MEVLÂNÂ’DA HÂL DİLİ

A+
A-

MEVLÂNÂ’DA  HÂL  DİLİ

Bu makalede, Mevlânâ’ya göre dil şekillerini, bunlardan hâl dilinin ne olduğunu, bu dilin imkân ve gücünü, hâl diliyle konuşma nedenlerini, böyle bir dilin değerini ve sağladığı faydaları ortaya koymaya çalışacağız. Önce,  Mevlânâ’nın hâl diline genel olarak nasıl baktığına değinerek konuya giriş yapmak istiyoruz.

1. Mevlânâ ve Hâl Diline Genel Bir Bakış

Mevlânâ Celâleddin Rûmi, hem Doğuda hem de Batıda, âlim, mütefekkir, mutasavvıf, eğitimci, ve büyük bir şair olmanın yanı sıra gönül ehli ve aşk rehberi olarak da tanınan önemli bir şahsiyettir. Hayalinin genişliği, hislerinin coşkunluğu, tabiatı tasvirdeki gücü, bilgisi, inceliği ve samimiyeti onun belirgin vasıflarındandır.

O, sürekli olarak samimiyeti, sadeliği ve aşkı vurgulamış ve aşkı da ahlâki davranışa ve yaratıcılığa dönüştürmeyi amaç edinmiştir. Yine O, insanı, hayatı ve daha genel boyutuyla varlığı anlama ve anlamlandırmada; varlığın Allah ile sıcak, samimi ve içten ilişkiye sokulmasında ve bunu yaparken de insan nefsini tanıtmasıyla, aşkını farkettirmesiyle, insanlar arası sevgi ve barışı işlemesiyle örnek rol oynamış minnet duyulacak bir kişiliktir.

Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışının temeli aşk, sevgi, sema, halvet, vecd, cezbe ve istiğrak gibi mistik hâllerdir. Mesnevî’sinde, Divân-ı Kebîr’inde, Rübâiler’inde vecde gelen ve coşan Mevlânâ, bir çok mutasavvıftan çok daha mistiktir. Dönemin mistik düşünürleriyle mukayese edecek olursak, İbn Arabî’de metafizik ağırlıklı, Konevî’de bilgi nazariyesi ağırlıklı, Mevlânâ’da ise aşk ve sevgi ağırlıklı insan anlayışlarıyla karşılaşırız. Haliyle Mevlânâ’nın felsefesinin ana kaynağını aşk ve sevgi  oluşturur.  Bu emeline ulaşmada o, yoğun duygu ve duyarlılığını musiki ve şiire bile sığdıramamış, bu ses ve söz vasıtalarında bile yetersizlik, kanmazlık ve doyumsuzlukla baş başa kalmıştır.  Öyle ki

“Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da bunlar olmaksızın seninle konuşayım”

demekten kendini alamamıştır.  26000 beyitlik Mesnevî’si için dahi, duygularını ifade etmede kendini tatmin edememenin bir sonucu  içinde “Mesnevî harften, sesten, sözden kurtulunca derya olur. Ondan sonra o sözü söyleyen, o sözü dinleyen ve o söz hepsi birden can olur!” demiştir. O, dili âdeta mânâ denizinin önündeki set gibi ya da ummanlaşmış geniş anlamları daracık sınırına sıkıştıran bir kap gibi görmektedir.  Burada önemli olan kişilerin canı, cananı, çileyi ve mânâyı anlamaları ve  aynı hâl üzere  birliği yakalamalarıdır.   “Bilgi gönüllerin yaşayışıdır” diyen Mevlânâ, dil kalıplarını taşacak, alışılan hayatı aşacak ve beş duyunun dışına çıkacak bir duyarlılıkla şöyle konuşur:

“Dilsizlerin dilini, dille ifade edilemeyecek sırlara sahip olanlardan can dilini öğren!”

Onun anlayışına göre gerçek gönül erleri için gâye, zaman çizgisini geçmektir. Bu çizgiyi geçenler ayrı bir varlık alanında ayrı bir zevk içinde, ayrı bir dil kullanırlar.  Bu varlık alanında boyut endişesi ortadan kalkar; bu endişeden kurtulunca hasret-vuslat, yaz kış, acı-tatlı bir düz satıh hâlini alır. Aşkın, sevginin, hararetli tadış ve duyuşun hakim olduğu  bu alanda hâlhoşnutluğu kal(söz)e ihtiyaç hissettirmez. Zira sözün araya girmesi, bu renkli alana perde çekmek olur. Hiçbir sûfî de tat ve huzur dolu bu varlık alanıyla arasına perde çekilmesini istemez. Eğer isterse o, aşkı, vecdi, derinliği olmayan kişidir; aşkı, vecdi, heyecanı ve derinliği olmayan kişi de sûfî olamaz.

Mevlânâ, kendi engin ruh dünyası içerisinde coşarken, belki de sosyal sorumluluğu olmasaydı fazla konuşmak istemeyecekti. O, tasavvufu, ahlâkı bir telkin vasıtası[1] olarak kullanmak istediğinden kelimelere baş vurmak zorunda kalmıştır.[2] Buna rağmen “harf dili”nin yetersizliğinden sıkça şikayetçidir. O, sanatının güçlülüğüne, kelimelerle çok rahat bir şekilde ustalıkla oynamasına rağmen, dilin veya kelimelerin Allah’ı ve aşkını gereği gibi anlatamadığına kaildir. Bundan dolayı Mevlânâ, yer yer, harfsiz, dilsiz, dudaksız “hâl dili” veya “gönül dili” ile konuşma gereği üzerinde durur ve gönlündeki bir takım mânevî-mistik anlamları söze ihtiyaç kalmadan iletme hususunda konuştuğu dilden başka ruhani bir dil vermesi için Allah’a yalvarışta bulunur.

Hâl dilinin yerinin ve öneminin açığa çıkması için önce, Mevlânâ’nın belirttiği diğer dil çeşitlerine kısaca göz atmamız  ve onlar içerisinde bu dilin yerini görmemiz uygun olacaktır.

2. Mevlânâ’da Dil Şekilleri

Mevlânâ’nın kullandığı dili veya kendisini ifade etme yollarını söyleme tekniği, kaynağı, içeriği ve etkisi bakımından kısımlara ayırmak mümkündür.

a- Söyleme tekniği bakımından: Mevlânâ, kendisini dolaylı – dolaysız, açık- kapalı, işaretle,  düzenli-dağınık ve rastgele; doğru-eğri büğrü; kısa-uzun; sesle, nağme ile, sözle-sessiz-sözsüz ve hâl diliyle olmak üzere çeşitli biçimlerde ifade eder.[3]

Bunlara ilave olarak, Mevlânâ’nın Dîvân’ındaki şiirlerinde, elifsiz-lâmsız, medsiz, noktasız-virgülsüz, ilişiksiz-işkilsiz, araya sıkıştırarak, gizlice, okla-yayla en önemlisi de dilsiz-dudaksız (hâl diliyle)  olan  anlatım şekilleriyle de karşılaşmaktayız.[4] Bunlara rağmen o, çok değişik anlatım şekillerinin nefse hoş gelmediğinin farkındadır.

Bu, sayısız şekillerde anlatılır ama sen sus; tabiatlar, çok olan her şeye düşmandır çünkü!.[5]

b- Kaynağı bakımından: Bu açıdan söz, beşeri ve ilâhi, yahut akıl sözü ve vahiy sözü olarak iki kısma ayrılır. Birinci gruba giren sözler sınırlı ve eksiktir. İkinci kısımdakiler ise bunun aksine sınırsız, sonsuz ve mükemmeldir.[6] Mevlâna için sözün asıl kaynağı Tanrı’dır. “O Tanrı, önüne ön olmayan, sonuna son bulunmayan, öyle bir söyleyendir ki sözleri, lûgatların nağmelerinden, lehçelerin hareketlerinden, okuyanların okurken laflarını sığdırdıkları zarf ve harf kayıtlarından münezzehtir, mukaddestir.”[7] O yüce ve kutlu olan Tanrı, ağız, dudak ve damağa ihtiyaç duymadan konuşur, fakat bu cüz’î akılların vehimleri ona ermez, onu kavrayıp anlayamazlar. Yalnız nebiler bu harfsiz âleminden harfler âlemine gelirler..”[8]

Mevlânâ’nın temel ilham kaynağı Tanrı’dır. Bu ilham bazen kesilse de yine ona akmaya başlar. İlhamın gelmesinde sûfînin çabası  da etkin rol oynamaktadır.

Birkaç beyit daha kaldı ama o kaynak kayboldu gitti, yarın bir davranır, sıçrarsak o kaynak yine coşar, yine akmaya başlar.[9]

Mevlânâ, Tanrı remizlerinin kolay anlaşılmayacağını; şifreyi kim koydu, düğümü kim bağladıysa onun çözebileceğini; nükteleri, sırları, yine söyleyenin açacağını belirtir.[10]Kısacası, Tanrı’nın sözünü anlamak için yine O’nun sözüne başvurmak uygun bir yol olacaktır. Tanrı’nın sözünü anlayabilmek için insanın mânevî dilini açması, ölümsüzlük dilinden anlaması gerekmektedir.[11]

c- İçeriği bakımından: Bu açıdan Mevlânâ’da iki tip söz şekliyle karşılaşmaktayız: Biri, doğru, iyi ve hoş söz; diğeri de  yanlış, kötü ve boş söz. Doğru söz, gönle rahatlık, kalplere emniyet ve neşe verir. Yalan söz ise kalplerde şüphe uyandırır ve sıkıntı verir.[12]

Mevlânâ’nın, diyalektik ve gelişmeci anlayışına göre tabiatta iyi ile kötü, doğru ile yalan birbiriyle mücâdele hâlindedir.[13] Ona göre sözdeki koku, onun doğru yahut yalan olduğunu haber verir. Fakat bunu fark etmek için insanın sağlam düşünmesi, sözleri iyi tartması, sözün gelişini ve söyleyenin hâlini iyi tahlil etmesi gerekmektedir.[14]

 Kötü kişiden kötü sözler sâdır olur. Mevlânâ, kötü söz söyleyeni akbabaya benzetir. “Akbabanın ağzı daima kötü kokar zaten!. Söyleyenin kötülüğü ve sözü yüzden, gözden ve benizden de anlaşılır.”[15] Bunun için, beden dilini de takip edip, konuşanın kişiliği, samimiyeti ve doğruluğu ile ilgili fikir edinebilir.

Mevlânâ, içeriği boş, mânasız söz söylemeye şiddetle karşı çıkar.[16] Ona göre aşk, cihanda ötedenberi kapalı kalmış bir sır olup, bu kapalı sırrı açıklamak ancak “boş söz”den ibarettir.[17] Yine ona göre şehvete düşen ve başkalarının sözünü papağan gibi taklit edenler de anlamadan boş şeyler söyleyenlerdir.[18]

d- Psikolojik etkisi bakımından: Emin söz, tanıdık söz, gönlü ferahlatan, geliştiren ve daraltan vb. sözler bu gruba sokulabilir.[19]

Mevlânâ’ya göre sûfilerin sözü emniyet ve mamurluktan gelir. Bunun bir nedeni, onların sözünün nebiler ve velilerin sözünden gelmesidir.  Ruhlar tanıdıklarının sözünü duyunca kendilerini güvende hissedip korkudan kurtulurlar. Çünkü tanıdıkların sözünden ruha ümit ve devlet kokusu gelir.[20]  Sevgilinin ikramda bulunduğu, tat verdiği, neşeye boğduğu maşukun sözü de tatlı, heyecanlı, sıcak ve samimidir.[21]

Dil şekillerini bu şekilde tanıttıktan sonra, asıl konumuz olan  hâl dilinin imkânı üzerinde durmak istiyoruz.

3. Hâl Dilinin İmkânı

Hâl dili, beden dilinden daha geniş bir anlama sahiptir. Hâl dili, kişinin, aşkını, vecdini, çilesini, derûnunda hissettiklerini, diliyle ifade edemediklerini görünüşüyle, tavır ve davranışlarıyla dışa vurmasıdır. Bir mantıkçı kali yani sözü esas alır. Sözün olmadığı yerde mantık güçlü bir şekilde devreye giremez. Hâl dilini okumada ise mantık ancak emârelerden, bir takım ip-uçlarından yola çıkarak kesin olmayan bazı çıkarımlarda bulunabilir. Mistik alan, bilindiği gibi, mantık denetimini taşmaktadır. Hâl dilinde mantıktan ziyade görüş, seziş ve duyuşlar rol oynar.  Sûfî, dile ya da herhangi bir geleneksel sanata ihtiyaç duymaz. Çünkü o ve hayatı, Nasr’ın belirttiği gibi, bizzat (hâl) dildir, bizzat sanat eseridir.[22] O, sürekli olarak mânevî müziği, mânevî hâli ve dili dinleme makamındadır. Yine o, varlığı sürekli olarak uyum ve güzellikle konuşur, uyuşur ve birleşir görür. Tüm bir dünya onun için hârici bir söylem alanıdır.

Kâmil sûfînin mâna denizi, mistik yola yeni koyulan ve bu yolun inceliklerine yeni yeni alışan sâlikin ırmağına sığamayacağından, sûfî, onun seviyesini göz önünde bulundurarak konuşur. Böylece  o, sâlikin kendisine ihtiyacı kalmayıncaya kadar onu azar azar sözünün ve bilgisinin sütü ile besler.  Ancak sözlerle ifade edilemeyecek gerçekler de vardır. O zaman mürşit konumundaki sûfî, söyleyeceklerini hâl ve hareketleriyle ifade edecektir. Zira sûfînin kendisini, meramını,  aşk ve vecdini ifade etmede dil yetersiz kalmaktadır. Zaten Mevlânâ’nın, sembollere başvurmasının, yer yer paradoksal ifadeler kullanmasının ve  hâl diline önem vermesinin temelinde de dilin, meramı ifade etmede yetersiz kalması durumu yatmaktadır.

İşte bu yetersizliğin bilincinde olan Mevlânâ’nın, özellikle Dîvân’ındaki şiirlerinde, işaretle, kinâyeyle, elifsiz-lâmsız,medsiz, noktasız-virgülsüz, ilişiksiz-işkilsiz, araya sıkıştırarak, gizlice, okla-yayla en önemlisi de dilsiz-dudaksız hâl diliyle  olan  anlatım şekillerini zikrettiğini görmekteyiz.[23]

Bir sûfî olarak Mevlânâ’ya göre harfsiz, sessiz, sözsüz anlatım mümkündür ve en etkili anlatım şeklidir.

Sus a gönül, gerçekten de dileyen, isteyen kişi susar; isteyenlerin gerçekten de istekli olduğunu sunmaları (hâlleri) anlatır.[24]

Sûfî söz, harf bilmezse bilmesin; aşk derdini anlatmaya başka kapı var.[25]

Ağzımı yumdum; gazelin kalan kısmını ağzımızı kapadığımız zaman söyleyeceğiz.[26]

Mevlânâ, insanın rüyada nasıl dilsiz dudaksız konuşuyorsa, uyanıkken de aynı şekilde konuştuğunu söyler.[27] Yapraktan ve ağaçtan onun türü, meyve aşamaları veya mevsimler nasıl okunuyorsa, insandan da sessiz sözsüz çok hâller okunur.[28] Ona göre, gönlün sözü susmakla söylenir.[29] Dile gelmeyen, söze sığmayan can, dilsiz-sözsüz söylenir.[30]

Bir sûfî olarak Mevlânâ Celâleddin, Tanrı’nın birlik meclisinde harfsiz, sessiz yüzlerce söz söylediğini belirtir.[31] O, en güzel şiirin dudaklardan dökülen değil de gönülde duyulan şiir olduğunu anlatmak istemiştir. Daha doğrusu sözden öte, harften öte bir dil ile şiir söylemek gerektiğini belirtmiştir. Ağırlıklı olarak aşkı, ciltlerle dile getirmeye çalıştığı Divân-ı Kebîr, aşkı tanıtmaktan çok, onun tanıtılamayacağını gösteren bir âbidedir. Belki de aşkın bütün gücü ve güzelliği onun bu anlatılmazlığı ve anlaşılmazlığındadır.

Mevlânâ’ya göre sûfî, baş diliyle de konuşur, susarak hâl diliyle de konuşur.[32]

Kulağımız kalmadı ama baştan ayağa kulağız. Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama baştanbaşa (hâl diliyle) sözüz.[33]

Mevlânâ her iki dilde de üstattı. Eflâkî’nin bildirdiğine göre, “Hüseyin et-Tirmizi, Mevlânâ’ya şöyle der: “Din ve yakîn ilminde babanı hayli geçmişsin; fakat babanın hem “kal” ilmi tamamdı, hem de o, “hâl” ilmini tamamiyle biliyordu. Bugünden sonra senin hâl ilmine girişmeni istiyorum. Bu, peygamberlerin ve velilerin ilmidir; o ilme “ledün ilmi” derler. “Biz ona yanımızdaki ilim (min ledünnâ) den verdik”( Kehf, 18/65)   bu ilimden ibarettir.  Her neye işaret ettiyse Mevlânâ ona itaat ederek bu zatı kendi medresesine getirdi ve tam dokuz yıl bunun hizmetine devam etti.”[34] Kuşeyrî’nin belirttiğine göre, Allah sevgilisi olan kul, bâtınını saf, nurânî ve mamur hâle getirir, bunun alâmetleri ve eserleri yüzünden zuhur eder; söylemeden konuşma buna denir. Bu kal dili ile değil, hâl dili ile konuşmaktır.[35]

İnsanların öğrenmesinde deneylerin işlevini gözümüzün önüne getirelim. Saatlerce anlatılıp öğretilemeyen bir şey, yapılan bir deneyle insan tarafından kolayca kavranabilmektedir. “Hâl dili” denilen bu durum oldukça önemlidir. Bu çerçevede şöyle bir olayı hatırlayalım: Bir şeyhe bağlı olan mürit, anlatmakta güçlük çektiği duygu ve düşüncelerini şeyhinden dinlemesi için sevdiği bir arkadaşını bağlı bulunduğu dergâha götürür. Olacak ya o gün şeyh konuşmaz, sohbet etmez, suskunluğu tercih eder. Mürit, arkadaşına karşı mahcup olur. Daha sonra bir vesile ile bu durumu şeyhine arz eder. Şeyhin cevabı kısa ve çarpıcıdır: “Bizim hâlimizden bir şey anlamayan, dilimizden hiçbir şey anlamaz” der.[36] Bu konuşma şekli, yukarıda da belirttiğimiz gibi, en etkili konuşma şeklidir. Bazıları paradoksal olan şu beyitlerde harfsiz, sessiz, sözsüz, kısacası hâl diliyle anlatmanın imkânı dile getirilmektedir.

Sus; eğer birisi sana harfsiz, sessiz söz olamaz derlerse de ki: “Yalan!.[37]

Sus, çünkü sözle, sesle, harfle örülmemiş dilsiz bir sözün de var…[38] Sus… dille söylenen sözlerden başka da cana canlar katan sözler vardır.[39]

Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama baştan başa sözüz.[40]

Sustum, ağzımı yumdum ama sözsüz konuşuyorum ben bu gece.[41]

Susarken naralar atıyorum!.[42] Can gibi susarak konuşuyoruz.[43]

Dudağımı kapar, sana yüzlerce nükteler söylerim, hem bu nükteleri senin o cilveli, işveli gönlünün kulağına fısıldarım; içimde gizli kalmış neler varsa onları sana anlatırım.[44]

Sözsüz-sessiz bir hitap erişmiyorsa senden, peki, niçin dünya, buyur, ne istiyorsun sesiyle doldu?.[45]

Tanrı yoluna düşene harfsiz-sözsüz, gam vaktinde de bir başka haber gelir, neşe zamanında da.[46]

Mevlânâ’nın, hâl dilini hoşgüçlü ve etkili  bir anlatım yolu olarak görmesi, aynı zamanda onu mümkün bir anlatım yolu olarak görmesi demektir.

Âşıkların susması daha hoştur, denizinse coşup köpürmesi. Sükut içinde söylenen sözler, aynada görünen şekiller, yüzler gibi daha hoştur, daha güzel görünür.[47]

Gönül ezel şarabıyla kendisinden geçmiş de güzel güzel bu gazeli söylemede; fakat bir an soluğunu tutar susarsa bundan da güzel söz söylemiş olur.[48]

Şimdi ben sana dilsiz, dudaksız yeniden yeniye eski sırlar söyleyeceğim, dinle!

Dilsiz, dudaksız söyleyeceğim, çünkü şu diller, dudaklar, bu nefesten ürker. Bu nefes, gizli bir ırmağın kenarında yetişir, meyve verir!.[49]

Mevlânâ’dan seçtiğimiz şu beyitler, hem sessiz, sözsüz, hâl diliyle konuşma şekillerine işaret etmekte hem de bu dilin imkânını dile getirmektedir. Söz konusu beyitlerde göz, gözyaşı, yanak, yüz, gizli âlem; tabiat âleminden kuşlar, gül bahçesi, servi, ay, güneş, süsen (susam) bitkisi, nergis, deniz ve hatta her zerre hâl diliyle konuşabilmektedirler. Dikkat edilirse burada hem gizli âlem  hem insanın birçok organı hem de tabiattaki birçok varlık hâl diliyle bir şeyler söylemektedirler.

Biz de sustuğumuz halde söyleyeniz; teraziye benziyoruz.[50]

Susuyorum, fakat seninle coşmadayım, tıpkı Aden denizine benziyorum.[51]

A dostum, yanaklarıma bak, okumak biliyorsan o aşkın vasıflarını yüzünden görür, okursun.[52]

Kızdığın zaman gözlerin gözlerime gizlice öyle bir söz söyler ki o söz, benim gizli ateşime aittir.[53]

Gözün her solukta benim gözümle, dedi-kodusuz, sessiz sözsüz, aşk dersine ait bahislere girişir, sorular sorar cevaplar verir.

Sus, hiç söyleme de gözyaşı söylesin; gönül yanmaya başladı mı ödağacı gibi koku verir.[54]

Tanrı, “niyetleri yüzlerinde görünüp durur” dedi. Çünkü yüz, içteki sırrı söyler, açığa vurur.[55]

Herkes sustu ama gizli âlem de dilsiz konuşmada… Dedi-kodu nağmeleri olmaksızın dünyada hutbe okumada.[56]

Damın çevresinde kuşların kanatlarını, ayaklarını seyret. Bunlar, sessiz, sözsüz sana Tanrı kahrını anlatırlar.[57]

Fakat her an yeşermiş, güzelleşmiş, bezenmiş bir gül bahçesi gibi dilsiz dudaksız olarak suya şükredin!

Servilerle yeşillik daima dilsiz, dudaksız olarak suya ve ilkbaharın adaletine şükredip durmaktadır.

… Susmaktadırlar fakat sözsüz olarak fasih bir surette konuşuyorlar.

Bizim ay sözsüz olarak doğmuştur. Her dil, bizim kuvvetimizle söz söyleme kabiliyetini bulmuştur.[58]

güneş, dağın bulutun ardından baş göster; her bakışta, sessiz-sözsüz hâli anlat.[59]

Yüzlerce dili varken süsen, hâlimi söylemediyse ona, sen nergis gibi dilsiz-dudaksız, gözümle sırlarımı anlat.[60]

Çırılçıplak ol da gir denize, denizin sesi gibi söylemeyi bil.[61]

Her zerre, feryatla, inleyişle dop-dolu; fakat ne yapsın ki dili yok.

Zerrenin dili, oynayışıdır; başka bir anlatışı yoktur zerrenin.[62]

Hâl dilinin daha iyi anlaşılabilmesi için, bir sûfî olarak Mevlânâ’yı bu dille konuşmaya iten nedenleri yakından görmemiz gerekecektir.

4. Hâl Diliyle Konuşmanın Nedenleri

a- Sûfînin sözsüz, sessiz hâl diliyle konuşmaya başvurmasının ana sebebi, dilin imkânlarının dar olması ve sûfînin gönlünde doğanları dilin anlatmaya yeterince elverişli olmamasıdır.  Bu konuda Şeyh Şihabeddin Sühreverdi şöyle der: “Hâl ehli yanında, “kal” dili değil “hâl” dili lâzımdır.” Zira “hâl” olmaksızın yalnız “kal” ile gönlün müşkilleri çözülemez.”[63]  Şu beyitler de bu fikri doğrular mâhiyettedir.

Hayır, söylemeyeyim, onu susarak anlatayım; zaten o (âb-ı hayat, aşk) anlatışa sığmaz zaten.[64]

Gönülden sözsüz espriler duy, anlamaya bile sığmayan şeyleri anla.[65]

b- Sûfînin gözünde, sözün önemsiz, yetersiz, imkânlarının sınırlı, yanlış anlama ve yorumlamaya açık, riskli, hatta zararlı olması onun hâl diline başvurma nedenlerindendir.

Mevlânâ’nın gözünde önemli olan söz değil, aşktır. Ona göre söz önemsiz bir davuldur. Davulun rolü aşkı duyurmaktır. Duyurmak yani söz ise,  başkaları içindir; başkaları için  olan  da önemli değildir.[66] Yine ona göre söz, çocuk oyuncağına[67], sineğin kanat çırpmasına[68] ve eşeğinin boynundaki çıngırağa benzer.[69] Yine söz, ırmak kıyısında çamaşırları gereksiz yere düğmek gibi  boş bir uğraştır.[70] Söz, mâna değirmenine ancak bir laklaka, beyhude bir dırıltıdır; hâlbuki değirmen  dırıltıyla değil suyla döner.[71]

 Söz, özellikle mâna alanında, değerli ve yeterli değildir.[72] Dildekiler değil gönül ve gönüldekiler değerlidir.[73] Söz bir hayal olduğundan insanın ona saplanıp kalmaması gerekir.[74]

Mevlânâ’nın şu beyitlerinde de, sözün önemsizliğinin işlendiğini görmekteyiz.

Binlerce defa söyledim sana, sus dedim, fayda yok sözden…[75]

O söz suyuna pek düşme; o kaynaktan (cansızlar dünyasından) su getirme; orada atlas görünür ama bu yanda alelâde Yemen kumaşıdır.[76]

Sözü böyle önemsiz ve değersiz kılan ciddi bir neden söyleyen yahut sözü değerlendirenin seviyesizliğidir.

Aşağılık kişiler, her söz söyleyeni hor hakîr bir hâle getirirler.

Sözü yüceyse, değerliyse bile o sözün kaderini (derecesini, seviyesini) düşürürler.[77]

Mevlânâ’nın hâl diline başvurmasında sözün önemsizliği kadar yetersizliği de önemli rol oynar. Onun, “A  harfle ses arasında kokuşup kalan …”[78], “.. Bu üstünü dil anlatamaz ki!”[79] ifadelerinden, ilk etapta, sözü hiç de yeterli görmediğini çıkarmaktayız. Mevlânâ’ya göre söz kabuk, ayak ve bağdır,[80] bundan dolayı o, meramı ifade etmede yetersizdir. Dil, aşkı ve sevgiliyi anlatmada çok daha yetersiz kalmaktadır.

Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki, o meleklerin bile kıskandıkları güzeli öveyim.

Hatta bu çeşit bir ağza sahip olsam, yahut bunun yüz misli geniş bir ağız elde etsem yine de feryad ü figan, o ağza sığmaz.[81]

Söz meramı ifade etmede yeterli olmadığı gibi, onun bazen  zararı da dokunur. Bunun için Mevlânâ, söz yanlısı değildir.

Sus ki dil, baştan-başa ziyandır; ne diye kaçıyorsun dile doğru?.[82]

Sözün zararlarından şöyle bahsedilir: Söz incitir[83], sevgiliyi[84] ve aşkın tadını  kaçırtır.[85] İnsanı oyalar ve işten-güçten alı kor[86]; bakış ve görüşü etkiler[87], düşünceleri dağıtır.[88]  Söz, düşünceleri dağıtmakla kalmaz, şüphe ve yadırgamaya yol açarak, anlamın sâfiyetini de bozar.[89] Bundan dolayı  söz kara yüzlüdür. Özü, yüzü ve gerçeği perdeleyip, güzeli müşâhede etmeye engel olur; gerçeğin üzerini örten toz gibidir.[120]Haliyle bu toz, aşk sırrını da kapatır.[91] Söz, insana sıkıntızahmet verir[92], baş ağrıtır[93], gönlü derde-tasaya düşürür[94], sırları deşifre eder, ayıbı ortaya çıkarır[95]; yel gibi, saman gibi uçar ve gönlü sıkar gider.[96]

Söz, insanı hor ve hakîr eder, yorar[97] ve kişiyi yerinde saydırır.[98] Kişiyi yerinde saydırmadan da öte, insanı uyutur[99]; insanı uyuttuğu gibi ayıltır ve zevkinden de eder.[100]Bu kadar zarardan sonra söz, ilâhi yardımın kesilmesine de yol açar.[101]

c- Mevlânâ’yı hâl diline başvurmaya iten yukarıdaki nedenlere benzer bir neden de sözün tehlike arzetmesidir. Ona göre söz şu şekillerde tehlike arzeder:

ca- Söz, tuzaktır. Bunun için sözden, altmış fersahlık yere kaçmak gerekir. [102]

cb- Ateşi alevlendirir ve yayar. [103]

cc-   Yılan gibi ısırır.[104]

cd- Bazen başı derde sokar.[105]

ce- İnsanın kibre düşmesine vesile olur.[106]

cf- Birliği engeller, ayırıcıdır ve ayrılık getirir. [107]

cg- Kavga[108] ve inatlaşmaya [109]sebep olur.

ch- Sözdeki tehlike, savaşa bile yol açar. Söz bu zarara, sırları ifşaya, ya da husûmeti körüklemeye  vasıta olduğu için yol açıyor olsa gerek.

Söz söylemek, boyuna dövüş, savaş çıkarır meydana; adam, söz yüzünden Râfızi gibi her an Ali’yi Ömer’le savaştırır durur.[110]

Ey söz söyleme kabiliyeti, ey savaşkan kabiliyet, söze doydum artık; sus!.[111]

Sözün zararları ile ilgili olarak burada anlattıklarımız, sükût için de neden oluşturmaktadır. Yani sükûtun bir nedeni de sözün zararlarından korunma gayretidir.

d- Mevlânâ’nın, hâl diline başvurmak istemesinin bir diğer nedeni de dilin imkânlarının sınırlı olup, insanın kendisini dille ifadede acze düşmesidir. O, hem sözden bîzârdır hem de dilin sınırlı oluşu ve meramını ifadede âciz kalışından dolayı üzülmektedir. “Benim sözüm elimde değil, bu yüzden üzülüyorum, inciniyorum. Çünkü dostlarıma vaazlar vermek istiyorum, fakat söz bana boyun eğmiyor, bunun için çok üzülüyorum.”[112] Bir sûfî olarak Mevlânâ, kendi hâlini ifadede oldukça zorlandığını veya acze düştüğünü sıkça belirtir. O bu belirtmelerini, aşağıda kaydettiğimiz şu ifade formlarıyla yapmaktadır. Onun bu ifadelerinden, yaşadığı tecrübenin ne kadar geniş, zengin ve sır dolu olduğunu da çıkarabiliriz.

“Bu sözün sonu yoktur…”[113], “Bu söze son yoktur…”,[114] “Bu sözün sonu gelmez…”,[115] “ Ne bu sözün sonu vardır, ne de bu söz bitip tükenir…”[116], “Söze sığmayan bu birleşmeyi söylemenin imkânı yoktur vesselâm.”[117], “Bu söz, hadde, hesaba sığmaz…”[118], “Burada artık sus, dudağını yum.!..”[119], “… Ben o sözleri anlatamam ki!.”[120], “… Dilin gücü-kuvveti yok..!”[121], “Kaleme gelmeyen (anlatmada zorlandığım) engeller çıkmasaydı…”[122], “Kalemle anlatılmayacak, dille söylenemeyecek…”[123], “Bu anlatışın sonu gelmez… (bir misliyle yardım edilse bile! Kehf, 18/109);[124] “…Kalem buraya gelince, kırıldı-gitti”.[125]

Mevlânâ dilin canı, gönlü, gayb ve sır âlemini, Sevgili’yi, Tanrı’yı ve aşkı dile getirmede acze düştüğünü gördüğü için, hâl dilini kullanmayı tercih etmiştir denebilir. Bu sıraladıklarımızın sevkettiği hâl ve verdikleri zevk kolay kolay dile dökülemez. Zira genellikle dil, görüneni ifade etmede kullanılır, haliyle o, sınırlı olanı anlatır. Sûfî de sınırlı olanı aşmak istediğine göre imkânları sınırlı olan dil, onun hâlini yansıtmada yeterli olmayacaktır.

Bunun ötesini anlatmada dil âcizdir; dilin işi-gücü, görüneni anlatmaktır zaten.

Hâlbuki görünen şekil, gül yaprağına benzer, su gibi eriyip gidiverir.[126]

“… Bunun tafsili hadsiz ve Tanrı’nın işleri, yolları da hudutsuzdur. Hudutsuz olan bir şey şerh edilemez. Zira şerh ve beyan mahduttur. Hudutsuz olan bir şey de sayıya-sınıra sığmaz. Fakat akıllı kimseler bu az olan şey (sûfînin hâlin)den çoğunu da anlar. Gafiller ise çoktan azı bile anlayamazlar. Zira ‘akıllı bir kimseye bir işaret kâfidir.’ Gafile ise şerhin faydası yoktur.”[127]

Düşünce sözü aştığından, insan, her düşündüğünü dil kalıbına sokmada âcizdir.

Nice-nice düşünceler, âdeta denizdir, hikmetse sanki o düşünceler içinde yüzen balık; düşünürken söz diridir de söylerken ölü.

Hayır, düşünce ağdır âdeta, deniz bu ağın ardında; ağa, sayılı balıktan başka ne sığabilir ki?[128]

“Hayâl âlemi, tasavvurlar âlemine nispetle daha geniştir. Çünkü bütün tasavvurlar hayalden doğar. Hayal âlemi de, hayali var eden o âleme nispetle dardır. Bu sözle ancak bu kadar anlaşılabilir, yoksa gerçek, mânanın kelime ve cümlelerle belli olması imkânsızdır.”[129]

Yeter, çünkü tamamlandıkça noksanı belirir (söz tamamlanamaz); sus da o şuh güzel, yeter artık demesin.[130]

Bu kıyametle öylesine yüklüyüm ben ki söz söyleyemiyorum, keseceğim artık sözü, zaten gönlümdeki düşünceleri anlatmaya da imkân yok, mümkün değil onları söze getirmek.[131]

Mâna, ölçüye, kalıba sığmamaktadır. Bundan dolayı da  mânalar sözlerle anlatılamamakta veya en azından noksan anlatılmaktadır.[132] Mevlânâ’ya göre, mânayı şiire sığdırmaya çalışmak, onu heder etmek demektir. Şiirde mâna sapan gibidir, onunla her istenilenin vurulması mümkün değildir.[133] Zaten matlab yani söylenmek istenen şey de sözü aşmaktadır. “… Sözün faydası şudur ki seni istemeye sevk ve teşvik eder, heyecanlandırır; yoksa istenilen, sözle hâsıl olmaz. Eğer böyle olsaydı, bu kadar mücâhedeye ve kendini yok etmeye ne gerek vardı?.”[134] Yani herkes taleplerini sözle elde ederdi.  Hâlbuki, özellikle sûfînin yaşadığı zengin ve engin tecrübe söze sığmamaktadır. Zira onun dile getirmeye çalıştığı alan, bu fizik alanın ötesinde, nitelik ve işleyiş bakımından farklı bir alan olduğu için, bunu dile getirmede zorluk çekmektedir. Bunu Mevlânâ şöyle itiraf etmektedir:

Bu sözü kıyamete kadar söylesem, bu bahsi kıyamete kadar uzatsam bitmez… Yüzlerce kıyamet kopar, geçer de yine bu bahis (mânevî alanı ve mistik tecrübeyi anlatma) tamamlanmaz.[135]

Mevlânâ dilin anlam karşısındaki aczini, çocuğun güçsüz ve yetersiz oluşuna benzeterek, şöyle ifade eder.

Yeter sus da harften anlama kaç, niceye dek anlamı harflerle emip duracaksın?

Dişleri çıkmayan çocukların harcıdır (anlamı harflerle) emmek, er iseniz ısırın somunu ! (Yani harflerden anlama atlayın).[136]

Şu şiiri al da eski şiir gibi yırtıver-gitsin; anlamlar zaten harfe, yele aldırış bile etmiyor.[137]

Bu mâna, kelâma gelmez, bu söz, hitâma ermez. Dalgalar yorulur, köpükler durulur, denizler bâki.[138]

Dil, mâna karşısında bu derece âciz ve yetersiz olduğuna göre, sûfi bu konularda konuşmamalıdır.

(Öyleyse)  bu aczinden ağzını yum…, söze gelmeyen şeyi söylemeye kalkışma!.[139]

Vecdin ve diğer mistik hâllerin başkasına naklinde dilin acze düştüğünü belirtmiştik. Mevlânâ hâl ve halvetin yaşanarak anlaşılacağını, bunun anlatışa sığmayacağını defalarca söyler durur.

Bu şahrem-şahrem yarılıp parçalanan  anlatışa sığmayan aşk, halvettir, aşkı anlamak istiyorsan gel de huzuruna götüreyim seni.[140]

Sus, gönül ahvalini söylemenin imkânı olsaydı dağ bile deniz gibi çarpınıp çırpınmaya başlardı.[141]

Şimdi benim hâlim, söze sığmaz. Zaten bu söylediğim de benim ahvalim değil.[142]

Sûfî, tattığı zevki de dile getirmede acze düşmektedir. Mevlânâ’ya göre “… Zevk söylemede, sözde olsaydı her zerre, söze gelirdi, söylerdi.”[143] Bu zevki tadan bilir; onun dışında olan onu ne tam olarak anlayabilir ne de dile getirebilir.[144] Anlamak için çile çekmek, ezilmek, mâna değirmeninde öğütülmüş olmak gerekir.[145]

Sûfînin hâli, tattığı zevk ve bunun akabinde hissettiği düşünceler dar söz kalıplarına sığmayacaktır.

Bilir misin, deniz neden kabarıp coşar, dalgalanıp köpürür? Benden işit, çünkü deniz adamıyım, denizdeyim ben.

Kabı dar gelir kendine, geniş yer ister de sonucu su, havalara kalkar.[146]

e- Mevlânâ’nın hâl diline önem vermesinin bir nedeni de sessiz/sözsüz hâl diliyle konuşmanın ya da sükut etmenin ağızla konuşmadan daha önemli ve değerli oluşuna inanmasıdır.

Sükut, bir bakıma, hâl diliyle konuşmaktır. Bundan dolayı onu, mutlak sessizlik ve mesaj iletmeme olarak okumamak gerekir. Sûfî anlayışına göre susmak ayıp değil, aksine bir övünç nedenidir.[147] Mevlânâ’nın dediği gibi, susuşta yüzlerce dil, yüzlerce anlatış vardır.[148] Şu örnek bu konuda dikkat çekicidir. “Hz. Osman hâlife olunca minbere çıktı. Halk ‘Acaba ne buyuracak?’ diye bekliyordu. O sustu ve hiçbir şey söylemedi, sadece halka baktı ve onlarda öyle bir hâl  ve vecd hasıl etti ki, artık dışarı çıkacak hâlleri kalmamıştı; birbirlerini unutmuşlardı. Nereye oturmuşlardı? Şimdiye kadar yüzlerce zikir, vaaz ve hutbeden onlara öyle bir hâl hâsıl olmamıştı. Bu defa onlar için o kadar amel ve vaaz ile meydana gelmemiş olan birçok faydalar hâsıl olmuş ve sırlar keşfolunmuştu. Oturum sonuna kadar Hz. Osman böylece bir şey söylemeden baktı. Minberden inmek isteyince: ‘Sizin için faal imana sahip olmak, çok söyleyen bir imana sahip olmaktan daha hayırlıdır’ buyurdu. Bunu doğru söylemiştir. Çünkü söz söylemekten maksat bir fayda vermek, kalbe tesir etmek, ahlâkı değiştirmek ve incelikleri göstermektir. Hâlbuki o, hiç konuşmadan konuştuğu zamankinden daha fazla, onlarda bütün bunları meydana getirdi ve onlar sözde elde ettikleri faydaların birkaç mislini, sözsüz olarak elde ettiler.”[149]

Nice susanlar, konuşanlara göre daha güçlü ve etkilidir:

Bülbül doğana niçin sustuğunu sorar.  Doğan, “sen bakma sustuğuma, padişah av avlarken (sessizliğime rağmen) tam yüz ere bedelim ben” der.[150]

Mevlânâ, sıkça sükutun önemine değinir ve onu över.  O, ancak, susmasını bilen canların kulu olduğunu belirtir.[151] Ona göre, susuşta yüzlerce dil, yüzlerce anlatış vardır.[152] Susmak, bal şerbeti içmekten de iyidir.[153]

Harfleri aşarak anlama atlayan sûfî, tattığı şeyin veya içinde bulunduğu hâlin tadıyla hoşnut olup sükutu murad eder.

Bu dil ne tatmıştır ki tattığı şeyin lezzetinden dilsizliğe özenir de susar?.[154]

Özellikle Divân’ında sıkça, hatta her terciî’ bendin sonunda, susmayı tavsiye eden Mevlânâ, sükut etmenin ve hâl dilini konuşturmanın çok şey kazandırdığının farkındadır.  Ona göre  sükûttan şu tür kazançlar elde edilir:

 Sükût âdeta gıdadır[155], şifadır[156], daha hoş[157], daha iyidir.[158] Sükut, olgunluk, doluluk ve gelişme vesilesi olup, itibarı artırır. Söz söylemek çocukluk; susmak ise adamlık, erlik ve olgunluktur.[159] Az konuşan kişi iyi düşünceli olur.[160] Sükût olgunluğa ve doluluğa sevkeder, söz ise ayağa düşürür.[161]  Sükutun zıddına söz, insanı itibardan düşürür.[162]

Sükûtta olan avantajlar ve faydalar sözde yoktur.[163] Sükût, söze göre daha zevkli, daha anlamlı ve daha yararlıdır.[164] Bundan dolayı Mevlânâ’nın nazarında susmak, aklın emri olup; ayıp değil, aksine övünçtür.[165]

Yine sükût, zenginliktir; kişiye gayb sırlarını öğretir. Sükut sayesinde insan yüzlerce dil ve zengin imkânlar elde eder hatta o zenginliklere yönetici bile olur.[166] Mevlânâ’ya göre, dudağını yumup söz söylemeyen, sırrı gizleyebilen, gayb sırrını öğrenebilir.[167] Az söyleyen adamda derin bir düşünce vardır. Söyleme kabuğu arttı mı, iç yok olur.[168] Sükut, Tanrı rahmetine ve imana vesiledir.[169] İman ve teslimiyet temelde sessiz bir kabuldür. Bunu Mevlânâ şöyle ifade eder.

İnanan anlar, fark eder; böyle dedi Mustafa; şimdi ağzını yum, sözsüz bulduk doğru yolu.[170]

Günü, söylemekle geçirdin; gece geldi, bâri artık sus; çünkü sözü bırakan, buna karşılık ebedî sözlere nâil olur.[171]

“Susun, dinleyin” (Â’râf, 7/204) emrini canla, başla kabul et de sevgili (Tanrı)nin mükafatına eriş, rahmetine nail ol.[172]

Fazla sözü sat da can, mevki ve para-pul bağışlamayı satın al.

Bu suretle de Tanrı seni övsün, rütbene gök bile haset etsin.[173]

Sükût, müşâhedeye (doğrudan temâşaya) imkân açıp, gerçeğin açığa çıkmasına sebep olur.[174] Sükutla, anlayış düzene girer,[175] anlayış düzene girince de gerçeğe daha rahat ulaşılır.[176] Mevlânâ’ya göre gizli şeyler sükutla daha iyi anlatılır.[177] Bunun aksine söz, gizli şeyleri daha da çok gizleyebilir.[178]

Sükut güçtür, tehlikeden korur, selâmette kılar ve kurtuluşa vesiledir. Sözün zararları hatırlanırsa, bunun aksine sükutun faydaları ve sağladığı kazanç daha rahat anlaşılır. İşte sükûtun sağladığı bu faydalardan dolayı Mevlânâ, söze değil cana-öze, mânaya, Sevgiliye, Allah’ın lütfunu ve güzelliklerini müşahedeye, kısacası, mistik hâl ve yaşantıya girmeye çağırır.

5. Hâl Dilinin Etkili Olabilme Şartları

Hâl dilinin etkili olabilmesi ve istenen mesajı verebilmesi için bu dili kullananın aşkı, derdi, çilesi, cehdi, bilgisi ve ameli yerinde olmalıdır.  Şeyhulislâm Tirmizî: “Seyyid Burhaneddin, tahkike ait sözleri pek güzel anlatıyor; bu da şeyhlerin yazılarını, esrarını okumasından ileri geliyor” dedi. Biri bunun üzerine: “Sen de okuduğun halde nasıl oluyor da böyle sözler söylemiyorsun?” diye sorunca o: “Onun bir aşkı, bir derdi, bir cehdi, bilgisi ve ameli var” cevabını verdi.[179]

Hâl dilinin etkili olabilmesi için, bunu sergileyenin inandırıcı ve güven telkin edici bir edasının ve geçmişinin olması gerekmektedir. Söz, önce söyleyeni tarafından yaşanarak ve gerekleri yerine getirilerek söylenmezse sözle öz uyuşmazlığı ortaya çıkar ki bu, insanın iç ve dış tutarlılığını tahrip eder; bu tutarlılık ortadan kalkınca konuşanın inandırıcılığı da yok olur. Bu konuda Mevlânâ’nın bir hayli sert konuştuğunu görmekteyiz.

Dilinde Tanrı adı, canındaysa imansız düşüncesi yüzünden pis kokular!.[180]

Miskten bahsetme… ağzından soğan kokusu gelmede, sırrını açığa vurmada!

Sen dâima gülbeşeker yedim diyorsun ama nefesinden gelip duran sarımsak kokusu, saçmalama be, demekte…

Görenlerin ortasında hileye kalkışma… mihenk ortadayken lafa girişme ey kalp (sahtekâr)!.[181]

Fazla söylemek ve dinlemekten ziyade yaşamak daha önemlidir. Şu beyitteki hararet ve sarhoşluk, yaşamaya ve hâllenmeye işaret etmektedir.

Ey kulak, senin nasibin hararetlenip kızarmaktır… işte hararet, işte sarhoşluk! Fakat kulak, ben bundan daha fazlasını istiyorum, harisim ben demekte!.[182]

A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster, “Doğrul (İnşirâh, 94/7), doğru ol (Hûd, 11/112)”.

(Kendi) Ayıbını söylemiyorsan bari sus. Gösterişte, hileyle kendini öldürme!.[183]

Sözü, kişinin kendisi için saklaması veya onu hayatına tatbik etmesi değerlidir. Böyle yapmayıp da tıpkı cariye pazarlayanlar gibi başkasına laf pazarlayanları Mevlânâ’nın aşağıladığını görmekteyiz. “…O tüccar cariyeyi satmaktan zevk duyar ve bunun için onu alır. Kendisi için alacak mertlik ve insanlık onda ne gezer!.”[184] “Av köpeği gibi avını avla, şarabını elde et; samanlığıma dalan havlayan köpekler gibi olma!.”[185]

Yukarıda da değindiğimiz gibi, konuşan için söz-eylem birliği ve bütünlüğü oldukça önemlidir. “Bir gün şehrin ileri gelen hâfızları Mevlânâ’dan “nice Kur’ân okuyan vardır ki, Kur’ân ona lanet eder” hadisinin manası nedir? diye sordular. Mevlânâ: “Kur’ân âyetlerinin çoğu emir ve yasağı, iç ve dışın terbiyesini teşvik eder. Meselâ birisi “namazlarınızı kılın, zekatlarınızı veriniz” (Nisâ, 4/77) âyetini okur, namaz kılmaz ve zekatını vermez. Birisi de “Tanrı sizlere şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı… emreder” (Nahl, 26/120) âyetini okur, fakat zulmetmekten geri kalmaz. O kimse hasistir, cimridir ve emanete hıyanet eder, Tanrı’nın yasak ettiği şeylerden kendini korumaz. Elbette Kur’ân-ı Kerim “hâl” dili ile bu insanlara lanet eder, onları lanetlenmiş sayar ve kıyamet gününde de bunların can düşmanı olur” buyurdu. Yine o,

“Bir gün gelecektir ki bu söz, dinleyicisine düşmanlık edecektir.

Sana, “âb-ı hayat” diye çağırıyorum, sen duymamazlıktan geliyorsun.

Fakat Kur’ân yoluna giren, Tanrı’nın emrini dinleyip doğru yoldan çıkmayan insanlar “Kur’ân ona rahmet eder” sırrına mazhar olurlar” buyurdu.[186]

Mevlânâ Celâleddin, hâl dilinin iyi okunabilmesi için, söylenenlerin sadece sözde kalmayıp eyleme dönüştürülmesi ve bunu yaparken de sözle özün bir olması gerekliliğini vurgular.

Tanrı, “Ey Musa, bana, suç işlemediğin, kötü söylemediğin bir ağızla sığın, dua et” dedi.

Musa, “Bende o ağız yok” deyince Tanrı, “Başkasının ağzıyla dua et, çağır” dedi.

Sen de öyle muâmelede bulun ki ağızlar, gece-gündüz sana dua edip dursunlar.[187]

Ey gizlice hevâ ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın.[188]

Fakat sözün eğri, özün doğru ise o söz eğriliği, Tanrı’ya makbuldür.[189]

Mevlânâ, içten, inanarak, yaşayarak bilinçli bir şekilde konuşmayanları, inandırıcılıkları kırılacağından ve hâlleriyle etkili olamayacaklarından dolayı kınamaktadır. “İşte bizim vâizimiz ve kendini gören zâhir bilginler, her ne kadar peygamberlerden, kutuplardan ve velilerden dem vuruyor ve kendilerinde de onlardan bir eser olduğunu iddia ile övünüyorlarsa da “Kalplerinde olmayanı dilleri ile söylüyorlar” (Âl-i İmrân, 3/167) onların hâllerinden ve makamlarından kendilerinde hiçbir şey yoktur. Fakat onlar her şeyin kendilerinde olduklarını tasavvur ediyorlar.”[1120]

6.Hâlin okunması

Âşıkın hâlinden âşık anladığı gibi, hâl ehlinin hâlinden de en iyi hâl ehli olanlar anlar. Gelişmemiş, çocuk, câhil, gâfil, ham, mukallit, sûret ehli olanlar hâl dilini okuyup anlayamaz.[191]

Hâl dilini en iyi hâl sahibi olanın okuyacağını söyledik. Hâl sahibi ise tövbe, sabır, tevekkül ve rıza (makamları) üzere olur. Hâl ehlinin sözü sadece ağızdaki dille ifadesini bulan söz değildir. O, beden dilinin yanısıra, can diliyle ve gönül diliyle de meramını, sırları ve bâtınî anlamları ifade etmeye çalışır.

Şu ağzımı yumdum da gizli ağzımı açtım; dedi-kodu sevdasından, söz kaydından bir kadeh şarapla kurtuldum gitti.[192]

Temiz kişilerin sözleri de, nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de, suretleri de.[193]

Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış, akıllıların dillerindedir, âşıklarınsa gönüllerinde…

Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne… Yeryüzünden göğe varmaya pek çok konaklık bir yol var.

Gönül buluta benzer, göğüsler damlardır… Şu dilse oluktur sanki; yağmur oradan akar.

Yağmur suyu gönülden göğüslere tertemiz yağar, fakat adamın içi pisse sözlerinin de aslı-faslı yoktur.[194]

Hâl ve beden  dilinden en iyi anlayan, bunları en iyi okuyan sevgilidir. Zira hâli en iyi okuyan o olduğu gibi, hâli ve gönlü en çok etki altına alan da odur.

… Sen söz söylemeden gönlü alır götürürsün.[195]

A gönül, sözün tamamını sen söyle; ben ağzımı yumdum, sen söyle ki ebedi sözlere sahipsin sen.[196]

Görünüşte sustum ben, fakat bilirsin ki kanlar içen gönlümde kanlara bulanmış sözler var.

Ben susarken yüzüme iyi bak, iyi dikkat et de senin eserlerini bir iyice gör.[197]

Hâl ehli, meramını, sırları ve bâtınî anlamları ifade etmeye çalışsa da , o, bunların bir kısmını sır olarak tutmayı murat eder ve onları deşifre etme yanlısı değildir.

… Andolsun Allah’a, şu gönülde, söylenecek ne ince sözler var, yalnız söylemeye imkân yok!.[198]

7. Hâl Dilinin Değeri ve Kazandırdıkları

Sessiz, sözsüz, hâl diliyle konuşmanın  bir değeri, bir avantajı ve birtakımkazandırdıkları vardır. Mevlânâ’ya göre asıl dil, paradoksal da olsa, kendisini dilsiz ifade eden dildir. Harflere dökülen dil, değerli değildir.[199] Bunun aksine, susarak, harfsiz, sessiz hal diliyle konuşmak daha hoş, daha iyi ve daha değerlidir.[200]

Mevlânâ’ya göre dilsiz söylenen sözlerle de bütün dünyayı seslerle doldurmak mümkündür.[201] Üstelik, dilsiz anlatılan şeyler sözle anlatılanın aksine daha iyi, daha zararsız ve daha etkilidir.[202]  Bunla ilgili olarak Mevlânâ şunları söylemektedir:

Onun sözlerini kulaksız duy, ona dilsiz, ağızsız söz söyle; çünkü dille söylenen sözün bazı-bazı yalan olmamasına, bazı bazı insanı incitmemesine imkân yok.[203]

Söz, dalgalanıp duruyor ama onu dudakla değil de canla, gönülle anlatmak daha iyi.[204]

Hey, sus, susarak konuş onlarla; zaten susmak, gizli şeyleri daha da iyi anlatır, açıklar.[205]

“Akıllı, söylerken, derken unutabilir. Âşıka ise binlerce işaret bile yetmez; çünkü âşık, söyler, işaret eder; fakat yalnızca anlamak için değildir bu; tat almak içindir bu, tat almak içindir!..”[206]

Dille söz söylemede inat etmez de tümden gönül olursan aynaya dönersin de susarak sözler söylersin.[207]

Sevgide çekilen cefada binlerce vefa var, sevgiyle susmada güzel güzel konuşma lezzeti var.

Sus ki dil, harfle gereksiz uğraşa kapıcı oldu, fakat gönül harfsiz söze başlarsa baş köşeye geçer kurulur, padişah olur sanki.[208]

Ey toprak, ne düşünüyorsun? Neden böyle susmadasın? Düşüncelere dalıp gitmişsin dedim. Dedi ki: Susmama bakma, içimde bahçeler var, bağlar var.[209]

Hele sen dilsiz-dudaksız söz söylemeyi huy edin; huy edin çünkü dünyadan geçip gittin mi ne dudak kalır, ne diş.[210]

A ulular, biz sustuk, susmadaki sırrı anlayın artık…[211]

Bu kadar değeri, avantajı ve kazandırdıkları olduğundan dolayı sessiz-sözsüz, hâl diliyle konuşma Mevlânâ tarafından övgüye lâyık bulunur.

Susarak söyleyen Akl-ı Küll’e, bizden yüzlerse tapı, yüzlerce selâm.[212]

Susanların ışığını seyret; gönülün ayak ucunda ölen, baştan başa baş kesilmiştir.[213]

Mevlânâ, hâl diliyle konuşmayı övmekle kalmaz, insanları bu dile teşvik eder, bu dille  konuşmaya çağırır hatta hâl dilinin değerini bilmeyenlere sonunda kızmaktan bile geri kalmaz.

Sus da gücün yeterse mânaları harfsiz söyle; harfsiz söyle de söz alanına gönül hâkim olsun.[214]

Sus da gönül dilsiz, dudaksız söylesin. Gönlün sözlerini duyunca bu sözlerden utanıyorum ben.[215]

Harfsiz söz söyle de düşman, bu söz, insanların sözü, kitaplarda yazılmış söz demesin. [216]

Harfe tevbe ettim ben; isteklilere, anlamlarla dolu harflerle başka bir anlatış bayrağı aç da beylik et artık.[217]

Güneş, soluksuz, harfsiz haberler verir; sözler söyler; (yeni okumaya çalışan çocuk gibi) ebced, hevvez, huttî demeyi bırak, yum ağzını.[218]

A gönül, sus da hep harfsiz konuş; neliksiz, niteliksiz âlemden, dilsiz, dudaksız bahset.[219]

A harfler saçan, sus, susanlar gibi kulak kesil, hâlka tercümanlık etme; hani hâlin, nerede hâl yönünden sözlerin senin?.[220]

Sözden, harften geç de su gibi nakışlar kabul eder ol, şekilden şekle gir, çünkü harf de dünyadandır, ses de; dünya da zaten bir köprüden ibarettir.[221]

Sus, niceye bir lafa dalacaksın? Hâl geldikten sonra lafı ne diye isteyeceğiz?[222]

Hâl kapın, kapalı galiba ki boyuna sözün ardına düşüp gelmedesin.[223]

Sus, hâlini sözünle az anlat… [224]

Hâl sahibi ol da söz söyle; bu suretle de benim gibi söze düşkün olma! (Haddini bilmezlik etme, sus!) [225]

Dudağını yum, çünkü dilsiz-dudaksız göklere ulaşmada gönlüm hey-heyleri, gönlün nâraları.[226]

… Bunun anlatılması uzun sürer; gel de sözü kısa keselim; şu zindanı delelim de o şekillerin bulunduğu yere, âşık olduğumuz o gerçeklerin bulunduğu makama varalım.[227]

Birisi, âşıklık nedir? Diye sordu; dedim ki: Şu anlamları sorma.

Benim gibi olunca görürsün…[228]

Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım.[229]

İster İranlı ol, ister Rum, ister Türk; dilsizlerin dilini öğren.[230]

Gönülden sözsüz espriler duy, anlamaya bile sığmayan şeyleri anla.[231]

Ustan, aşktır senin, oraya varınca,

O, hâl diliyle sana söyledi mi, dediğini yap.[232]

Gel de birbirimizle candan konuşalım, kulaklardan, gözlerden gizli olarak söyleşelim.

Gül bahçesi gibi dudaksız, dişsiz gülelim, düşünce gibi dudaksız, dilsiz görüşelim.

Akl-ı Evvel gibi dünyanın sırrını, ağzımız yumulu olduğu halde ta sonuna dek söyleyelim.

Söz bilenler ağza bakarlar; onların çadırından dışarıda konuşalım.

Hiç kimse, apaçık, sesle konuşmaz kendisiyle; hepimiz birsek biz de öyle (sessiz-sözsüz) söyleşelim…

El ayak, gönlün hareketini bilir; dilimiz susarak, gönlümüz titreyerek söyleşelim.[233]

Onlar da sana dille-dudakla değil de hâl diliyle bu soruyu bize sorma, denize sor desinler.[234]

Yaprak, ağaç nasıl bu haberi veriyor, nasıl harfsiz-sözsüz, bu sözü söylüyorsa siz de kulaksız duyun, işitin..[235]

Sus, çünkü sözle, sesle, harfle örülmemiş dilsiz bir sözün de var, onunla söyle.[236]

Yeter artık eşsiz korkutucu, çok söyledin; sus da dileyenleri mıknatıs gibi dilsiz-dudaksız çek kendine.[237]

Sus ki söylenecek şeyler, söylenemez zaten; sırrını can yoluyla söylemek gerek.[238]

Sus da can diliyle konuş, çünkü konuşup duran tüm nefis, yetmedi mi diyor sana.[239]

Sus, harfi,sözü bırak, harfsiz-sözsüz konuş; hani şu gök kubbe üstünde meleklerin konuşması gibi.[240]

Bunun sırlarını kıldan kıla, perdesiz, harfsiz söyle, ey söz söylerken harfe, sese karışan, harfle, sesle kaynaşıp birleşen.[241]

İyisi mi sus da dilsiz-dudaksız, kendisi söylesin, anlatsın sana…[242]

Dudağımı yumdum, a şeker dudaklı güzel, vasıtasız, habersiz, sen söyle.[243]

Mevlânâ’nın hâl diline bu kadar önemle çağırmasının temelinde, konuşmaya değil, amel etmeye veya yaşamaya daha çok önem vermesinin yattığını düşünmekteyiz. Ona göre, sözü bırakıp amele koyulmak ve kendini lisân-ı hâl ile ifade etmek çok daha önemlidir.[244]

Mevlânâ Celaleddin, bu kadar önemi ve değeri olan sözsüz- sessiz hâl diliyle konuşmaya övgü ve çağrıda bulunduktan sonra bu anlatım şekline yönelmeyeni yerer ve ondan şikayette bulunur.

Kulakların duyduğu ancak sözlerimden ibaret, fakat candan attığım naraları kimsecikler duymuyor.[245]

Niceye bir sûrete, harfe bürünmüş gazeller söyleyip duracaksın? Candan sûretsiz, harfsiz bir başka gazel duy.[246]

A can sözcüsü, niceye dek dille böyle sözler söyleyeceksin? Niceye dek anlatış davulunu çalacaksın (kuru gürültü edeceksin) ? Soluksuz, sözsüz gel.[247]

8.Sonuç

Engin bir birikime, yoğun bir mistik tecrübeye ve güçlü bir anlatıma sahip olan Mevlânâ’da bir çok anlatış şekilleriyle karşılaşırız. Bu anlatış şekilleri içerisinde onun, susarak, sessiz-sözsüz hâl diliyle anlatmaya ayrı bir önem verdiği görülür. Ona göre bu yol, oldukça etkili bir anlatım şeklidir. Onun düşüncesine göre, insanın yüzü, gözü, rengi, duruşu, bakışı, yürüyüşü; dağ, deniz, ay, çiçekler, bitkiler, dahası tabiatta tüm zerreler hâl diliyle konuşmaktadırlar. Burada asıl dikkati çeken husus, Mevlânâ’nın niçin bu dile başvurma gereği duyduğudur.

Ondaki zengin dini ve mistik görüş, duyuş ve sezişin harf kalıplarına sığmamasını, bir başka ifadeyle, sûfînin ele-avuca sığmayan aşk ve vecdini ifadede dilin yetersiz kalmasını, onun bu dile başvurmasının başta gelen nedeni olarak görmekteyiz. Şiir ve san’atı oldukça  güçlü olmasına rağmen Mevlânâ’nın dini ve mistik tecrübesini dile getirmede oldukça zorlanmasını hatta acze düştüğünü  sıkça itiraf etmesini, yaşadığı dini tecrübenin özelliğine ve bu tecrübeyi aktarmada dilin gücünün oldukça sınırlı olmasına bağlayabiliriz.

Bunlara ilâve olarak, Mevlânâ’nın gözünde sözün önemsiz, hatta zararlı ve tehlikeli olması; hâl diliyle konuşmayı ağızla konuşmadan daha önemli, değerli ve faydalı görmesi…. gibi nedenlerin, onun bu dile önem vermesine ve bu şekilde bir anlatım yoluna başvurmasına gerekçe oluşturduğu kanaatindeyiz. Bu sıralanan nedenlerin bir kısmı onun, niçin paradoksal ifadelere yer verdiğini de açıklar mahiyettedir.

Mevlânâ da, diğer sûfîler gibi sükûtun önemine sıkça değinir ve onu över. Bir sûfî için sükûttan bir çok avantajlar ve kazançlar elde edilir. Onun sükûta çağırması, aynı zamanda, lisân-ı hâl ile konuşmaya çağırması demektir.

Mevlânâ, hâl dilinin etkili olabilmesi için, bu dili kullananın sade, samimi ve eylemlerinde tutarlı olmasını gerekli görür. Ona göre, âşığın hâlinden âşık olanın anladığı gibi, hâl dilini de en iyi hâl ehli okur ve anlar. Yine ona göre, dini, ahlâkî ve mistik olanı söze dökmekten ziyade onun havasına girmek, onda içselleşmek ve o hâli yaşayarak temsil etmek daha önemlidir. Bu husus, tasavvufun “kal ilmi değil, hâl ilmidir” şeklindeki popüler tanımının niçin daha çok ilgi gördüğü hakkında da bize fikir vermektedir.

Bu konunun, dini ve mistik ifadelerin dile getirilme imkânı ve bu ifadelerin doğrulanması konusunda bugün felsefede yapılan tartışmalara katkıda bulunacağını ummaktayız.  Yine yaptığımız bu çalışmanın, dini ve mistik ifadelerin doğrulanmasını talepte katı tutum izlemenin haksızlığı; bunları ifadede sûfînin  zorlanmasının doğal olduğu ve bu zorlanmanın bizi, yaşanılan tecrübeyi reddetmeye götüremeyeceği; dini ve mistik tecrübelerin yer yer kişiye özel olmayı aşıp, benzer tecrübelerin paylaşılabileceği …  gibi sonuçlara varmamızı kolaylaştıracağı   kanaatindeyiz.

 

  • Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi IZMIR/TURKEY

[1] Bkz. Emiroğlu İbrahim, Yanlış Düşünce ve Davranışlar Karşısında Mevlânâ, İzmir, 2000.

[2] Mevlânâ’nın dile bakışını, Dil ve Sûfî adlı ayrı bir çalışmada, kapsamlı olarak ele almaktayız.

[3] Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı,  (Kültür Bakanlığı Yayınları), Ankara, 1992, C. I, s. 8, b. 16; II, s. 89, b. 729; s. 304, b. 2497;  s. 367, b. 3059; s. 94, b. 770; s. 111, b. 913, s. 164, b. 1315; IV, s. 66, b.537;  s. 414, b. 4005; V, s. 378, b. 4951; VI, s. 204, b. 1997; s. 255, b. 2551; VI, s. 209, b. 2641; VII, s. 320, b. 4112; s. 604, b. 8024; Mesnevî, Çev. Veled İzbudak (M.E.B. Yayınları), İstanbul, l99l, C. II, s. 11, b. 139-138; III, s. 104-105, b. 1298-1302; s. 306, b. 3749.

[4] Bkz. a.g.e, II, s. 164, b. 1311-1316; s. 165, b. 1319; IV, s. 288, b. 2794; VII, s. 378, b. 41207-41209.

[5] Dîvân, VI, s. 142, b. 1328.

[6] Mesnevî, II, s. 117, b. 1533-1535; IV, s. 159, b. 1965-1968; II, s. 243, b. 3176-3203; I, s. 100, b. 1243; V, s. 172, b.2098-2099, s. 174, b. 2112; IV, s. 196, b. 2429. 

[7] Mevlânâ, Macâlis-i Sab’a (Yedi Meclis), Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı, Konya, 1965, s. 67.

[8] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Çeviren: Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 19120, s. 239.

[9] Dîvân, I, s. 230, b. 2158.   

[10] Mesnevî, VI, s.182, b. 2293-2294.

[11] Dîvân, V, s. 207, b. 2385; s. 11, b. 136.

[12] Mesnevî, VI, s. 203, b. 2576-2577; II, s. 210, b. 2734-2738.

[13] Bkz. Mesnevî, VI, s. 5-7, b. 33-36, 46-64.

[14] Mesnevî, VI, s. 389-3120, b. 4892-4897.

[15] Dîvân, I, s. 272, b. 2541-2542.

[16] Mesnevî, III, s. 171,b. 2102.

[17] Mevlânâ, Rubâiler, Çev. Nuri Gençosman, M. E. B. Yay., İstanbul, 1974, I, s. 66, Rübâi: 315.

[18] D îvân, IV, s.149, b. 1345.

[19] Dîvân, V, s. 97, b. 1175.

[20] Fîh, s. 259.

[21] Dîvân, IV, s. 99, b. 1144.

[22] Nasr, Seyyid Hüseyin, , İslâm Sanatı ve Maneviyatı, Çev. Ahmet Demirhan, İstanbul, 1992,  s. 216.

[23] Bkz. a.g.e, II, s. 164, b. 1311-1316; s. 165, b. 1319; IV, s. 288, b. 2794; VII, s. 378, b. 41207-41209.

[24] Dîvân, III, s. 11, b. 48.

[25] Dîvân, IV, s. 192, b. 1795.

[26] Dîvân, VII, s. 36, b. 482.

[27] Dîvân, V, s. 311, b. 3752; VII, s. 536, b. 7034.

[28] Dîvân, II, s. 305, b. 2506.

[29] Dîvân, VII, s. 100, b. 1233.

[30] Dîvân, V, s. 168, b. 1918.

[31] Dîvân, I, s. 386, b. 3561.

[32] Bkz. Mesnevî, VI, s. 208, b. 2336; D, I s. 120, b. 1131; s. 130, b. 121;  V, s. 304, b. 3650;  VII, s. 167, b. 211.

[33] Mesnevî, VI, s. 279, b. 3529.

[34] Eflâkî, Ahmet, Âriflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), Çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1995, C. I, s. 223-224.

[35] Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, Haz.: Süleyman Uludağ, İstanbul, 1978, s. 433.

[36] Kayaalp, İsa, İletişim ve Dil, Ankara, 1998, s. 194.

[37] Dîvân, II, s. 373, b. 3126.

[38] Dîvân, III, s. 119, b. 1007.

[39] Dîvân, III, s. 157, b. 1380.

[40] Mesnevî, VI, s. 279, b. 3529.

[41] Dîvân, VI, s. 119, b. 1069.

[42] Dîvân, IV, s. 188, b. 1757.

[43] Dîvân, V, s. 287, b. 3391.

[44] Rüb, II, s. 209, Rübâî: 1021.

[45] Mevlânâ, Mektuplar, Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1963, s. 216, Mektup: CXLVII.

[46] Dîvân, V, s. 54, b. 651.

[47] Dîvân, I, s. 234, b. 2193.

[48] Dîvân, I, s. 75, b. 701.

[49] Mesnevî, III, s. 384, b. 4684-4686.

[50] Dîvân, VII, s. 343, b. 4419.

[51] Dîvân, I, s. 130, b. 1211.

[52] Dîvân, VI, s. 184, b. 1787.

[53] Dîvân, I, s. 125, b. 1171.

[54] Dîvân, VII, s. 44, b. 594.

[55] Mesnevî, VI, s. 203, b. 2565.

[56] Dîvân, VII, s. 141, b. 1776.

[57] Mesnevî, VI, 151, b. 1892.

[58] Mesnevî, VI, s.361-362, b.4543-4548.

[59] Dîvân, IV, s. 380, b. 3652, 3657.

[60] Dîvân, IV, s. 81, b. 692

[61] Dîvân, VI, s. 278, b. 2819

[62] Dîvân, V, s. 275, b. 3227-3228.

[63] Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, s. 239.

[64] Dîvân, IV, s. 230, b. 2177.

[65] Dîvân, IV, s. 242, b. 2308.

[66] Dîvân, III, s. 108, b. 871; V, s. 342, b. 4257;  VII, s. 182, b. 2296; s. 328, b. 4218;  s. 326, b. 4197.

[67] Dîvân, VII, s. 214, b. 2716.

[68] Dîvân, VII, s. 316, b. 4053.

[69] Dîvân, VII, s. 184, b. 2335.

[70] Dîvân, VII, s. 380, b. 4932.

[71] Dîvân, I, s. 312, b. 2886.

[72] Dîvân, I, s. 312, b. 2886.

[73] Dîvân, II, s. 187, b. 1525.

[74] Dîvân, VII, s. 402, b. 5245.

[75] Dîvân, III, s. 120, b. 6120.

[76] Dîvân,, VII, s. 298, b. 3816.

[77] Mesnevî, VI, s. 101, b. 1240.

[78] Dîvân, IV, s. 263, b. 2528.

[79] Mesnevî, VI, s. 7, b. 65.

[80] Dîvân, IV, s. 140, b. 1254; V, s. 289, b. 3437-3438.

[81] Mesnevî, V, s. 155, b. 1884-1885; bkz. Dîvân, I, s. 123, b. 1157;  IV, s. 228, b. 2164; s. 250, b. 2391.

[82] Dîvân, V, s. 353, b. 4463.

[83] Dîvân, III, s. 304, b. 2548.

[84] Dîvân, III, s. 181, b. 1634.

[85] Dîvân, II, s. 340, b. 2837.

[86] D îvân, II, s. 99, b. 809.

[87] Dîvân, II, s. 339, b. 2824.

[88] Dîvân, V, s. 460, b. 6294.

[89] Dîvân, VI, s. 379, b. 3956.

[120] Dîvân, II, s. 114, b. 934;  s. 348, b. 21208; III, s. 143, b. 1244;  s. 374, b. 3649; V, s. 23, b. 285 ;  s. 140, b. 1620; s. 165, b. 18120, s. 289, b. 3438;  VI, s. 211, b. 2085; s. 98, b. 865;  VII, s. 121, b. 1511; s. 91, b. 1123;  s. 206, b. 2613; s. 369, b. 4785; s. 423, b. 5512.

[91] Dîvân, III, s. 303, b. 2937.

[92] Dîvân, VII, s. 20, b. 267.

[93] Dîvân, V, s. 98, b. 1121.

[94] Dîvân, VII, s. 155, b. 1952;  I, s. 149, b. 1393;  II, s. 375, b. 3141.

[95] Mesnevî, I, s. 288, b. 3608-3609.

[96] Dîvân, V, s. 270, b. 3163; V, s. 383, b. 5032.

[97]  Dîvân, III, s. 43, b. 2120;  V, s. 184, b. 2095;  s. 298, b. 3349.

[98]  Dîvân, III, s. 311, b. 3026.

[99]  Dîvân, V, s. 252, b. 2944.

[100]  Dîvân, VI, s. 301, b. 3070.

[101] Dîvân, VII, s. 448, b. 5724.

[102] Dîvân, V, s. 184, b. 2095.

[103] Dîvân, VI, s. 91, b. 795.

[104] Mesnevî, I, s. 206, b. 2563

[105] Mesnevî, I, s. 146, b. 1830-1831

[106] Dîvân, I, s. 174, b. 1647.

[107] Dîvân, II, s. 163, b. 1299.

[108] Dîvân, III, s. 145, b. 1260.

[109] Dîvân, V, s. 279, b. 3288.

[110] Dîvân, I, s. 84, b. 775.

[111] Dîvân, I, s. 317, b. 2934.

[112] Fîh, s. 223.

[113] Mesnevî, I, s. 249, b. 3101; VI, s. 152, b. 11207; s. 210, b. 2563, 2665.

[114] Mesnevî, I,s. 226, b. 2814;  s. 249, b. 3101;  V, s. 25, b. 261; VI, s. 233, b. 2940.

[115] Mesnevî, III, s. 77, b. 967; s. 160, b. 1972;  V, s. 76, b. 1207; s. 223, b. 2733; s. 262, b. 3200; VI, s. 293, b. 3699;  VI, s. 30, b. 342; s. 107, b. 1320; s. 257, b. 3247.

[116] Mesnevî, V, s. 65, b. 765.

[117] Mesnevî, V, s. 74, b. 880.

[118] Mesnevî, V, s. 296, b. 3635.

[119] Mesnevî, VI, s. 83, b. 1008.

[120] Mesnevî, VI, s. 87, b. 1067.

[121] Dîvân, IV, s. 383, b. 3686.

[122] Mektuplar, s. 7, Mektup: III.

[123] Mektuplar, s. 8, Mektup: III.

[124] Mektuplar, s. 105, Mektup: LXIX.

[125] Mektuplar, s. 116, Mektup: LXXV.

[126] Dîvân, VI, s. 331, b. 3402-3403.

[127] Sultan Veled, Maârif, Çev.: Meliha Anbarcıoğlu, İstanbul, 1993, s. 34.

[128] Dîvân, II, s. 187, b. 1523-1524.

[129] Fîh, s. 296.

[130] Dîvân, V, s. 69, b. 818.

[131] Dîvân,  I, s. 118, b. 1114.

[132] Dîvân, VI, s. 364, b. 3778.

[133] Mesnevî, I, s. 123, b. 1528.

[134] Fîh, s. 296.

[135] Mesnevî, III, s. 293, b. 3601.

[136] Dîvân,  IV, s. 171, b. 1588-1589.

[137] Dîvân,  III, s. 68, b. 489.

[138] Çelebioğlu, Âmil, “Mevlânâ ve Mesnevî Hakkında Birkaç Söz”, Mevlânâ, Der. Vedat Genç, İstanbul, 1994, s. 116.

[139] Dîvân,  VI, s. 250, b. 2498.

[140] Dîvân,  V, s. 2120, b. 2686.

[141] Dîvân,  I, s. 299, b. 2775.

[142] Mesnevî II, s. 137, b. 1791.

[143] Dîvân,  I, s. 212, b. 2009.

[144] Dîvân,  I, s. 296, b. 2741.

[145] Dîvân,  I, s. 312, b. 2887.

[146] Dîvân,  II, s. 386, b. 3238-3239.

[147] Dîvân,  VII, s. 481, b. 6283.

[148] Dîvân,  VII, s. 488, b. 6376.

[149] Fîh, s. 202.

[150] Dîvân,  I, s. 95, b. 882.

[151] Rübâiler, I, s. 124, Rübâi: 608.

[152] Dîvân,  VII, s. 488, b. 6376.

[153] Dîvân,  II, s. 5, b. 25.

[154] Dîvân,  IV, s. 178, b. 1660.

[155] Dîvân,  II, s. 345, b. 2894.

[156] Dîvân,  V, s. 371, b. 4822;  VI, s. 253, b. 2533

[157] Dîvân,  VI, s. 116, b. 1038.

[158] Dîvân,  II, s. 348, b. 21208;  V, s. 3, b. 15;  s. 332, b. 3264.

[159] Dîvân,  II, s. 237, b. 1929.

[160] Dîvân,  VI, s. 273, b. 2754.

[161] Dîvân,  II, s. 127, b. 1034.

[162] Dîvân, II, s. 309, b. 2545.

[163] Dîvân,  V, s.3521, b. 4454.

[164] Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I s. 636-637; Karş.: Dîvân, V, s. 1, b. 1;  s. 460, b. 6293-6294; Mesnevî, I, s. 291, b. 3641.

[165] Dîvân,  II, s. 163, b. 1306; VII, s. 481, b. 6283.

[166] Bkz. Dîvân,  II, s. 353, b. 2943.

[167] Mesnevî, III, s. 276, b. 3387.

[168] Bkz. Mesnevî,V, s. 97, b. 1176-1177.

[169] Mesnevî, III, s. 221, b. 2725.

[170] Dîvân,  II, s. 380, b. 3180.

[171] Dîvân, V, s. 411, b. 5466.

[172] Mesnevî, III, s. 221, b. 2776.

[173] Mesnevî, III, s. 221, b. 2728-2729.

[174] Dîvân, III, s. 284, b. 2751; Rübâiler, I, s. 103, Rübâi: 501.

[175] Dîvân,  V, s. 271, b. 3176.

[176] Dîvân, V, s. 121, b. 1378.

[177] Dîvân,  VI, s. 259, b. 2597.

[178] Mesnevî, VI, s. 58, b. 697, 699.

[179] Fîh, 173.

[180] Mesnevî, III, s. 21, b. 269.

[181] Mesnevî, IV, s. 146, b. 175-176, 182.

[182] Mesnevî, IV, s. 168, b. 2080.

[183] Mesnevî, III, s. 59, b. 741-742.

[184] Fîh, s. 173-174.

[185] Dîvân,  I, s. 326, b. 3003.

[186] Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, s. 120-91.

[187] Mesnevî, III, s. 15, b. 180-183.

[188] Mesnevî, I, s. 87, b. 1078.

[189] Mesnevî, III, s. 14, b. 171.

[1120] Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, s. 358-359.

[191] Fîh, s. 133, 213; Dîvân, I, s. 8, b. 16; III, s. 320, b. 3129; Mesnevî, II, s. 254, b. 3318;  III, s. 235-236, b. 21200; s. 104, b. 1292; IV, s. 243, b. 3038, s. 121, b. 1499; Eflakî, Âriflerin Menkıbeleri, I, s. 358-359.

[192] Dîvân, II, s. 420, b. 3523.

[193] Mesnevî, I, s. 159, b. 2001.

[194] Dîvân, VII, s. 628, b. 8354, 8356-8358.

[195] Dîvân,  I, s. 378, b. 3464.

[196] Dîvân, III, s. 316, b. 3085.

[197] Dîvân, III, s. 430, b. 4136-4137.

[198] Dîvân, II, s. 453, b. 3542.

[199] Dîvân, VI, s. 6, b. 29; s. 133, b. 1222.

[200] Dîvân, V, s. 3, b. 15;  s. 274, b. 3217; VI, s. 133, b. 1223 ;  s. 193, b. 1857; VII, s. 343, b. 4419.

[201] Dîvân, VI, s. 151, b. 1430; Fîh, s. 203.

[202] Dîvân, VII, s. 109, b. 1350.

[203] Dîvân, III s. 327, b. 3203.

[204] Dîvân, III, s. 343, b. 3371.

[205] Dîvân, VI, s. 259, b. 2597.

[206] Mektuplar, s. 108, Mektup: LXXI.

[207] Dîvân, VII, s. 399, b. 5194.

[208] Dîvân, V, s. 462, b. 6320.

[209] Dîvân, I, s. 298, b. 2559.

[210] Dîvân, VII, s. 421, b. 5485.

[211] Dîvân, IV, s. 155, b. 1415-1416.

[212] Dîvân, V, s. 364, b. 4698.

[213] Dîvân, III, s. 473, b. 4511.

[214] Dîvân, I, s. 257, b. 2429.

[215] Dîvân, I, s. 298, b. 2762. Burada “gönül”, sevgili anlamında kullanılmış olabilir.

[216] Dîvân, VII, s. 52, b. 702.

[217] Dîvân, VII, s. 244, b. 3099.

[218] Dîvân, VII, s. 50, b. 676.

[219] Dîvân, II, s. 402, b. 3369.

[220] Dîvân, VII, s. 212, b. 2691.

[221] Dîvân, III, s. 239, b. 2236.

[222] Dîvân, V, s. 299, b. 3571.

[223] Dîvân, V, s. 378, b. 4955.

[224] Dîvân, V, s. 447, b. 6093.

[225] Mesnevî, VI, s. 128, b. 1603.

[226] Dîvân, IV, s. 213, b. 1986.

[227] Mecâlis, s. 98.

[228] Dîvân, V, s. 356, b. 4529-4530.

[229] Mesnevî, I, s. 138, b. 1730.

[230] Dîvân, VII, s. 662, b. 8787.

[231] Dîvân, IV, s. 242, b. 2308.

[232] Mektuplar, s. 116, Mektup: LXXV.

[233] Dîvân, VI, s. 217, b. 2135-2139, 2141.

[234] Mesnevî, VI, s. 118, b. 1458.

[235] Dîvân, II, s. 305, b. 2506.

[236] Dîvân, III, s. 119, b. 1007.

[237] Dîvân, III, s. 446, b. 4283.

[238] Dîvân, V, s. 254, b. 2965.

[239] Dîvân, III, s. 73, b. 530.

[240] Dîvân, II, s. 327, b. 2707.

[241] Dîvân, I, s. 184, b. 1744.

[242] Dîvân, VII, s. 508, b. 6675.

[243] Dîvân, V, s. 334, b. 4113.

[244] Dîvân, II, s. 61, b. 502; III, s. 311, b. 3026; s. 398, b. 3842; s. 402, b. 3883;  IV, s. 304, b. 2939; V, s. 145, b. 1680; s. 289, b. 3429; s. 452, b. 6177; s. 120, b. 1026, s. 338, b. 4174;  s. 98, b. 1121; VI, s. 27, b. 232; Mesnevî, IV, s. 222, b. 2768; s. 222, b. 2768; V, s. 98, b. 1188; Fîh, s. 118, 296; Mektuplar, s. 108, Mektup: LXXI .

[245] Dîvân, III, s. 268, b. 2564.

[246] Dîvân, II, s. 83, b. 6120.

[247] Dîvân, VII, s. 356, b. 4596.