinmeleridir. Yani ahlâkî kötülüklerin nefislerinde bıraktığı izlerden dolayı böyle bir endişe taşımaktadırlar.[29] Bu durumda ölüm, Mevlâna’ya göre insanın içyü­zünü kendisine gösteren bir ayna pozisyonundadır.

Ey can, aklım başına devşir… Ölümden korkup kaçarsın ya… doğrusu sen kendinden korkmadasın.

Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün. Canın bir ağaca benzer… ölüm ise onun yaprağıdır.

İyiyse de senden yetişmiş yeşermiştir, kötüyse de.”[30]

Mevlana’nın ifadesiyle şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme![31]

Mevlâna, bir perde olarak gördüğü kabrin fonksiyonunu şöyle açıklar: “Biri bir yerde yüzüğünü kaybetse, her ne kadar o yüzüğü oradan alıp, götürmüş olsalar da o yine kaybettiği yerde dolaşır. Bunu yapmakla: “Ben yüzüğümü burada kaybettim” demek istiyor. İşte ölü sahibinin, ölüsü nün mezarı etrafında dolaşması ve bir şeyden haberi olmayan toprağı tavaf etmesi, öpmesi de bunun gibidir. Evet, bu, yüzüğümü burada kaybettim demektir. Ama hiç onu orada bırakırlar mı?”[32]

Allah uğrunda yapılan hayırlar kabirde müminin gurbet arkadaşı olur, haliyle ona yoldaşlık eder.[33] Mevlânâ kabirde yan yana yatan ölülerden bazısının huzur, ba­zısının azap içinde olmaları inancını şöyle bir benzetmeyle açıklar: “Bu durumun bir benzeri, yaşadığımız dünyada da vardır. Örneğin, bir yatakta uyuyan iki kişiden birisi güzel bir rüya ile mutluluk içinde, diğeri kendini akrep ve yılanlar arasında görebilmektedir. Eğer ikisini araştırırsan görünürde bir alametlerini göremezsin. Ancak hissettikleri gerçektir. “[34]

Mevlâna, cennet ve cehennemin durumunu anlatırken, cenneti yapımı bitmiş bir refah ve mutluluk diyarı, cehennemi de aynı şekil­de önceden hazırlanmış bir azap yeri olarak görmez. Ona göre cennet ve cehennem dünyada yapılan iyilik ve kötülüklerden meydana gelir. Bu nedenle herkes kendi cennet veya cehennemini kendi yaptığı iyilik ve kötülüklerle belirler.[35]

Mevlâna, dünyada yaşanan zevk ve sıkıntıların da cennet ve cehennemin hallerinden birer numune olduğu inancındadır. Bunun gösterilmesinden maksat ona göre; “insanların bu pek az şeyle çoğunu anlamalarıdır. Meselâ bir buğday amba­rının nasıl olduğunu anlamak için oradan bir avuç buğday alıp göstermeleri gibi,..”[36]

Mevlâna’ya göre cennete varanlar, dünyada iken temizlenmele­rini tamamlayanlardır. Cehennemin fonksiyonu ise bir azap yeri olmasının ötesinde, esasen bir temizlenme yeridir. Bu nedenle Mevlâna’ya göre cehennemdekiler dünyada olduklarından daha da mutludurlar. Çünkü dünyada Allah’tan habersiz gaflet içinde idiler. Hâlbuki cehennemde O’ndan haberdardırlar. Allah’tan gaflet içinde olmak ise Mevlâna’ya göre en büyük azaptır, ancak bu, orada anlaşı­lacaktır. Cehennemdekilerin dünyaya dönmek istemeleri ise dünya­yı üstün bildiklerinden değil, O’ndan haberdar olarak bir ömür sür­mek içindir. İşte cehennemdekiler, ona göre durumları düzelinceye kadar orada azap göreceklerdir.[37]

Görüldüğü gibi Mevlâna, ölüm problemini biyolojik, dini, tasavvufî, ahlâkî ve felsefî açıdan ele alarak sonuçta; ölümün bir mah­rumiyet ve son ifade etmediğini, aksine ölümün ruhun aslına bir dönüş olduğunu, ruhun manevi tekâmülüyle orantılı olarak da âşık­lar için bunun bir vuslat aracı ve sevgiliye kavuşma anı olduğu gö­rüşündedir. Ölüm, dünyadaki perdenin kapanmasıdır, ancak Mevlâna’ya göre yeni bir perde açılmıştır diğer tarafta. Burada başarılı olanlar, performansları nispetinde, yeni oyunda da rol alacaklardır.[38]

Bu anlatılanlardan cehennemin korkunç bir yer olmadığı anlaşılmamalıdır. Cennet ehliyle cehennem ehli asla bir tutulmaz.[39] Cennet ehli kurtulmuş, ilahi nimetlere gark olmuş, cehennem ehli ise bunun aksinedir.[40] Cehennem ehli olanlar, cehennem ehli olanları cezbeder; nura (cennete) mensup olanalar ise ancak nura mensup olanları ister.[41] Cennet hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de tıpkı zindana düşen adamın bir lokmanın, bir zevkin yüzünden düştüğü gibi, zevkimize giden şeylerle dolmuştur.[42] Allah ahdine sadık kalana, vefa gösterene cennetlerde ebedi mülkler ihsan eder.[43]

Hiç şüphesiz Hz. Mevlânâ, adı ölüme yüklediği mana ile özdeşleşmiş bir zattır. Onun anlatımında artık ölüm (başa çıkılması zorunlu‖ bir kavram olmaktan çıkmış, özlenen, hasretle beklenen bir) dost olmuştur. Bu, ölümden sonra dirilişe keskin bir imanın ve çok sevilen Allah’la aradaki perdelerin kalkması özleminin tabii neticesidir.[44] Ancak Hz. Mevlânâ ölümle ilgili olumlu his ve düşüncelerini öylesine başarıyla anlatmıştır ki; vefat yıldönümlerinin, ölüme çok yakışan bir his olan hüzünden tamamen uzakta, başta Konya’da olmak üzere şölenlerle, yerli-yabancı konukların katıldığı bilimsel ve diğer organizasyonlarla kutlanması âdet haline gelmiştir.

Ölümünün ardından, Müslüman olan, Müslüman olmayan, küçük, büyük ne kadar Konyalı varsa hepsi, Mevlânâ’nın cenaze merasimine katıldı. Müslümanlar, Müslüman olmayanları sopa ve kılıçla savmaya çalışmalarının ardından hep bir ağızdan şöyle diyorlardı:

“Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardır? Bu din sultanı Mevlana bizimdir, bizim imamımızdır.”

Müslüman olmayanlar da şu cevabı veriyorlardı.

“Biz Musa’nın ve bütün peygamberlerin gerçeğini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımız da okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz.”[45]

Mevlana ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?”[46]

[1] Bu konu için ayrıca bkz. İsmail Yakıt, Batı Düşüncesi ve Mevlânâ, İstanbul 1993, s. 81-110; Meliha Anbarcıoğlu, “Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Hayat ve Ölüm Hakkındaki Düşünceleri”, Ank. Ü. DTCF Doğu Dilleri, c. II, s. 3, Y. 1977’den ayrıbasım, Ankara 1979, s. 1-26.

[2] Dîvân, c. I, s. 309, b. 2854, b. 2859, b. 2862-2864.

[3] Eflaki, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 424.

[4] Mesnevî, c. I, s. 43, b. 537; s. 203, b. 2531; s. 247-248, b. 3432, 3440;  c. II, s. 110, b. 1443, 1446; s. 139, b. 1814; s. 206, b. 2682.

[5] Mesnevî, c. I, s. 31, b. 388-389; s. 116, b. 1447; s. 124, b. 1540-1544; s. 148, b. 1849; c. III, s. 2120, b. 3555.

[6] Mesnevî, c. I, s. 63, b. 792; s. 79, b. 982; s. 288, b. 3607; Eflaki, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 424.

[7] Mesnevî, c. III, s. 2120, b. 3552.

[8] Mesnevî, c. III, s. 2120, b. 3555. (Ev dar. Ruh bu daracık evde eli, ayağı çarpılmış gibi iki büklüm…); c. VI, s. 72, b. 864; c. IV, s. 124, b. 1510.

[9] Mesnevî, c. VI, s. 138, b. 1720-1723.

[10] Mesnevî, c. I, s. 1, b. 1-5.

[11] Küçük, Osman Nuri, Fîhi Mâ Fîh Ekseninde Mevlânâ’nın Tasavvufî Görüşleri, Konya 2006, s. 153.

[12] Eflaki, Âriflerin Menkıbeleri, c. I, s. 391.

[13] Eflaki, a.g.e., c. I, s. 466.

[14] Mesnevî, c. III, s. 281, b. 3442;  c. I, s. 42, b. 525; bkz. Fîh, s. 38-39; Mesnevî, c. III, s. 301, b. 3681; s. 307, b. 3760.

[15] Divân, c. III. s. 169, b. 1500. (Buradaki uzun beyitler için bkz. aynı yer, b. 1494-1502.)

[16] Mesnevî, c. IV, s. 112, b. 1370-1372; 291, b. 3650-3654.s. 68, b. 840; c. V, s. 148, b. 1787; Yeniterzi, Mevlânâ, s. 88-91.

[17] Mesnevî, c. IV, s. 183, b. 2270-2273.

[18] Bkz. Mesnevî, c. III, s. 323, b. 3951.

[19] Mesnevî, c. IV, s. 245, b. 3062.

[20] Mesnevî, c. V, s. 148, b. 1787.

[21] Küçük, Fîhi Mâ Fîh Ekseninde Mevlânâ’nın Tasavvufî Görüşleri, s. 155.

[22] “Âşıklara her an bir ölüm var; âşıkların ölümü bir çeşit değil.” (Mesnevî, c. III, s. 313, b. 4612-4613.)

[23] Dîvân, c. III, s. 169, b. 1494-1502.

[24] Dîvân, c. V, b. 97.

[25] Fîh, s. 336.

[26] Dîvân, c. I, s. 309, b. 2863.

[27] Rubâîler-II, s. 267, Rubâî: 1291; Mesnevî, c. III, s. 307, b. 3760.  “Sen ölümün, ölümsüz bir yaşayış olduğunu bilseydin gönlün, hiç korkmazdı!” ( Dîvân, c. IV, s. 381, b. 3669.)

[28] Dîvân, c. IV, s. 172, b. 15120-1599; Mesnevî, c. V, s. 147-148, b. 1772-1779.

[29] Küçük, Fîhi Mâ Fîh Ekseninde Mevlânâ’nın Tasavvufî Görüşleri, s. 154.

[30] Mesnevî, c. III, s. 281, b. 3441-3443.

[31] Mesnevî, c. II, s. 82, b. 1076.

[32] Fîh, s. 336.

[33] Mesnevî, c. III, s. 307, b. 3759.

[34] Fîh, s. 257-258.

[35] Küçük, a.g.e., s. 157.

[36] Fih, s. 103.

[37] Fih, s. 348.

[38] Küçük, Fîhi Mâ Fîh Ekseninde Mevlânâ’nın Tasavvufî Görüşleri, s. 156.

[39] Burada “Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Muratlarına erecek olanlar ancak cennetliklerdir.” (Haşr, 59/20) âyetine işaret edilmektedir.

[40] Mesnevî, c. II, s. 26, b. 332; s. 196, b. 2558.

[41] Mesnevî, c. II, s. 7, b. 84.

[42] Mesnevî, c. II, s. 141, b. 1837, 1839.

[43] Mesnevî, c. I, s. 306, b. 3843-3844.

[44] Kazancı, F. Asiye Şenat, “Kur’ân’da Ölüm – Mevlânâ’da Şeb-i Arûs (Karşılaştırmalı Bir Çalışma)”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Uluslararası Mevlâna ve Mevlevîlik Sempozyumu Celaleddin Rumi’nin 800. Doğum Yıldönümü Anısına Bildiriler, 26–28 Ekim 2007 Şanlıurfa, c. I, s. 217. Mevlânâ’da ölüm konusuyla ilgili bkz. Mesnevî, c. III, s. 92, b. 1141; s. 213, b. 2625; s. 275, b. 3376-3377; s. 280-281, b. 3435, 3442; s. 307, b. 3760; s. 378, b. 4612-4613; c. IV, s. 113, b. 1372; s. 137, b. 1681; s. 183, b. 2271-2273; s. 249, b. 3104; c. VI, s. 60, b. 722-724, s. 64, b. 772-776; s. 117, b. 1450-1454; s. 285, b. 3604. Ayrıca bkz. Hicr, 15/39; A’raf, 7/23.

[45] Fürüzanfer, Mevlânâ Celâleddin, s. 293.

[46] Benazus, Hanri, Çağlar Ötesini Aydınlatan Işık Mevlânâ Felsefesi, İstanbul 2007, s. 137.