MEVLÂN”DA HERŞEY İNSAN İÇİN – Nezihe ARAZ
5. Mevlana Kongresi Bildiri
MEVLÂN”DA HERŞEY İNSAN İÇİN
Dr. Nezihe ARAZ
“İnsanı anlatmaya kalksam zaman biter, ama söz bitmez” diyen Mevlânâ’ya rağmen “Mevlânâ’da insan” konulu araştırmanın bir cüret olduğunu biliyorum.
Bu cüretin özürünü ondan dileyerek, küçük bir alem gibi göründüğü halde, gerçekten bir büyük alem, bir makro cosmos olan insana Mevlânâ’nın bakış açısını huzurunuza getirmeyi deneyecegim.
Meyvenin aslı, kökeni sanıldığı gibi ağaç değildir, aslolan meyvedir, ağaç meyveyi oluşturmak için var olmuş bir alet, bir araçtır. Dünya ile insan arasındaki ilişki de buna benzer amaç insandır.
Dünya bir zeytin ağacı ile simgelense, insan o zeytin ağacının özü, yağı gibidir. İnsanda ne görürseniz o Tanrı’nin aksidir. Irmak suyuna düşen ay gibi …
Tanrı insanı akılla onurlandırmış ve ayrıca ona akıl yoluyla seçme gücünü de vermiştir. İnsan demek önce akıl demektir.
İnsan, Tanrı değildir, ama Tanrı bütün yücelik, ululuk, yaratıcılık sırlarını insanda açıklamıştır.
Her şey insanda yazılmıştır. Ne ki dünyanın karanlıkları, perdeleri insan üstüne yazılmış gerçekleri örter. Gene de (gönül gözleri açık olan uyanık kişiler) örtülerin altındaki gerçeklerin bir kısmını bilir, sezer, hisseder. Hele bir de perdeler kalkar, karanlıklar ışırsa … neler olabilir neler? Tasavvur ediyor, düşünebiliyor musun?
İnsanlar Tanrı niteliklerinin bütünune sahiptir ama onların her biri bu iyeliğin bilincinde olmadığı için bütün insanlar aslında layık oldukları yüceliklere eşit olarak erişemezler. Ama her çağda, her zaman bu insanlardan bazıları Tanrı gerçeklerini tam anlamıyla kendinde taşıdığının bilincindedir ve onu sahiplenir…
İşte bu insanlar =
Maddesini mânâya!
nefsini ruha,
izafi (görece) varlığını mutlak ve gerçek varlığa tebdil etmiş, yani tasavvuf terimleriyle söyleyelim= abdal (tebdil edilmiş) sınıfına katılmıştır. Bunlar bir tür görevliler sınıfı oluştururlar. Görevleri insanı eğitmek, maddesi ve manası arasındaki dengeyi kurmak; nefsi ile, ruhu arasındaki ilişkiyi uyum içinde yurutebilmeyi sağlamak ve en önemlisi de insanın kendine gelmesini ve kendini bulmasını mümkün kılacak yolları, yöntemleri ona bildirmektir. Başka bir biçimde ve kısaca söylemek gerekirse, insanı ehlileştirmek, sosyalleştirmek, toplumsal yaşama hazırlamaktir. Bütün dinlerde ki, İslâm tasavvufundaki, ama asıl ve özellikle müslüman Türk tasavvufunda açıklık kazanan eğitim sisteminin temel ilkeleri budur. Bu sistemle yetişen insan önce bireysel eğitimin temel kurallarını öğrenip, benimseyip, yaşama biçimini ve davranışlarını bu ilkelere göre ayarlayacaktir.
Yani, çalışacak, üretecek, kazanacak, kazandığını yiyecek, yaşayacak, günahlar işleyecek ama hemen pişman olmayı da bilecek. Doğru dürüst, olduğu gibi görünen; ya da göründüğü gibi olan bir kişilik taşıyacak, yalandan, ikiyüzlülükten, nifaktan, iftiradan, zinanın her türlüsünden uzak duracak. Bu olumlu nitelikleri elbette daha da arttırabiliriz.
Mevlânâ bütün eserlerinde, ama yalnız eserlerinde de değil, kendi yaşam biçiminde; sözle, sazla, şiirle, raksla, işte yukarda ancak bir kaç önemli elemanını saydığımız o haysiyetli insan modelini göstermeye, önermeye, savunmaya çalışmıştı. “Yaşanacaksa işte böyle yaşanır” gibilerden, felsefesi, sanatı, dünya görüşüyle olduğu kadar kendi öz yaşamıyla da yol gösterici ve uyarıcı bir örnek olmuştur.
Mevlânâ eğitiminin iki önemli aşaması vardır: Tek tek, usta bir kuyumcu gibi, önce bireyleri eğitmek. Bu, eğitimin önemli bir aşamasını oluşturuyordu.
İkinci aşama ise, ki asıl yapmak istediği buydu! sağlıklı, uyumlu, dengeli, adaletli ve adalet duygusunu her hâl ve kârde uygulamayı bilen, kullanan bir toplum, hatta çeşitli toplumlar dünyası oluşturmaktı.
İnsanları tek tek eğitmek, ona çağın gerçeklerini, bilgisini, görgüsünü kazandırmak, ahlâki değerleri, mânevi ilkeleri benimsetmek ancak böyle toplumsal bir amaca dönükse bir anlam taşıyor. Bu âlem içinde yalnız o, bir tek insan varmış gibi, egosantrik bir görüşle yetiştirilmis insanlar topluluğu bir kalabalık oluşturur ama sosyal bir toplum olamaz.
Tek insanlar düşünür ve kurguyu, bu tek tek insanlara göre kurarsanız bütün bu zahmet ve emeklerin ne anlamı olur. Söz gelimi sevgi kavramı ancak başka insanların, başka yaratılmışların da var olduğu yerde bir anlam taşır. O zaman, insanlara sevginin niteliklerini, nasıl sevilecegini, niçin sevilecegini ve bu sevginin, insana neler kazandıracağını anlatmanın bir sebebi, bir gereği ve bir anlamı olacaktır.
Tek insan kavramı için sözgelimi, özgürlük kavramının da bir anlamı yoktur. Önemli olan, insanların, bir arada yaşadığı koşullarda özgürlüğün ne olduğunu, nerelerde, nasıl kullanıldığını, insanlara neler kazandırdığının bilinmesidir ve bunun sayısız yararları vardır. Örnekler çoğaltılabilir…
Hiç kuşkusuz böyle bir eğitim yalnız skolastik ve biçimci metodlarla yürütülemezdi. İnsanların bütünü, yani bedeni ve ruhuyla belli bir eğitim sistemine tâbi tutulması ve asıl amacı toplumun dengesi, toplumun sağlığı ve toplumun selameti olan bir düzenin içinde, kimliğini, kimliğinin boyutlarını, kendine, topluma Tanrıya oranla yerini açık-seçik bilmesi gerekiyordu.
Yani insan, böyle bir bütünleyici eğitim ve sistemin aracılığı ile, yalnız kendi varlığından ibaret, bağımsız bir bütün olmadığını, bir büyük bütünün küçücük bir parçasını oluşturduğunu öğrenmeliydi.
Bir bedende tek tek hücreler neyi ifade ediyorsa, aleme göre insan da oydu. Hücreler tek tek sağlıklı, uyumlu, dengeli olmalıydı ki bütünün kendi de bu özellikleri taşıyabilsin. İşte bunun için çürükler, uyumsuzluklar, sağlıksızlar tedavi edilmeli, onarılmalı, bakım görmeli, ve sağlıklı hale getirilmeliydi.
Aslında bütün ahlak sistemlerinin, tasavvuf sistemlerinin ve dinlerin temel amacı ve yapmak istedikleri de budur. Yöntemlerin ayrılığı sorun değildir, hedef aynıdır.
Mevlânâ”nın bireyden başlayarak sağlıklı bir topluma varabilme yolunda kullandığı yöntemlerin her biri (inanç, sema, müzik… şiir, söz. ders, vb.) bu hedefe yöneliktir. Söz gelimi, kendinden sonra, belli kurallara bağlanan sema törenlerinde görev alan semazen- başı yörüngesinden çıkan (yani toplumsal normları, kuralları bozan) semazenleri hizaya sokmak, uyumu sağlamakla yükümlü olan kişiyi simgeler. Tıpkı, toplum içinde doğru yolu şaşırmış, eskilerin deyimiyle “şirazeden çıkmış” olanları doğru çizgiye, yasal ya da töresel uyuma davet eden toplum eğiticileri gibi…
Bu gayreti küçümseyenler, bir ütopya olarak kabul edenler olabilir, belki de bir anlamda haklıdır bunlar. Ama bizce, Mevlânâ”nın evrenselliğini oluşturan en önemli faktör de onun bu utopisidir.
Mevlânâ, cümle insanların, olduğundan daha mutlu, daha birlikçi, daha güvencede ve yaradılış ilkelerine uygun, içinde yaşadığı toplum kurallarına denk bir düzeyde yasayabileceklerine inanıyordu. Bu hedef kolay olmamakla birlikte, imkansız da değildi. Lazım şartlar belliydi. Hoşgörü, sevgi, inanç, birlik ve bilinçli yaşam bu şartların belli başlılarıydı ve o bu yaşamı bizzat şahsında deneyenlerden biriydi.
Umut kırıklıklarını, hüsranları, acıları şiirle, müzikle, raksla ve bu üç sanat dalının insanı ulaştırdığı yüceliklere uyan inançla onarmayı, tedavi etmeyi o görkemli sesiyle insanlık âlemine ilk kez açık-seçik bir üslupla o önermisti.
XIII. yy. Anadolusunda çelişkiler, düşmanlıklar, umutsuzluklar, karamsarlıklar, yoksulluklar, haksızlıklar ve savaşlar öylesine cirit atıyordu ki… Mevlânâ’nın kişiliğinde somut bir biçimde seyrettigimiz bu manevi patlama çaresiz olacaktı. Bu bir karşı savunmaydı.
Bu eski toprağın eski sekenesi acı bir çaresizlik noktasına gelmişti. Eskilerin “hayat-memat” sorunu dedikleri bu anda yeni bir atılım, yeni bir yaşam ilkesi, yeni bir terkip ve bu yenileri dile getirecek yeni sloganlar gerekiyordu. Yoksa Diyar-ı Rûm da yaşayanlar önüne geçilmez bir erozyon dalgasıyla eriyip kaybolabilirdi.
Ama bütün bu olanların her şeye rağmen bir de umutlu, doğurgan, güçlü bir yanı da vardır. Türkeli’nden bölük bölük Anadolu’ya akan Oğuz boyları Anayurt’un en eski, en gelişmiş uygarlıklarının özünü; Orhun yazıtlarında biçimlenmis ilkeleri, Oğuznâme’nin imbiklerden geçmiş ışıklı uyarılarını beraberlerinde yeni vatana getiriyorlardi. Ayrıca, büyük göç dalgaları boyunca, geçtikleri her ülkenin, yaşadıkları her toplumsal olayın, savaşların ve barışların taze malzemesiyle zenginleşen bu birikim yeni Vatan’ın özsuyu, onu yepyeni bir hayata ulaştıran taze hayat kaynağı ve can damarları olacaktı. Bu basül bâdel mevt, bu ölümden sonra dirilmek… Hayat-memat noktasına varmış Diyar-ı Rûm’un, Anadolu kişiliğinde yeniden doğması, yeni bir dirliğe, düzene, hayata ulaşması çabasıydı.
Sözümüzün başında da söylediğimiz gibi, bu yeni toplumu yeni eğiticiler biçimlendirecekti. Ama kimlerdi bunlar?
Mevlânâ”ya emanet edilmiş olan böyle bir görevde hiç şüphesiz o tek ve yalnız değildir.
Şurası çok açık bir gerçekti ki XIII. yy. Anadolusunda yaşanan büyük metamorfozu biçimlendirecek, yeni vatanın bütünlüğünü gerçekleştirmede öncülük edecek önemli bir eğiticiler ve yapımcılar potansiyeli vardı. Kişisel özellikleri, konuları, etkinlik alanları, mertebeleri, makamları birbirinden ne kadar farklı olursa olsun… bu görevliler takımı aynı amaca yönelmişti. Anadolu’nun yeni insanlarını bu hedefte, bu amaçta birleştirmek ve bilinçlestirmekte yükümlüydü.
Dil birliği, inanç ve din birliği töre birliği, geçmiş birliği ve tarihi miras ortaklığı gibi güçlü elemanlar kalabalıkları bir millet bütünlüğü içinde toplamak için gerekli, hatta zorunlu güçlerdi.
Aşıkpaşazade’nin o ünlü tarih kitabı bu toplumu oluşturan taifeyi Gaziyan-ı Rûm, Ahiyan-ı Rûm, Abdalan-ı Rûm ve Bacıyan-ı Rûm olmak üzere “dört taife” olarak haber veriyordu. Kendilerini “Ahmet Yesevi Fukarası” olarak niteleyen, Oğuz boylarının Alp erenleri, Horasan erleri, Erdebil göçmenleri aslında Anadolu’nun Türkleşmesi gibi bir tarihi olgunun mimarlarıydı… Ve İslamlaşması.
Anadolu’nun Türkleşmesi, bu oluşumun koşulları, ayrıntıları, ilkeleri ve sonuçtaki ürünler yeterince bilinmedigi zaman böyle bir metomorfozda önemli görevler almış olanlar da elbette yeterince bilinemiyecek, daha da önemlisi tek tek isimler olarak orada burada geçecek, ayrı törenlerde adları yadedilecekti.
Başta, hocalar hocası diye adı geçen Ahmet Yesevi olmak üzere, Tebrizî”ler, Mevlânâ’lar, Bektaş’lar, Yunus Emre’ler, Ahi Evran’lar, Karaca Ahmet’ler, Kumral Abdal’lar, Abdal Musa’lar, Kutlu Melek’ler, Kız Bacı’lar ve daha niceleri… Ne yapmak istediler, ne kadarını yaptılar, asla ölçülemiyecek, Anadolu’nun kültür, eğitim, inanç haritasındaki yerleri saptanamayacak, kısası; bizi bugüne getiren kaynaklar ve kökler tek tek adları anılsa bile, o büyük kristalizasyon içindeki yerleriyle gerçekler dünyasında bilinmeyeceklerdi.
Bilim ve fikir hayatımızda hala birinci sıradaki seçkin yerini kendinde tutan rahmetli hocamız Prof. Fuat Köprülü 73 yıldır önemini muhafaza eden ve türünde hala tek olan Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabında bu metodoloji talimatını bütün araştırmacılara açık-seçik vermiştir. Bundan 16 yıl sonra Paris Üniversitesi Türk Tetkikleri merkezinde de aynı derecede önemli olan Osmanlı Devletinin Kuruluşu adli konferanslarında da aynı konuyu örnekleriyle yinelemiş ve açıklamıştır.
Fuat Köprülü hoca, bu konuyu araştırmak için yapılan çalışmalarda gerekli metodolojiyi verirken, tarihsel belgelerin yeterli olmadığı yerlerde efsanelerin, menkıbelerin, halk hikayelerinin de birer veri olarak nasıl kullanılacağını, nasıl değerlendirileceğini anlatıyordu. Onun nazarında bilimsel bir açıdan bakıldığında bu malzeme de tarihi olgular kadar değer kazanıyor, sorunlara açıklık getirmede yardımcı oluyordu.
1948’de, yani ondan 22 yıl sonra değerli profesörlerimizden Ömer Lütfü Barkan hocamız Vakıflar Dergisi’nin ikinci sayısında, bu bilimsel talimattan hareket ederek Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeleri konusundaki araştırmasıyla Köprülü metodolojisinin en önemli uygulamasını yapmıştı.
Büyük göçmen gruplarının Türkeli’nden çıkarak Diyar-ı Rûm’a gelişlerini, oradaki topraklarına yerleşim biçimlerini bir karış toprağın bile bu göçmen gruplarına rastgele verilmediğini, yeni vatanın doğusunda, yeni sekenenin, eski vatandan getirdikleri bütün kültür birikimini tohum gibi kullandıklarını o araştırmada görüyoruz. Göçmen gruplarına, her vatan parçasını işlemek, toprak açmak, bağ, bahçe, orman üretmek koşuluyla veriliyor, ayrıca yerleşim merkezlerinde, yollar, binalar, köprüler, güvenlik karakolları ve kültür merkezleri diyebilecegimiz zaviyeler, yani bir tür akademiler kurulması şart koşuluyordu. “Ayende ve revendeye” yani, oradan gelip geçecek yeni göçmen gruplarına, ticaret erbabına, yolcuya hizmet verecek hanlar, kervansaraylar, hamamlar yapılması da toprağa karşılık, o toprağın yeni sahiplerinden isteniyor ve bunlar vakıf akitleriyle tespit ediliyordu.
Belli bir eğitim programına göre, imar, kültür, inanç eşleşme ve üretim merkezi olarak çalışan zaviyelerin amacı yeni vatanda dil, inanç ve Türk birliğini kurmaktı. Bu hedef, birlik ilkelerini Anadolu’ya getiren öncü eğitim ilkesi Ahmet Yesevi merkezinden, bilinçli bir yöntemle verilmişti. Uygulamayı yeni vatanında gerçekleştirenler, eskilerin deyimiyle Yesevi ocağından feyz almış gerçek kahramanlar, manevi savaş erleriydi.
Daha sonra Gaziyan-ı Rûm adını alacak olan Alp erenleri; toplumun üretim gücünü ve ekonomik durumunu düzenleyen ve Ahiler grubunu oluşturan ticaret ve zenaat sahipleri; toplumun inanç, kültür ve fikir düzeyini geliştirmekle yükümlü abdalan grubu, yani entellektüel takım ve nihayet, Anadolu bacıları adı verilen, örgütlenmiş kadın kolları ki bunlar, hem üretici, hem sırasında savaş eri niteliğindeki denge unsurlarıydı. Bu dört grubun çalışma yöntemleri, toplum içindeki görevleri birbirinden farklılıklar gösterse de amaçları birdi, programlanmıştı ve aynı ocakta oluşmuştu. Toplu yaşamın sürdüğü her yerde; camilerde, dergahlarda, asker ocaklarında, hasat bayramlarında, şölenlerde, düğünlerde, zafer kutlamalarında yani her fırsatta sanatsal nitelikli halk şairleri, ozanlar, bilgeler bu ilkeleri yeni yetişenlere çeşitli yollarla anlatmaya, sevdirmeye, benimsetmeye çalışıyorlardı.
Biri, söz gelimi, Alperenlerin nitelikleri-nicelikleri nedir diye sorduğunda, ozanlar onları yanıtlıyor ve “muhkem yürek, sağlam bilek, derin bilgi, ince görgü, güzel at, seçme yay, uygun dost, özel giysi, af ve sevgi” diye özetlenebilecek ilkeleri açıklayıveriyordu.
Ya da ahiler, kardeş yiğitler diye söylenen grubun niteliklerini bilenler, şöyle sıralıyordu:
“Güçlü de olsa affetmeyi bilen,
“Öfkeliyken öfkesini yenen, yumuşak davranan,
“Düşmanına iyilik eden, kendi muhtaç bile olsa isteyene elindekini veren; başkalarını öne alan, nefsini geri koyan; komşusu siftah etmemişse ikinci müşterisini ona gönderen...”
Zaviyelerde öğretilen ve bunlara göre yaşanan ilkeler ise şöyle özetlenebilirdi: “Sağlıklı beden, dengeli ruh, ayırımsız adalet, sevgiye dayalı toplum, hür düşünceye dayalı inanç.”
Bu takımlar ve bu takımların ilkeleri bir birinden kesin çizgilerle ayrılmamıştı. Savaş eri kılıcını bırakınca orağını eline alıyor, kardeş yiğit, tezgâhtan kalkıp bir ihya gecesi âyinine koşuyor, sofiler savaşmayı da bilimsel tartışma kadar ustalıkla yürütüyor, bacılar ise bir uyum ve denge unsuru olarak hem kendi kesimlerine hem tüm topluma yeri gelince liderlik ediyorlardi. Çizgi dışı yaşayanlara bu toplumda yer yoktu.
Hedef şuydu: Anadolu birliğini kurmak! Ana vatandan getirilen uygarlık birikimi ile Diyar-ı Rûm’un uzun ve hareketli geçmişinin tarihi mirasıni Anadolu denilen yeni potada kaynatmak!
Bu yeni terkip az bir süre içinde hedefine ulaşacak ve Anadolu gazilerinin, ahilerinin, bacılarının ve abdallarının yetiştirildigi irfan ocaklarından yakın bir gelecekte dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin, o mucizeli tasarımı, daha sonra da gerçek varlığı meydana çıkacaktı.
Bu, benzersiz bir laboratuar deneyimiydi ve daha öncelerden bilinen bir örneği de yoktu. Ve bu büyük insanlık deneyiminin kahramanları işte o su katılmamış Türk sofileriydi…
Bu kutsal misyonun gönüllü fedaileri olan bu önemli ve yapıcı gruplar içinde, başta Mevlânâ gibi bilim ve sanat alanında yücelmiş ışık tutucular; bu ışığı Anadolu’nun her köşesine ulaştırmak için bir maraton koşusuna çıkmışcasına yolculuk eden ve Anadolu Türkçesinin baş mimarlarından olan Yunus Emre gibi, halkın, 22 yerde makamı bulunan büyük şairi; Türk elinden aldığı birlik meşalesi altında Anadolu Türk’lerini birleştirmekle görevli Bektaş Veli gibi gönül adamları ve o Saru Saltuklar, o Abdal Musalar, Abdal Muratlar, Karca Ahmetler, Kutlu Melekler, Kız Bacılar, Ahi Evrenler, Ahi Korkutlar ve daha niceleri…
Bu, vatan yapıcıları ve birlik kurucuları, gerekince silahı, gerekince orağı, gerekince kalemi eline alan bu görkemli misyon sahipleri, kendi kendileriyle olduğu gibi, birbirleriyle de uyumlu, birbirlerine de saygılı, birbirlerinin önemini iyi bilen, birbirine inanan ve birbirlerini bütünleyen irfan kahramanlarıydı. Bugün bu hususun üzerinde ciddiyetle düşünmemiz ve durmamız gerekiyor.
Düşünmemiz gerekiyor, çünkü bu günün insanları, çok çeşitli etkiler ve tepkilerle bu büyük ve evrensel eğiticiler grubunu birbirine karışmış gibi, birbirlerine tahammülleri yokmuş gibi, aralarında ayrıcalıklar varmış gibi, kendi düşünce ve ideoloji çıkarları yolunda kullanmak istiyorlar. Oysa onlar sadece ve sadece sevmek, sevilmek, bağışlamak, hoşgörmek, birlemek, birleştirmek, sevmek, sevişmek üzere dünyaya salınmış insan ve toplum mimarlarıydı. O kadar!