MEVLÂNÂ’DA HÜRRİYET ve İRADE

A+
A-

MEVLÂNÂ’DA  HÜRRİYET  ve  İRADE

Mevlânâ’da ilâhî aşk, düşünce, can, gönül ve benlikle olan ilişkileri içinde izaha çalışılan bu değerin (insan, bilgi-hikmet, düşünce, adâlet, vefa gibi) diğer değerlere kaynaklık ettiğini söylememiz mümkündür.  Her şeyden sıyrılmayı, arı-duru olmayı hürriyetin şartlarından gören Mevlânâ, ilâhî aşk şarabını sunana kul olmayı öğütlemektedir.[1] İlâhî aşk, insanı yücelten, yücelere götüren bir yoldur. O yola her türlü kirden ve benlikten sıyrılmış, ter temiz olarak girilir.[2] Devamlı olarak hürriyeti arayan Mevlânâ, hürriyetin olmadığı yerde kavga ve yaralama olacağını, bütün kavgaların hürriyetle sona ereceği fikrini savunmaktadır.[3] Mevlânâ’da selvi motifi hürriyeti temsil etmektedir. Hür insanlar, selvi gibi gelişmiş, boy salmış, güzellik timsali kişilerdir. Selvi yüceliği de temsil ettiği için, hür insanlar yüce bir ruha sahiptirler.

Bizimsen gel, bizim gibi neşelensin gönlün; gül bahçesinde hür ol, hür selvi gibi.[4]

O, her şeyin değerini hürriyet içinde yapılmasında aramıştır. Hürriyeti insanın iç âleminde görmeye çalışan Mevlânâ, sahte ve geçici bağlarla bağlanmanın insanın hürriyetini zedeleyeceğini savunmuştur. İç ve dış bağlardan sıyrılma şeklinde tanımladığı hürriyetin düşünce için çok önemli bir değer olduğunu görmüştür.

Bilindiği gibi XIII. asır, İslâm dünyasının Moğol istilasıyla yakılıp yıkıldığı, talan edildiği bir devirdir. Mevlâna bu devirde boş durmaz. İnsanlara irade, sebat ve mücâdele gücü aşılamak ve Anadolu’ya mânevî huzur sağlamak için küllî irade – cüz’î irade ilişkisini bir hayli işler. Onun iki tip insanı şiddetle eleştirdiğini görürüz.

  1. Cebrî (determinist, fatalist)
  2. Yüce Yaratıcıyı görmeyip, sadece sebeplere bağlanan materyalist ve katı akılcı insan.

Her şeyi yaratan Allah, insana irade ve seçme gücü (ihtiyar) vermiştir. İman da küfür de seçme ile olur. Kaderci insan, cüz’i iradeyi reddeder. Hâlbuki irade olmasaydı dinde emir, nehiy ceza olmazdı; Allah’ın, iradesiz insanı cezalandırması onun için zulüm olurdu, oysa  “Allah, kuluna zerre kadar zulüm etmez.”[5] Allah insana akıl ve ilim vermiştir. Bununla insan seçme hürriyetine sahiptir. Eğer insanda seçme gücü (ihtiyar) olmasaydı yaptığımız kötü işlerden dolayı utanmamız ve kendimizi ayıplamamız ya da karşımızdakini eleştirmemiz anlamsız olurdu. Yine insanın seçme gücü ve özgürlüğü olmasaydı eğitim ve terbiye faaliyetine girişmemiz beyhûde uğraş olurdu. Zira her türlü terbiye faaliyeti, iradenin hür olduğu inancına dayanır. Allah’ın peygamberler göndermesi, bizi mükellef kılması, yaptıklarımızdan dolayı iyi ve kötü olan bir hayatın bizi beklediğini söylemesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, seçme gücüne sahip olduğumuz esasına göre olmaktadır.

O, kaderciliği korkaklık, pasiflik ve âcizlik olarak görür; ümitsizliği, miskinliği reddeder. Olaylarda sebep-sonuç ilişkisini daima göz önünde tutar.[6] Yine O, kötülüklere karşı mücâdele etmeyi cüz’î iradenin görevi sayar. Kötülükler kaderdendir diye edilgen veya pasif bir konumda bulunmak Kur’ân’ın ruhuna uymaz. Mevlânâ’nın irade özgürlüğüne bakışı bu düşünceler istikametindedir. Bunları, bazı alıntılar ile burada örneklendirmek istiyoruz:

“Allah bana niçin arzu verdi, niçin düşman verdi diyerek yakınıp durma. Mücâdele için düşmanın bulunması şarttır. Düşman olmadıkça cihat etmek düşünülemez. Şehvet olmayınca, “ondan kaç!” emrine uyman mümkün değildir. Bir şeye meylin ve isteğin yokken, onu yapmamak zaten sabır sayılmaz. Düşman olmayınca senin orduna ne hacet kalır ki? Aklını başına topla da kendini hadım etmeye kalkışma; zira ismet ve iffet, şehvet ve kuvvet varken olur. Hevâ ve heves olmasaydı, ondan nehiy de mümkün olmazdı. Ölülere karşı hiç savaşılır mı?”[7]

Allah, “Köre teklif yok”[8] dedi. Hiç güçlükleri açan Allah, kimseyi güce sokar mı?

Kimse taşa “geç geldin!”, yahut sopaya “neden bana vurdun!” demez.

İhtiyar senin içindedir. O, bir Yusuf görmedikçe elini uzatmaz.

İhtiyar ve dilek nefistedir. Dilediği şeyin yüzünü görür de ondan sonra kol kanat açar.

Köpek uyudu ama ihtiyarı kayboldu sanma. İşkembeyi gördü mü kuyruğunu sallamaya başlar.[9]

Şeytan, ey tabiat ve ten tutsağı der, ben bunu sana gösterdim, fakat zorlamadım ki!.[10]

Allah’tan başkasında ihtiyar yoksa, suçluya ne kızıyorsun?

Evin damından bir odun kırılıp düşse de seni adamakıllı yaralasa

Hiç o tahta parçasına kızar mısın, hiç ona kinlenir misin?[11]

Deve bile değneğe değil, onu vuran devecinin ihtiyarına kızar, dövene yönelir.[12]

Kalem yazdı, mürekkep bile kurudu” sözünün yorumu, eğri gidersen kalem de sana eğri yazar, doğru gidersen kalem de kutluluğunu artırır;

Zulmedersen zulmünü, kötülüğünü, hırsızlık edersen, şarap içersen cezanı, günahını yazar demektir.[13]

Mevlânâ’nın, hürriyet kavramına, “insanın, aşkını fütursuzca yaşaması ve dile getirmesi, ilâhi olana yolculukta nefsin baskılarından kurtularak gönlünü güzelliklere açması” şeklinde bakarak geniş anlamlar yüklediğini görürüz.[14] Gerçek hürriyete kavuşabilmek için gönlün bütün kirlerden ve maddi bağlardan temizlenmesi gerekir.[15] İlâhî aşk şarabını içerek arınmış gönül gerçek hürriyetine kavuşur. O, insanı, gül bahçesinde selvi gibi hür olmaya çağırır.[16] Selvi, göğe doğru uzanışıyla yüceliği temsil etmektedir. İlâhî aşk şarabını içen kişiler hürriyeti elde ederler ve göğe dek yücelirler.

Mevlânâ’nın düşüncesine göre, insan eylemlerinde Allah tarafından cebr altında tutulmaz yani zorlanmaz. Ona göre cebr, faaliyetten kaçmak ve tembelliklerini haklı göstermek isteyenlerin tutundukları bir bahanedir.[17] Düşünülecek olursa cebir, diyor Mevlânâ, kadere inanmamaktan, hatta Allah’ı inkâr etmekten de kötüdür. Çünkü cebrî olan kendi gücünü, rolünü ve duygularını inkâr etmekte, kaderi inkâr eden ise en azından kendi aklını ve duygularını inkâr etmemektedir. Kaderi inkâr eden, duman vardır da ateş yoktur, kandilin ışığı hiçbir ışık olmaksızın aydınlatır demektedir; cebrî ise ateşi görür de inadına ateş yok der, ateş eteğini tutuşturur yakar da yine ateş yoktur der.[18] Mevlânâ, bu düşünceye sahip olanın komik durumunu bir hikâye ile şöyle anlatmaktadır.

Birisi ağacın tepesine çıkmış, hırsızcasına şiddetle ağacı silkiyor, meyvelerini döküyordu.

Bağ sahibi gelip a alçak dedi, Allah’tan utanmıyor musun? Bu yaptığın ne?

Hırsız dedi ki: Allah bağından Allah kulu, Allah’ın ihsan ettiği hurmayı yese,

Âdice ne kınıyorsun, gani Allah’ın ihsanını neden kıskanıyorsun?

Bağ sahibi, hizmetçisine Aybek, dedi, getir o ipi de şu adama cevap vereyim.

İp gelince hırsızı ağaca bir güzelce bağladı. Arkasına, ayaklarına vurarak onu adamakıllı dövmeye başladı.

Hırsız, yahu dedi, Allah’tan utan, bu suçsuz, günahsız kulu öldürüyorsun.

Bağcı dedi ki: Allah’ın kulu, başka bir kulunu Allah sopasıyla güzelce dövüyor.

Sopa da Allah’ın, arka da, yan da. Ben, ancak onun kulu ve buyruğunun âletiyim.

Hırsız, “cebirden tövbe ettim. İhtiyar vardır, vardır, var!” dedi.[19]

Sorumluluk yüklenmekten kaçınmanın bir başka ifadesi olan dilenmek, Rûmi’ye göre zillet ve bayağılıktır. Bazı mürşitler, tasavvufa ilk intisap edenlere, nefislerini kırmak gerekçesiyle, geçici bir dilencilik devresi yaşatırlar. Rûmî buna da karşıdır. Ona göre, yediği lokmayı eliyle kazanma­yanlar, “bir pula değmez adamlar”dır.[20]

Mevlânâ’nın ihtiyâr ve cebir konusundaki düşüncelerine baktığımız zaman, onun ifrat ve tefrite kaçan kaderiyeci ve cebriyeci görüşleri desteklemediği; orta yolu tutarak, hem insanın irâde hürriyetine sahip olduğunu, hem de ilâhi takdirin mevcudiyetini kabul ettiğini görürüz.

İlim, irade ve kudret sıfatlarının sahibi olan Cenâb-ı Hak; irâde ve kudretiyle her kul üzerinde tasarrufta bulunur. Kulun İlâhi irâdeyi ve takdiri yenmesi mümkün değildir. Mevlânâ bu konuyu Hz. Ömer’in Müslüman oluşu[21] ve Firavun ile Hz. Musâ’nın hikâyesi ile işler. Firavun, rüyasında Hz. Musâ’nın doğacağını görür. Saltanatını korumak için, tedbir alarak bütün eşleri birbirinden ayırır. Ancak İlâhi kudret karşısında bütün tedbirleri geçersiz olur, Hz. Musâ doğar. Müneccimlerden bu çocuğun doğduğunu öğrenince, o yıl doğan bütün erkek çocukları öldürtür. Hz. Musâ’nın annesi, çocuğunu ölümden korumak için beşiğiyle Nil Nehri’ne bırakır. Beşik suda sürüklenir ve Firavun’un sarayına gelir. Firavun’un hanımı nehirden gelen bu çocuğun ölümüne mâni olur, onu himayesine alır. Böylelikle Firavun’un bütün tedbirleri boşa gider, can düşmanı olduğunu bilmeden, Hz. Musâ’yı evinde büyütür.[22]

Kader konusunda insana düşen, sorumluluğunu bilerek çalışmak, önlem almak, sebeplere sarılmak ve bunlardan sonra işi Allah’ın küllî inisiyatifine bırakmaktır. Akıllı kişi, sebep-sonuç ilişkisini iyi kurar. Bunu yapan, olayları ve işleyişi iyi değerlendirip onlardan dersler çıkartır, verimli sonuçlar elde eder.[23]

Sebebe sarılmak, kuru tevekkülü bırakıp çalışmayı gerektirir.

Hiçbir suçlu başkasının suçunu çekmedi. Hiçbir kimse ekmediğini biçmedi.[24]

…Bir muradın varsa yürümeye bak… On sekiz bin âlem içinde durup dinlenme yoktur.[25]

Kulun “Allah ne dilediyse o oldu” demesi, o işte tembel ol demek için değildir. (Yani dilek Onun dileğidir, Onun rızasıdır; Onun rızasını arayın.)

Bu söz, kalbini sağlam tutup çalışmaya teşviktir. O hizmette daha fazla gayrette bulun, o işe daha fazla alış ve sarıl demektir.

Sen bu sözü ters anladın da tembelleştin, anlayışına ters bir hal oldu, aklın karıştı gitti.[26]

İhtiyatlı davranmak da bir tür sebebe sarılma ve önlem almak demektir. İhtiyat, her an ansızın gelebilecek bir belâyı görmektir.[27] İhtiyata riayetin peygamberin kuvvetinden ve nurundan olduğu[28]nu söyleyen Mevlânâ, hem düşünce hem de eylem planında ihtiyatlı olmak gerektiğini hatırlatır.[29] İhtiyat konusunda, köpeğin bile önüne atılan lokmayı önce koklayıp da öyle yediğini belirten Mevlânâ, “O, burnu ile koklar, biz aklımızla koklarız. Hele bir bak, demek ki biz de her şeyi inceleyen aklımızla kokluyoruz.  Allah bile bu yerlerle gökleri yavaşlıkla ve tam altı günde yarattı.”[30] der.

İnsan, bir takım sebeplere sarılır, önlemler alır, ihtiyatlı davranır, rasyonel tedbirler geliştirir. Bunların yanı sıra Mevlânâ’da, görünür âlemdeki açık sebeplerle yetinmeyip bunların üstüne, metafizik alana çıkarak, sebeplerin üzerindeki sebebi görme gerekliliği işlenir[31]  ki bu tür bir görme, mü’mini yanlış veya eksik değerlendirmeden uzak tutacaktır. Ona göre, sadece görünür sebeplere dayanıp kalmamak ve onların gerisindeki ilâhi iradeyi hesaba katmak veya “sebeplerin üstündeki sebep”i görmeye çalışmak[32] mü’min için daha uygun bir tavır olacaktır. Bazen insanın sarıldığı sebepler ve aldığı önlemler sonuç vermeyebilir.

Oku dosdoğru sağ tarafa attın gördün ki sola gitti!

Bir ceylan avlamak at sürdün, domuza av oldun!

Kazanmak için bir kâr elde etmeye koştun, kâr şöyle dursun hapse girdin.

Başkaları için kuyu kazdın bir de gördün ki o kuyuya sen düşmüşsün.

Görüyorsun ki Allah, sebeplere el attın ama seni muradına eriştirmedi.[33]

Sonuç olarak Mevlânâ, Allah’ın, kulların fiillerini bildiğini, buna kader dediğimizi söyler ve ardından Allah’ın bu bilgisini “mecburi fiil” olmadığını ekler. Yani Allah kuluna, yapacağını bildiği fiilini zorla yaptırmaz. Kulun iradesini yaratması, insanın seçme özgürlüğünü engellemez. Herkes yaptığı fiili kendi iradesiyle fakat Allah’ın takdiriyle yapar. İşi yaratan Allah, ama iradeyi sarf eden kuldur. Dolayısıyla irade sahibi kulun, iyi ve kötü kendisine bildirildiği için, olumsuz fillerinde “Bu kaderimdi ne yapayım!” diyerek kendi iradesini ve suçunu devre dışı tutup, sorumluluğu Allah’a fatura etmesi günahtır. Kul, herhangi bir işi yapmak için bütün sebeplere sarılır, gereken çabayı sarf eder de o olay gerçekleşmezse ona “Allah’ın takdiri” deyip rıza gösterir. Allah’ın ezeldeki bilgisi, kulun o fiili iradesiz olarak zoraki yapmasını gerektirmez.[34]

 

[1] Dîvân, c. I, s. 363, b. 3510-12.

[2] Usta, Mustafa, Dîvân-ı Kebîr’de Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü, İstanbul, 1995, s. 89.

[3] Dîvân, c. VII, s. 578, b. 7652-6.

[4] Dîvân, c. IV, s. 207, b. 1923.

[5] Nisa, 4/40; Yunus, 10/44; Kehf, 18/49, Ankebût, 29/40; Rûm, 30/9.

[6] Bkz. Emiroğlu, Yanlış Düşünce ve Davranışlar Karşısında Mevlânâ, s. 137-148. Padişahın lütuf, kerem gölgesi korur bizi; korur ama yine de kervanla yol almamız (esbaba sarılmamız) daha iyi. (Dîvân, c. II, s. 389, b. 3263.)

[7] Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Konya, 1976, c. XIV, s. 168-169, b. 16754-16758.

[8] Nûr sûresi, 24/61âyetine telmihte bulunulmaktadır.

[9] Mesnevî, c. V, s. 243-244, b. 2970-2971, 2975-2977.

[10] Mesnevî, c. V, s. 245, b. 2992.

[11] Mesnevî, c. V, s. 249, b. 3039, 3041-3042.

[12] Mesnevî, c. V, s. 250, b. 3050-3054.

[13] Mesnevî, c. V, s. 256-257, b. 3133-3134.

[14] Örneğin bkz. Dîvân, c. I, s. 256, b. 2408-2413; c. IV, s. 4, b. 11-15.

[15] Dîvân, c. V, s. 93, b. 1055; s. 468, b. 6408-6410; c. IV, s. 79, b. 677-679.

[16] Dîvân, c. III, s. 446, b. 4277-4278; c. IV, s. 207, b. 1933.

[17] Mesnevî, c. V, s. 261, b. 3187-3188.

[18] Mesnevî, c. V, s. 246, b. 3009-3015.

[19] Mesnevî, c. V, s. 252, b. 3077-3086.

[20] Öztürk, Yaşar Nuri, Mevlânâ ve İnsan, İstanbul, 1997, s. 174.

[21] Fîh, s. 249-51.

[22] Mesnevî, c. III, s. 67 vd.,  b. 840 vd.

[23] Bkz. Mesnevî, c.  I, s. 244-245, 249-250, b. 3042-3049, 3102-3114; s. 276, b. 3457; c.  III, s. 171, b. 2107-2108; c.  IV, s. 23, b. 272-273; Dîvân, c. III, s. 117, b. 967, 972; s. 238, b. 2220, 2223; c. VI, s. 357, b. 36120; Fîh, s. 37, 107, 234, 236, 264-265, 268, 335; Rubâiler-II, s. 310, Rubâi: 1495.

[24] Mesnevî, c. II, s. 56, b. 731.

[25] Rubâiler-I, s. 56, Rubâi: 265.

[26] Mesnevî, c. V, s. 254-255, b. 3111-3112, 3120.

[27] Mesnevî, c.  III, s. 179, b. 1201.

[28] Mesnevî, c.  III, s. 18, b. 214.

[29] Mesnevî, c.  I, s. 83, b. 1034.

[30] Mesnevî, c.  III, s. 285, b. 3498-3500.

[31] Mesnevî, c.  II, s. 85, b. 1117; c.  III, s. 78, b. 967; s. 257, b. 3151-3160; c. V, s. 237-238, b. 21200-21208; c.  VI, s. 234, b. 2961-2962; c.  VI, s. 107, b. 1312-1319.

[32] Mevlânâ’nın, yer yer,   görünür sebepleri kale almadığına, bu sebeplerin gerisindeki ilâhi iradenin inisiyatifini ve müdahalesini esas aldığına şahit olmaktayız. Bir başka ifadeyle, bir mistik düşünür olarak Mevlânâ’nın, şu iki örnekte görüldüğü gibi, mûcizelere, kerâmetlere yer bulmak için sebep-sonuç ilişkisini tabiatta çok katı bir şekilde aramadığına görmekteyiz:

Kılıç eğer canın boynunu vursaydı “hak yolunda öldürülenlere ölmüştür demeyin belki onlar diridir” (Bakara, 2/154) meâlindeki âyet nasıl inerdi? Yahya peygamberin ruhu bâki olmasaydı, onun başı kan içinde üç ay bekler miydi? (Rubâiler-II, s. 322, Rubâi: 1551.

[33] Mesnevî, c. VI, s. 291, b.3683-3687. Bu hususta daha fazla örnek için bakınız. Dîvân, c. II, s. 279, b. 2247; s. 329, b. 2722; c. III, s. 33, b. 206, 208; s. 433, b.4167; s. 434, b. 4174; c. VI, s. 7, b. 41.

[34] Bkz. Mesnevî, c. III, s. 110-111, b. 1362-1373.