Mevlâna’da İbadet ve Ahlâk – Süleyman Uludağ
Mevlâna’da İbadet ve Ahlâk
Prof. Dr. Süleyman Uludağ
Tasavvuf itikâd, ibâdet ve ahlâk hayatının belli bir şekildeki terkibidir. Bu üç unsurun birleşmesi her zaman tasavvuf olgusunu oluşturmaz. Bu olgunun oluşması için söz konusu üç unsurun belli bir şekilde bir araya gelmesi ve özel bir tarzda kaynaşması lâzım gelir. Bundan başka tasavvufun bir de fikir boyutu vardır. Bu boyut sayesinde tasavvuf bir zihniyet ve bir dünya görüşü haline gelir. Bu noktadan sonra bu zihniyete sahip olan sufide ibadet, ahlâk, insan ve âlem farklı bir anlam kazanır. Aşağıdaki örneklerde bunun kısa bir açıklaması yer alacaktır.
Tasavvuf inanç, düşünce, duygu, ibadet ve ahlâkî davranışlardan oluşan bir hayat tarzı olmakla beraber bu çerçevede çok sayıda farklı hayat tarzları da yer alır. Bunların bir kısmı ferdî; bir kısmı zümrevîdir, cemaat halinde yaşanır.
Tasavvufta ahlâk kurallarına makam denir. Makamların sayıları sufîlerve sufî cemaatlere göre değişir. Serrâc, Tevbe, Vera, Takva, Zühd, Fakr, Sabır, Rıza, Tevekkül olmak üzere yedi makam zikreder, bunların teker teker açıklamalarını yapar, ama daha başka makamların bulunduğunu da özellikle belirtir. [el-Luma, Kahire, 1960, s. 65). Sufîler makamların kapsamlarını bazan çok genişletirler, bazan da daraltırlar. Bu çerçevede ahlâk-Tasavvuf konusuna Mevlâna merkezli bakmadan önce ahlâkın da tasavvufun da iki temel insanî değer olduğunu, bu sebeple gerçek tasavvufta insanın daima öne çıktığını belirtelim.
Tevbe: Özür dileme anlamına gelir. Kişi işlediği günahlardan dolayı yüce Allah’tan, yaptığı kötülüklerden dolayı da O’nun kullarından samimi surette özür diler ve pişmanlık duyarsa işlediği günah ve kötülükleri kabul ve itiraf etmekle beraber bu tür şeyleri bir daha yapmamağa da kesin olarak karar vermiş demektir, (bkz. Mevlâna, Mesnevi trc. İst. 1968, -V-, 183.) Mevlâna, memeden çıkan sütün çıktığı yere dönmesi kadar tevbekâr olan kulun günahlara ve kötü işlere geri dönmesi imkânsız olmalıdır. Nusûh samimî tevbe budur, diyor. O’na göre bu şekilde tevbe eden bir kul terk ettiği günahları ve kötülükleri bir daha işlemek bir yana onları aklına bile getirmez, onlardan bu kadar çok uzaklaşmıştır. Ara sıra aklına gelecek olsa onlardan iğrenir ve onları zihninden uzaklaştırır. Vefa zamanı cefâ akla gelmez, gelmemeli. Allah Teâlâ’nın lütuf ve nimetleri içinde bulunan kul bu halde iken daha önce işlediği günahları ve kötülükleri düşünürse yanlış bir şey yapmış olur.
“Falan adam kuşbazdır, ama uygun olmayan işler de yapmaz”, diyen birine Mevlâna: “Keşke yapsaydı da tevbekâr olsaydı”, demişti. (Cami, 518)
Vera: Takva günah ve kötülüklerden kaçınmada gösterilen titizliktir. Takva sahibi günahlardaki çirkinliği, kötülüklerdeki çirkefliği görür ve bunlardan uzak durur. İradesine hâkim olarak ve akl-ı selimini kullanarak canının arzu ettiği meşru ve mübâh olmayan şeyleri yapmadığı gibi gereksiz ve anlamsız şeyleri, bunlar meşru ve mubah bile olsa yapmaz. Takva, tehlikeli bir alana girmek bir yana oraya yaklaşmamaktır. “Tehlikeden sakınmak farzdır, benden bu samimi sözü duyun” (Mevlâna, VI, 289) “Dünya külhana, takva hamama benzer. Aç gözlüler hamamı ısıtmak için külhana odun taşırken, takva sahipleri bu hamamda yıkanır, günah ve kötülük kirinden arınır, sonra da hamamı terk ederler”. (Mevlâna, IV, 20). İnsan günahsız, kul kusursuz olmaz. Önemli olan takva hamamında temizlenmektir, bir daha kirlenmemek için dikkatli olmaktır.
Zühd: Ahiretten çok dünyaya meyletmek ve bağlanmaktır. Ahrette rağbet eden dünyaya karşı soğuk olur. Zühd, ihtiraslı, tamahkâr, menfaatperst ve maddeci olmamaktır. Kısaca ahiret karşılığında dünyayı satın almaktır. Marifet zühdün ürünüdür diyen Mevlâna: “Zühdü kendime yol yordam yaptım diyor. (II, 291, VI, 167).
Fakr: Mevlâna’ya göre, fakr insanı eğiten ve ona yol gösteren süt anne gibidir. [Mesnevi, IV, 151,1,191,198). Utanılacak bir şey değil, övünülecek bir şeydir. Hadiste “Ben fakirlikle övünürüm” buyrulmuştur. Mevlâna, Hizmetçisine:”Evde yenecek içecek bir şey var mı? diye sorduğunda, eğer: “Hayır, yok” cevabını alırsa sevinir, şükreder ve “Elhamdülillah hanemiz bugün Peygamber (a.s.)ın evine döndü”, derdi. “Evet, var” cevabını aldığı zaman da: “Bugün bu haneden Firavun kokusu geliyor” derdi. (Cami, Nefhatü’l-üns trc. İst., 1289. s. 517)
Fakirlik cevherdir, geri kalanlar araz, diyor Mevlâna.
Mevlâna, evini çıra ile aydınlatırdı. Derdi ki, evi şamdanlarla aydınlatmak zenginlere, çıra ile aydınlatmak fakirlere özgüdür. (Cami, 518). Mevlâna zenginleri ve zenginliği kötülemezdi, ama fakiri zengine, fakirliği zenginliğe tercih ederdi.
Sabır: Mevlâna, sabır insanın göğsünü açar, can sıkıntısını giderir, kişiyi ferahlandırır, der. Birisinin güzel bir elbise giydiğini görse bunu sabrın alâmeti ve neticesi olarak görürdü. Çıplağın halini de sabırsızlıkla izah ederdi. (Mevlâna, VI, 114) Sabırla dut yaprağı ipek, koruk tatlı üzüm, kamış şeker olur, diyor Mevlâna. (IV, 119).
Rızâ: Mevlâna, Allah Teâlâ’nın takdir ve tecellileri karşısında rıza halinde olmaya büyük önem verir. Hak Teâlâ madem ki mumsuz da bize ışık vermekte, ateş olmadan da bizi ısıtmakta, mum söndü, ateş yok diye niye üzüleyim ve sızlanayım, diyor. (Mesnevî, III, 152, 155). Her şeye hikmet ve basiret gözüyle bakanlar hangi durum ve ortamda olurlarsa olsunlar rızâ halinde bulunur ve iyimserliklerini korurlar.
Tevekkül: Mevlâna, tevekkül çalışmak ve kazanmaktır, sakın onu tembel olmanın gerekçesi haline getirme, diyor ve ekliyor: Hazreti Peygamber “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et”, Hazreti Ömer: “Mütevekkil olunuz, müteekkil olmayınız, yani Allah’a itimad ediniz, başkalarının çalışarak kazandıklarını yiyerek geçinmeyiniz” buyuruyorlar. [Mesnevî trc. I, 73, 76., VI, 92.).
Halvet: Zaman zaman müminin sessiz ve ıssız bir yere çekilip iç âlemine dönmesi, kendini dinlemesi, Mevlâ ile birlikte olması halidir. Adamın biri halvette tek başına oturan bir derviş gördü ve sordu: “Neden yalnızsın!” Cevap: “Yalnız değilim, sen gelince yalnız oldum” (Cami, 518). Hak ile idim, sen gelince ondan ayrıldım ve yalnız kaldım., esas yalnızlık da budur.
Mevlâna bütün ahlâk kurallarını birbirine bağlıyor, ibadetlerle de ilişkilendiriyor. O’na göre şükür, nimet memesini sağmaktır. Sağıldıkça memeden süt gelir, şükredildikçe nimetler ziyadeleşir. Allah beden vermiş. Namazda kıyam ayakta durmak bunun şükrüdür, baş vermiş. Alnı secdeye koymak bunun şükrüdür. (Fihi Mâ-Fih, trc. İst., 1969, s. 578). Mevlâna, namazdaki her hareketi şükrün bir simgesi olarak görüyor. Tevbe, Takva, Zühd, Fakr, Sabır, Rıza, tevekkül de öyle. Bu tür ahlâki değerleri oruç, zekât ve hac gibi ibadetleriyle de yorumluyor. Diğer yandan ibadetlerin ahlâkî hayat üzerindeki olumlu etkilerine de dikkat çekiyor. O’na göre ibadet ve ahlâk et ile tırnak gibidir, birbirlerinden ayrılmaz.
Adamın biri yol üstünde diken ağacı dikmiş, yoldan geçenlere batıyor, elbiselerini yırtıyormuş. Adama bu durum anlatılmış ve dikenleri sökmesi istenmiş. Adam, “olur” demiş, ama sökmeyi ihmal etmiş. Mevlâna diyor ki: “Kötü huylarını diken, bunu bil ve insanlara verdiği ezayı unutma. Bugün yarın sökerim diye de ihmal etme. Hemen şimdi! Zira sen yaşlanırken dikenler gençleşmekte, çoğalmakta ve kuvvetlendirmektedir”. (Mesnevi II, 94-96.).
Ahlâk gibi ibadetin de evrensel olduğu söylenebilir. Geçmişte ve günümüzde bütün toplumlarda farklı şekillerde de olsa ibadet etme geleneği mevcuttur. Semavî dinlerde de durum böyledir. Bütün semavî ilâhi dinlerde ibadet ve yaratana, kulluk ubudiyet vazgeçilmez bir temeldir. Bununla beraber bu dinlerde bile ibadet hayatının ayrıntıları az çok birbirinden farklıdır. Ayrıntıya ilişkin bu farklar bir dinden diğerine değişebilir. Bunun küçük bir örneği dört mezhep arasındaki ibadet hayatının ve tarzının ayrıntıları itibariyle farklı olmasıdır. Daha evvelki sufîler gibi Mevlâna beşeriyetin ve çeşitli din ve mezhep mensuplarının ibadet hayatına bakınca bunun ayrıntısından ve biçiminden çok özüne ve amacına bakıyor, burada evrensel bir boyut, insanî ve ilâhî bir öz, ortak bir payda görünüyor ve bu nokta üzerinde yoğunlaşıyor, insanlığa bu mercekten bakıyor, bir şeyi överken veya kötülerken bu noktadan hareket ediyor ve bütün insanlığı kuşatan geniş bir daire çiziyor. İnsan sevgisini ve hoşgörüsünü bu temel üzerine bina ediyor.
Bir yandan insanlığa açılan Mevlâna diğer yandan mensup olduğu İslâm dininin ibadet tarzı ve ahlâk şekli üzerinde duruyor. Bu tarz ve şekil önemle vurguluyor, buna saygı duyuyor, bağlı kalıyor. Fakat bu tarzın Özüne, bu şeklin içeriğine baktığında orada da evrensel bir boyut görüyor. İslâm’ın ibadet ve ahlâk hayatı ile diğer dinlerdeki ibadet ve ahlâk hayatı aralarında öz ve amaç itibariyle bir paralellik ve benzerlik görüyor. Üzerinde durduğu ve eserine aldığı bütün âyet ve hadisleri bu açıdan bakarak açıklıyor ve yorumluyor.
Mevlâna’nın bu tarzdaki yorumlarının şekilci ve genelci çevreler tarafından garip görülerek eleştirilmesini bir bakıma doğal karşılamak gerekir. Nitekim daha önceki sufîler de bu tür eleştiri oklarına hedef olmuşlardı.
Siracuddin o dönemin büyük alimlerinden idi, ama Mevlâna ile arası iyi değildi. Ona gelip dediler ki: “Mevlâna, yetmiş üç mezheple beraberim, diyor, bu söze ne dersin?” Bunun üzerine Siracuddin öğrencilerinden birine şu talimatı verdi. “Mevlâna’ya git bu sözü söyleyip söylemediğini sor. Eğer evet söyledim, derse, hakaret ve rezil et”. Adamı gitti Mevlâna’ya bu soruyu sordu: “Evet” cevabını alınca sövmeye, saymaya başladı. Bunun üzerine Mevlâna güldü ve: “Bunu ki dahi dersin beraberim” dedi. “Câmî, 517). Mevlâna, bir toplumda bu tür eleştirilerin bulunması doğru bulmasa da doğal buluyor. Hoşgörüsünü muhaliflerinden de esirgemiyordu. Bugün de onun karşıtları var. Mevlâna muhiblerinin hoşgörülerini onlardan esirgememeleri ve ustalarının yolundan ayrılmamaları gerekir.
“Pes mugû în cümle dinhâ bâtılend” (Dinlerin hepsi batıldır, deme) diyen Mevlâna [Mesnevi II, 224) der ki: “Aşk milleti bütün dinlerden ayrıdır, âşıkların mezhebi ve milleti Hudadır.” Bütün bunlar “Yetmiş iki millete bir gözle bakmak”,” Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görmek” anlayışının ifadeleridir.
Mevlâna’nın semâ anlayışına o dönemde de karşı çıkılmıştır. Mevlâna demiş ki: “Rebâb nağmeleri cennetin kapısı açılırken çıkan seslerdir, bu ses bizi coşturmakta ve mest etmektedir.” Bu sözü işiten Mevlâna muhalifi biri: “Bizde Rebâb, sesi işitiyoruz, neden coşmuyor ve mest olmuyoruz” demiş,. Bu itiraz Mevlâna’ya iletilince demiş ki: “Bizim işittiğimiz ses kapı açılırken çıkardığı sestir, onunki ise kapı kapanırken çıkardığı sestir de ondan coşmuyor ve mest olmuyor.” (Câmî, 518). Mesele bakış ve görüş meselesidir. Sema Mevlâna’nın bakış açısından bakınca mesele kalmaz.
Hâkimler derler ki insan küçük âlemdir. “Evet, görünüşte de öyledir” diyor Mevlâna, “Fakat aslında insan büyük âlemdir”. O, “O halde zahiren sen küçük âlemsin, fakat aslında sen büyük âlemsin. Dal olduğu için üzerinde meyve vardır sanılır, ama hakikatte meyve için dal vardır. Bahçivan ağacı meyve için diker.”(Mesnevi, IV, 43.). Âlem de insan için, yani insan-ı kâmil içindir.
Âlem insan için vardır, dedikten sonra Mevlâna: “Beden de ruh için vardır” diyor ve esas itibariyle insanı ruhtan ibaret görüyor, bedeni ise onun bir âleti ve organı olarak değerlendiriyor. “Biz biliyoruz ki şu bedenden ibaret değiliz. Bedenin ötesinde Hak’la yaşamaktayız. Ne mutlu o kimseye ki kendini tanıdı, ebedî emniyet sahasında köşk yaptı.” Cevizin içine göre kabuğu ne ise ruha göre beden de odur.” [Mesnevi, V, 273). Cevize çocuklar önem verir, onunla oynarlar. Cevizin içine ise büyükler ve akıllılar değer verirler. Hakikatla arasında perde bulunan bir kimse büyük olsa da çocuktur. [Mevlâna, Fihi Mâ-Fih, trc. S. 18.).
Mevlâna insana hitap eder: “Sen zerre içinde gizli bir güneşsin, kuzu postuna bürünmüş erkek aslansın” (Mesnevi, I, 249). “Sen deryasın, katre neyine! Sen tamamiyle varlıksın, yokluk neyine!”. “Biz insanı şereflendirdik’ tacı başında; “Biz sana Kevser nehrini verdik gerdanlığı boynunda*.” “Sen böyle iken neden kendini ucuza satıyorsun?’ [Mesnevi, V, 2120). Mevlâna’nın bu sözleri Hazret i Ali’nin “Sen kendini küçücük bir şey sanırsın, oysa âlemler dürülü olarak sendedir” sözünü hatırlatmaktadır.
“İlhamımı Mesnevî’den aldım” diyen Gâlib Dede:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen”
Diyor ve bu dizelerle Mesnevinin özünü yansıtmaya çalışıyor.
Mevlâna insanın özünü bir cevher, ona bulaşan kötülükleri de araza benzetir. Cevher esastır, araz gelir geçer şeydi. Cevheri örten kötülük ve günah perdesi kaldırılınca bütün insanların aynı derecede temiz ve şerefli oldukları ortaya çıkar. Kâfiri ve müşriki kâfir ve müşrik yapar küfür, inkâr ve şirk arazıdır. Aslında insanda bu gibi arazların örttüğü bir cevher vardır. Kelime-i tevhid ve imanla bu arazlar temizlenince insandaki ilâhi cevher ortaya çıkar.
Mevlâna’ya göre insanlar arasındaki ihtilafın, kavga ve çekişmelerin kaynağı hakikati bilmemektir. Bu görüşünü şu örnekle açıklar. Adamın biri dört kişiye bir akçe vermiş. Bu parayı alanlardan biri İranlı imiş, “Bununla engür alalım”, demiş, ama diğer üçü bu teklifi kabul etmemiş İstafil alınmasını isteyen Rumun reddedildiği gibi, üzüm alınmasını isteyen Türkün teklifine de kimse yanaşmamış. Böylece ihtilaf ve kavga sürüp gitmiş. Oysa Farsça engür, Arapça ineb ve Rumca istafil üzüm anlamına gelmektedir. Fakat bu dört kişi birbirinin dilini anlamadıklarından manada değil, lafızda, özde değil kabukta ihtilafa düşmüşlerdir. Bu dilleri bilen bir arif gelip “Verin bana o bir akçeyi, dördünüzün de isteğini yerine getireceğim” deseydi, onlar da ona güvenip teslim olsalardı bu arif hepsinin isteğini yerine getirir, dördünün maksadı kavgasız, çekişmesiz hasıl olurdu” diyor Mevlâna. (Mesnevi, II, 283). İhtilaf lafızda ve zahirdedir; manada ve maksatta değil, mana ve maksada ulaşılınca ihitlaf sona erer. Mevlâna, dinler ve mezhepler arasındaki ihtilafları genellikle böyle görüyor.
Gönül aynası sâf ve pak hale gelince su ve toprağın dışında da bir takım (manevî) resimler görürsün. Resmi ve ressamı gördüğün gibi devlet ve saadet sevgisini ve bunu sereni de görürsün. (Mevlâna, Mesnevi, trc, II, 6.).
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı