MEVLÂNA’DA DİNDARLIK TİPOLOJİLERİNE YAKLAŞIM

A+
A-

MEVLÂNA’DA DİNDARLIK TİPOLOJİLERİNE YAKLAŞIM

I. ULUSLARARASI MEVLÂNA DÜŞÜNCESİNDE BEŞERÎ MÜNASEBETLER SEMPOZYUMU

Ramazan ALTINTAŞ*

Özet

Dindarlık, insanın iman-amel temelinde ortaya koyduğu dini tutum, deneyim ve davranış biçimlerini ifade eder. Bunun içerisine, inanılan dinin emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak girdiği gibi; inanç, bilgi, tecrübe, duygu, ibadet, etki ve organizasyon da girer. Bir İslam âlimi olan Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, bilgeliğinin yanında bir toplumbilimci olarak da iyi bir gözlemcidir. Bu sebeple, yaşadığı çağın “dindarlık tipolojileri” onun gözünden kaçmamıştır. Biz bu bildirimizde Mevlâna’nın dindarlık tipolojilerine yaklaşımları üzerinde duracağız. Onun ele aldığı dindarlık tipolojilerini; samimi ve gayr-i samimi dindarlık şeklinde tasnif edebiliriz. Mevlâna’ya göre samimi dindarlıktan maksat, bireyin, gönül ve tefekkürle sentezlediği inancını derunî anlamda içselleştirmesi, bunu tutum ve davranışlarına yansıtmak suretiyle kendisi ve çevresiyle uyumlu bir yaşam biçimi kurmuş olmasıdır. Böyle bir kimse için din Allah’a ulaşmada amaç haline gelmiştir. Mevlâna, inancın kanıtlarının müminin hayatında tutum ve davranış olarak yansıtılmasını ister. Onun samimi dindarlık anlayışına göre ibadetlerden mana boyutu göz ardı edildiği zaman beklenen netice elde edilmez. Diğer yandan Mevlâna samimi olmayan dindarlık üzerinde de durmuştur. Böyle bir dindarlıktan maksat, kişinin dindarlığı; bilgi ve izana dayalı bir kabullenmeden ziyade, hayatın bütün alanlarıyla ilgili hedeflere kavuşmak noktasında “yarar” düşüncesinden hareketle, bir araç olarak görmesidir. Dini terminolojide bunun adı gösterişçi dindarlıktır. Gösterişçi dindarlık, herhangi bir kimsenin ahiret ameliyle dünya menfaati gözetmesine; iman, ibadet ve İslami ilkeleri dünyevî yararlara âlet etmesine dayanır. Mevlâna’nın dile getirdiği dindarlık tipolojilerinden olan samimi ve gayr-i samimi dindarlık tipolojileri tarih boyunca bütün toplumsal yapılarda varlığını sürdürmüştür. Mevlâna’nın düşüncesine göre gayr-i samimi dindarlık tipolojileri hastalıklı bir durumdur. Bu sebeple iyiyi ve güzeli eylem haline getirmek suretiyle kötünün düzeltilmesi için çaba gösterilmelidir. Mevlâna’ya göre gündelik yaşamda samimi dindarlık, sözlü bildirime dayalı dindarlıktan daha etkilidir.

Anahtar Kelimeler: Din, Dindarlık, Gösteriş, Mümin, Kâfir, Münafık.

 

MAWLĀNĀ JALĀL AL-DĪN RŪMĪ’S APPROACH TOWARDS THE TYPOLOGIES OF RELIGIOSITY

Abstract

Religiosity denotes the religious attitude, experience and behaviour styles presented by the human beings on a belief-deed basis. It includes leading a life in accordance with the prohibitions and prescriptions of the religion in question as well as the belief, experience, knowledge, feeling, worshipping, action and organization. As a Muslim scholar, Jalāl al-Din Rūmī is a perfect observer in view of being both a wise and a sociologist. Thus, the “typologies of religiosity” in his era never escaped his notice. In this paper, I will try to elaborate Rūmī’s approach towards the typologies of religiosity. It is possible to classify the typologies of religiosity as sincere and insincere religiosity. According to Rūmī, the sincere religiosity means one’s internalisation of his/her belief which is synthesised by the heart and the contemplation, and the establishment of a life style consistent with himself/herself by means of reflecting it unto his/her attitude and behaviours. For such a person, the religion becomes a means for attaining God. Rūmī wants the evidences of belief to be reflected in a believer’s life as an attitude and as a behaviour. According to his sincere religious understanding, the desired result cannot be achieved if the spiritual dimension within the prayers is ignored. On the other hand, Rūmī also explained the insincere religiosity. This kind of religiosity means to see religiosity only as a means to achieve goals concerning all aspects of life based only on “benefit” rather than seeing it as an acceptance based on knowledge and consideration. This is called pretentious religiosity. The pretentious religiosity is based on the idea to seek worldly benefits through other-worldly deeds; and to make worshipping and Islamic tenets instruments for the sake of worldly benefits. The sincere and insincere typologies of religiosity introduced by Rūmī existed within all social structures throughout history. According to Rūmī, the insincere typologies of religiosity are pathological. For this reason, one should exert great efforts to heal the evil by turning the good and beautiful into action. According to Rūmī, the sincere religiosity in daily life is more effective than the religiosity based on verbal notice.

Keywords: Religion, Religiosity, Pretention, Believer, Disbeliever, Hypocrite.

Giriş

Din ve dindarlık: Arapça bir kelime olan din, sözlükte; “örf, âdet, mezhep, itaat, tutulan ve takip edilen yol, kanun, ceza ve ödül, taklit, muhakeme, hesap, millet vb.” anlamlarda kullanılır1. Terim olarak ise, akıl sahiplerinin kendi irade ve istekleriyle tercih ettiği bizzat hayır olan ve peygamber tarafından tebliğ edilen şeylere götüren ilahi kurallar bütünüdür2.

Bu anlamda bir bütün olarak din, insanın Allah’la, hemcinsleriyle ve varlıkla olan ilişkilerini düzenleyen değerler manzumesidir. Bundan dolayı din bireysel ve toplumsal açıdan çok geniş bir çerçevede işlev gören, insanların iç dünyalarındaki ahenk ve davranışlarının şeklini ve yönünü belirlemedeki denge sağlayıcı rolü itibariyle, bir varoluşsal çözümleme ve hayatı anlamlandırma misyonuna sahip güçlü bir olgudur3.

Dindarlık ise, sosyal ilişkiler bağlamında sürdürülecek davranışlarda kendisini gösterir. Kur’an’da, anne-babaya iyilikle muamele etmek; akraba, yoksul ve yolda kalmışlara maddi yardımda bulunmak; çocukları açlık korkusuyla öldürmemek, zinaya yaklaşmamak, hayasızlık yapmamak; haksız yere cana kıymamak, yetimlerin mallarına dokunmamak, verilen sözde durmak, ölçü ve tartıda hile yapmamak gibi emredilen hususlar, dinin sosyal ilişkilerde görünürlüğünün en önemli temel ilkeleridir4. Eğer bir dindarın sosyal ilişkilerinde bir bütün olarak inanç temsil görmüyorsa, böyle bir dindarlığın iyi vasfı tartışma götürür. Kaldı ki din sadece insanın iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmesini değil; insanın iyiyi eylem haline getirmesini ve kötüden de uzaklaşmasını temel bir değer olarak kabul eder.

Öte yandan din, sadece bireyin sosyal ilişkilerini değil; nebatat, hayvanat ve tabiattan oluşan tüm bir varlık alanıyla ilgili ilişiklilerini de düzenler. İslami bakış açısında kâinat, kevnî bir ayettir. Nebe Suresi’nin 6. ayetinde vurgulandığı gibi tabiat aynı zamanda insanın bir beşiği gibidir. Bu beşiğin temiz tutulması hayati önem taşımaktadır. İnsanoğlu, açgözlülük hırsıyla tabiatın manevi yönünü göz ardı ettiği zaman, tabiatı hoyratça kullanma ve sömürme suretiyle ekolojik dengenin bozulmasına sebep olabilmektedir. Nitekim Rum Sûresi’nin 41. ayetinde karada ve denizde bozgunculuğun ortaya çıkmasının öznesi olarak insan gösterilir: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.”5 Yaşadığımız çağda küresel ısınma, çevre felaketleri, GDO’lu ürünler ve ekolojik dengenin alt-üst olmasından bahsediliyorsa, bunun tek müsebbibi insanoğlunun kendisidir.

Görüldüğü gibi dindarlık, sadece insanın Allah’la olan ilişkisi değil, âlem boyutuyla da çok yakından alakalı bir davranış biçimidir. Bu bağlamda dindarlık, insanın iman-amel temelinde ortaya koyduğu dini tutum, deneyim ve davranış biçimini, yani dini yaşantıyı veya dindarane hayatı, inanılan dinin emir ve yasakları doğrultusunda yaşamayı ifade eden inanç, bilgi, tecrübe, duygu, ibadet, etki, organizasyon gibi boyutları olan bir olgudur6. Dindarlık olgusunda en önemli iki unsur, maneviyatın en derin bir şekilde hissedilmesi, diğeri de bunun gündelik hayatta tutum ve davranış haline dönüştürülmesidir.

Dünyada tek bir din tanımı olmadığı gibi tek bir dindarlık tanımı da yoktur. Dinler tarihi, sosyoloji, psikoloji, felsefe ve antropoloji gibi ilimler de din ve dindarlık konularıyla yakından ilgilenmişlerdir. Hatta bu disiplinler tarafından dindarlık ölçekleri geliştirilmek suretiyle farklı dindarlık tanımları yapılmıştır. Ölçek geliştirmede evrensellik ve yerellik bağlamları kadar, bireyin kişisel deneyimlerinden hareket edildiği için “olgu”lar da belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı dindarlık biçimleri, çeşitli şekillerde tipleştirilmiş ve bu alanda çok farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur7.

Sosyolojik anlamda söylemek gerekirse; siyasî, sosyal, iktisadî, coğrafi, bedevî ve hadari şartlar dindarlıkların şekillenmesinde pay sahibidir. Tarih boyunca bu faktörlerden her birisi kendine özgü dindarlık tipolojilerinin oluşumunda etkili olmuştur. Müslüman toplumlarda sûfi, ahlaki, siyasî, özgürlükçü ve kuralcı eksenli dindarlıkların ortaya çıkması buna örnek verilebilir. Yaşadığımız yüzyılda toplumbilimcilerin Arap Müslümanlığı, Fars Müslümanlığı ve Türk Müslümanlığı gibi kategorik değerlendirmelerde bulunmalarının temelinde yukarıda değindiğimiz düşünce yatmaktadır. Bu gerçeklikten hareketle söylemek gerekirse, dinî hayat, belli bir tarihi süreçten sonra toplumların kültürel yaşam tarzlarını da etkilemiştir.

Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (ö. 1273) bilgeliğinin yanında bir toplumbilimci olarak da iyi bir gözlemcidir. Bu sebeple, yaşadığı çağın “dindarlık tipolojileri” onun gözünden kaçmamıştır. Biz Mevlâna’nın ele aldığı dindarlık tipolojilerini; samimi ve gayr-i samimi dindarlık tipolojileri şeklinde tasnif edebiliriz. İşte Mevlâna’nın Dindarlık Tipolojilerine Yaklaşımıadını verdiğimiz bu çalışmada Mevlâna’nın farklı dindarlık düzeylerine yönelttiği eleştiriler ve alternatif dindarlık önerileri üzerinde duracağız.

Mevlâna’da Dindarlık Tipolojileri

1) Samimi Dindarlık Tipolojileri

Samimi dindarlıktan maksat, bireyin, gönül ve tefekkürle sentezlediği inancını derunî anlamda içselleştirmesi, bunu tutum ve davranışlarına yansıtmak suretiyle kendisi ve çevresiyle uyumlu bir yaşam biçimi kurmuş olmasıdır. Böyle bir kimse için din Allah’a ulaşmada amaç haline gelmiştir. Mevlâna, inanç ve davranış bütünlüğüne sahip bir Müslümandır. O, salt, inancın sloganlaştırılmasını değil, müminin hayatına tutum ve davranış olarak yansıtılmasını ister. Bununla birlikte şekle bağlı ibadetlerin ancak, içteki imana tanıklık edebileceğini dile getirir. “Namaz, Oruç ve Cihat, itikadın şâhitleridir” diyen Mevlâna’ya göre, maddi iyilikte bulunmak, açları doyurmak ve misafire ikram etmek samimi bir şekilde Allah’ı sevmenin birer delilidir8.

Mevlâna, inançla davranışı, “tohum” örneğinden hareketle özle kabuğun birlikteliğine benzetir. Ona göre, nasıl ki “beyinsiz bir kafanın işi bir sonuç vermezse, kabuğu olmayan bir öz de filiz vermez. Ancak öz kabukla birlikte olursa bitki yeşerir.”9 İşte bunun gibi, dindarın hayatında şekil ve öz birlikte bulunduğu zaman dindarlık bir anlam ifade eder. Aslında Mevlâna “tohum” örneğiyle şunu demek istemektedir. Her dindar, zahirin önemini bilmekle birlikte şekilden öze, satıhtan derinliğe geçmenin daha önemli olduğunu kavramalıdır ve ona göre hayatında dini anlamlandırmalıdır.

İslam’da esas olan ibadetlerin Allah rızası için yapılmasıdır. İslam anlayışını bu perspektife oturtan Mevlâna’nın düşüncesinde temel şart, başkalarına sadece “iyilik yapmak değil, bizi Yüce Allah’a götürecek bu iyiliği10 samimi bir inanç ve davranış bütünlüğü içinde gerçekleştirmektir. Samimi dindarlıkta ölçü ise; iman-davranış, fikir-fiil, fikir-suret, şekil-mana, zahir-bâtın iş birliğine dayanır. Nitekim Kur’an’da ibadetlerde bulunması gereken ihlâs ve samimiyet hakkında şöyle buyrulur: “Onların ne etleri ne de kanları Allah´a ulaşır; fakat O´na sadece sizin takvanız ulaşır.11 Şekilden ibaret olan davranışlar, ancak ihlâs ve samimiyetle bütünleştiği takdirde kabul görür. Mevlâna’nın samimi dindarlık anlayışına göre ibadetlerden mana boyutu göz ardı edildiği zaman beklenen netice elde edilmez12.

2)  Gayr-i Samimi Dindarlık Tipolojileri

Gayr-i samimi dindarlık türünde birey, dini; bilgi ve izana dayalı bir kabullenmeden ziyade, hayatın bütün alanlarıyla ilgili hedeflere kavuşmak noktasında “yarar” düşüncesinden hareketle, bir araç olarak görür. Mevlâna şu beyitlerde “gayr-i samimi dindarlık” örneklerini çok güzel tasvir eder.

Yoksul ekmek için Allah der, haramdan çekinense candan, gönülden. Eğer yoksul, söylediği sözü bilseydi gözünde ne az kalırdı ne çok!

Ekmek isteyen yıllardır Allah der, fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer. Dudağındaki gönlünden doğsa, gönlünü aydınlatsaydı bedeni zerre zerre olurdu.

Şeytanın adı büyü yapmaya yarar, sen de Allah adıyla mangır elde edersin !”13

Mevlâna eserlerinde bu tip dindarlığın farklı tezahürlerinden örneklerle bahseder ve tenkitler yöneltir. Mevlâna’nın eserlerinde gayr-i samimi dindarlık tipolojilerinin belli başlıları şunlardır:

a)      Şekilperest Dindarlık

İslam’da iman ve ibadetler önce taklitle başlar. Bunu, belli bir olgunluk sürecinden sonra araştırmaya dayalı tefekkür ve bilgi aşaması izler. Eğer bu aşama sürdürülmezse şekilperest dindarlık türü olan taklit, bir düşüş ve değersizleşmeyi beraberinde getirir. Bu sebeple Mevlâna, öz, cevher ve içerikten yoksun, aslı ve esası bilinmeyen, içi boşaltılmış, sosyal ilişkilerinde ahlaki tutum ve davranışları eksen almayan taklide dayalı dindarlığı sorgular. Mevlâna’ya göre “muhakkikle mukallit arasındaki fark, Davut’la ses arasındaki fark gibidir.”14 Bir başka örnekte taklidin zararlı olduğunu şöyle anlatır: “Kuş sesini taklit eden avcı ile kuşun kendisi bir olur mu?”15 Her şeyin güzelliği kemalindedir. Avcılık yapan bir insan ne kadar güzel öterse ötsün, asla kuşun kendisi gibi ötemez. Kuşu güzelleştiren şey, insanı güzelleştirmez. Dolayısıyla Mevlâna orijinallikten yanadır. Onun dindarlıktan amacı, taklide dayalı bir dindarlık değil, tahkike ulaşmış bir dindarlıktır. Dindar insan, taklide dayalı bilgi ve davranışlardan kurtulup özü yakalamalı ve bu özün anlamına göre dindarlığını yaşamalıdır16.

Mevlâna’ya göre Müslüman, fark etme bilincine ulaşmalıdır. Bu da ancak sezgisel akıl yardımıyla olur. Taklide dayanan bir dindarlık, taassup ve dar görüşlülüğü beraberinde getirir. Böyle bir kimse, eşyanın arka planını kavrayamaz, ibadetlerin hikmet ve esasına vakıf olamaz. Mevlâna, ileri görüşlü olmayan, varlığın hikmet ve gayesini kavramaktan yoksun, tamamen sûfiyâne dindarlığını taklit çerçevesinde sürdüren bir kimsenin zavallı halini şu öyküde çok güzel tasvir eder:

Bir sufi yolculuğu sırasında gecelemek için bir tekkeye gelir, eşeğini ahıra bağlar, su verir, yem verir. Tekkede bulunan sufiler yoksul kimselerdir. Bunlar gizlice eşeği satar ve yiyecek alırlar. Yemek yerler ve semaya başlarlar. Sema sona doğru yaklaşınca hep birlikte ‘eşek gitti, eşek gitti!’ diye tegannide bulunurlar. Misafir de onları taklit ederek; ‘eşek gitti, eşek gitti’ şeklinde eşlik eder. Sabah olur, herkes tekkeden ayrılıp gider. Misafir koşarak ahıra gider ama eşeğini bulamaz. Hizmetçiye sorar, o da yaşananları bir bir anlatır. Bunun üzerine misafir, niçin gelip de bana anlatmadın? der. Hizmetçi, kaç defa geldim sen de onlarla ‘eşek gitti, eşek gitti!’ şeklinde tempo tutuyordun. Ben de seni ârif sandım, bu işten razı herhalde dedim ve söylemekten vazgeçtim, der. Bunun üzerine misafir, ‘ekmek için yüzsuyu döken bu adamları taklit ettim, yazıklar olsun bana” demekten bir şey gelmez elinden17.

Bu hikâyede anlatılmak istenen şey, önemli olan taklit değil, yapılan eylemin farkına varmaktır. Aynı durum, ibadetler için de geçerlidir. Eğer Mevlâna’nın dediği gibi, aklî bir çaba içerisine girmek suretiyle bizzat araştırarak İslam’ı öğrenmez de ana-babadan miras olarak18 devraldığımızla yetinmeye kalkarsak, gerçek anlamda İslam’ın yüceliğini ve hikmet boyutunu kavrayamayız. Dolayısıyla, İslam’ın özüne vakıf olamayacağımız için de davranışlarımızda iyiyi eylem haline getirecek bir dönüşüm yaşamamız mümkün olmaz. Şuurlu bir Müslümanlığın temeli, inancı, metodik bir şüpheye dayalı sorgulama neticesinde kuvvetli hale getirmektir. Sorumluluk bilincine ulaşmak, ancak insanın neyi, niçin yaptığını bilmesiyle mümkündür. O halde Mevlâna’ya göre, taklide ve şekle dayalı dindarlık bir başlangıç olabilir ama aklî olgunluğa eriştikten sonra istidlâli dindarlık düzeyine çıkma yolunda gayret sarf etmek gerekir.

b)      Gösterişçi Dindarlık

İslami literatürde gösteriş kavramının karşılığı olarak “riya” kelimesi kullanılır19. Gösterişçi dindarlık, herhangi bir kimsenin ahiret ameliyle dünya menfaati gözetmesine; iman, ibadet ve İslami ilkeleri dünyevî yararlara âlet etmesine dayanır. Kur’an’da, gösterişçi dindarlık, ikiyüzlü olan münafıkların davranışları olarak gösterilir20.

Şahsiyet krizi yaşayan ve dini hayatlarında gösterişçi dindarlığı temel gaye edinen kimselerin asıl amacı, Allah’ın hoşnutluğunu değil, dünyevi ikballere ulaşmak için, insanların beğeni ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Samimi dindar, Allah’ın emir ve buyruklarını O’nun hoşnutluğunu kazanmak için yerine getirirken, gösterişçi dindar ise, dini değerleri kişisel çıkarlarını elde etmek için kullanır. Mevlâna, Mesnevi’sinde, her ne kadar “gösterişçi dindar olan münafık, gerçek müminlerle beraber namaza gelirse de o, ibadet için değil, gösteriş yapmak için gelir” demek suretiyle, “gösteriş”in çirkin bir davranış ve tutum olduğunu dile getirir. Ona göre, bu kazançta müminler kârda, çift karakterli bir tutum sergileyen münafıklar ise zarardadır. Bundan dolayı insanlar arasında bile nesnel olarak mümin kelimesinde hoşluk, münafık kelimesinde de sevimsizlik vardır21. Bu durum, gösterişçi dindarlığın insanların tabiatında sevilmeyen dinî bir tutum olduğuna delildir.

Mevlâna, ibadetlerinde ihlas ve samimiyetten uzak, salt gösteriş yapmayı amaçlayan ikiyüzlü, iki dilli kimselerin davranışlarını “misk” metaforuyla açıklar. Diliyle Müslüman olduğunu ifade ettiği haldi gönlüyle inkâr eden kimseyi tenine güzel koku süren, ama ruhu mecazi anlamda pis kokularla dolu kimseye benzetir. Ona göre, gösterişçi bir dindarın ibadeti, çöplükteki yeşillik ve gübrelikteki gülün durumu ne ise, onun gibidir. Nasıl ki, hiçbir kimse, gübrelikteki güle ilgi duymazsa, Allah da gösterişçi kimsenin dindarlığına hiç değer vermez22.

Diğer yandan Mevlâna, “gösterişçi dindarlık” örneği olarak Moğol Tatarlarının dindarlığını verir. Mevlâna, “Moğol olan tatarlar kıyamet gününe inanıyorlar” diyen bir kimseye, “onlar yalan söylüyorlar, kendilerini Müslümanlarla bir göstermek istiyorlar” şeklinde itiraz eder. Mevlâna, İslam âlemine yaptıkları zulümlerle büyük acı çektiren Moğolların ikiyüzlülüğünü şu misalle anlatır: “Deveye nereden geliyorsun diye sormuşlar, o da hamamdan geliyorum karşılığını vermiş. Bunun üzerine ökçenden belli demişler.” Bu misalin arkasından Mevlâna şu soruyu sorar: “Eğer onlar kıyamet gününe inanıyorlarsa, hani davranış planındaki delilleri?”23 Mevlâna’ya göre Tatarlar eylemleriyle kötü davranışlar sergilemişlerdir. Dilleriyle Müslüman olduk demeleri onları temize çıkarmaya yetmemektedir. Müslümanlıklarını, davranışlarıyla da izhar etmeleri gerekir. O halde içi dışı bir olmayan kimseler her ne kadar, gösterişçi bir dindarlık sergilemiş olsalar da, onlarda samimiyet, doğruluk ve inanma olmadığı için davranışlarının hiçbir yararı olmayacaktır. Zaten onlar da ahrete inanmadıkları için böyle bir beklenti içinde değillerdir24.

c)       Erişilmez Dindarlık

Dini hayat, farklı psikolojik seviyelerde yaşanmaya elverişli bir derinliğe sahiptir. Dini tecrübeler üzerinde yoğunlaşan sistemli uygulamalar sonucu köklü bir değişime uğrayan şuur ve benlik yapısı ile bir kısım insanların kişilik yapısı, diğer dindar insanlara göre önemli bir farklılık gösterir25. Bu dindarlık tipolojilerinden birisi de mistik mizaç ve kişiliğe sahip olan kimselerdir. Duygu ve heyecan hayatı onlarda en üst seviyededir. Coşkun ve taşkın bir dini hayat yaşarlar26. Salt sezgi ve murakabeye dayanmak suretiyle arifane bir dindarlık ortaya koyan sûfilerin hayatı, standart bir dindarlığın farklı düzeyini teşkil eder. Herkesin mizacı ve karakteri dindarlık düzeyleri noktasında değişir. Bireysel bir tecrübeye dayanan ‘mistik’ hayat tarzı, herkes için modellenmesi mümkün olmayabilir. Bu sebeple Mevlâna, her şeyde olduğu gibi dindarlıkta da “denge, itidal ve ölçülülüğü” öne çıkarmıştır. O, erişilmez ve sözden ibaret olan dindarlık anlayışlarını kâfirle Müslüman diyalogu öyküsüyle dile getirir. Erişilmez dindarlık örneğini ünlü sûfi Bayezid-i Bestamî üzerinden verir.

Mevlâna’nın söylencesine göre “Bâyezid-i Bestamî zamanında bir kâfir vardır. Bir Müslüman ona, ihtidâ ederek Müslüman olmasını tavsiye eder. Bunun üzerine kâfir, ‘eğer kendisine rol model olarak Bâyezid-i Bestamî’nin Müslümanlığı sunuluyorsa, ben onun Müslümanlığına güç yetiremem’ der. Ama Bayezid’in de iyi bir Müslüman olduğuna inandığını söyler.”27

Bu anekdottan anladığımız kadarıyla Mevlâna, insanları erişilmez bir dindarlığa değil, ölçülü ve yaşanılır bir dindarlığa çağırmak gerektiği üzerinde durur. Belki Bayezid’in dindarlığı üst düzey bir tecrübe biçimi olabilir. Mizaç farklılığından dolayı Bayezid-i Bestamî gibilerin zühde dayalı dindarlık türü, umuma cazip bir dindarlık olarak görülemeyebilir. Aslında Mevlâna, verdiği örnek olaydan sûfi dindarlıktan öte, dinde aşırılığın olumsuzluklara yol açabileceğine işaret ederek, İslam’ın kolaylık dini olduğunu, dolayısıyla zorlaştırmamak gerektiğini vurgulamaya çalışır.

Her dönemde mizaç ve kişilik farklılığından dolayı dinde aşırı tutum ve davranışlar içerisine giren kimseler bulunmuştur. Nitekim Hz. Peygamber döneminde münferit de olsa, bu tür dindarlıklar sergilenmiştir. Meselâ, Hz. Peygamber günlük olarak kıldığı beş vakit namazın yanında, gecenin sonunda birkaç rekat daha namaz kılardı. Kurumlaşmış tasavvuf anlayışının yaygınlaştığı dönemlerde züht hayatını seçmiş bazı dindarlar, nafile olan gece namazlarının miktarını Rasulullah’ın öğrettiği miktarın dışına çıkararak, bütün geceyi ibadetle geçirmeye başlarlar. Yine Hz. Peygamber Ramazan orucunun yanında her ayın birkaç gününde (pazartesi, perşembe gibi) oruç tutardı. Bu uygulamayla yetinmeyen yine bazı kimseler dindarlık adına peygamberin bu ölçülü uygulamasını bırakarak hiç ara vermeden visal orucu tutmayı farz hükmüne çıkarmışlardı28. Hâlbuki Hz. Peygamber ailelerini ihmal ederek bütün geceyi namazla ve bütün gündüzleri oruçla geçiren kimselerin dindarlığını aşırı bulup tasvip etmemiş, “ben hem oruç tutarım hem de yerim hem ibadet ederim hem de uyurum, kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir”29 buyurmak suretiyle yaşanılır bir din anlayışının çerçevesini çizmiştir. Çünkü Allah, dinde ölçüyü kaçıranları sevmez30.

Gündelik hayatta bazı İslam büyüklerinin dini hayatlarıyla ilgili menkıbelerinden hareketle yaşanması güç dindarlık tecrübeleri aktarılmaktadır. Bu menkıbeleri dinleyen birçok kişi, bir iç çekerek, “ne yaşamışlar be!” der ve arkasından bizim onlar gibi yaşamamızın mümkün olmadığını söyler. İşte Mevlâna da böylesi olağanüstülüklerle süslenmiş ve tamamen insan gücünü zorlayan menkıbelerle örülü dindarlık tarzlarının topluma model olarak sunumunun olumsuzluklara yol açacağını dile getirir. Çünkü bir toplumda “dinî otorite” fikri hâkim olmaya başlar ve bazı insanlar aşılmaz ve erişilmez şahsiyetler olarak sunulursa orada donuklaşma ve tıkanmalar baş gösterir. Bu da hem İslam’ı ve hem de Müslümanları tarih dışı kalmaya iter. Onun için keramete ve olağanüstülüklere dayalı bir İslam sunumundan ziyade istikameti hedef alan ve yaşanabilir bir İslam yorumunu sunmak daha gerçekçi bir tutumdur.

d)      Temsile Dayalı Olmayan Dindarlık

İslam’a giriş, Allah’tan gelen vahyi dil ile söyleyip gönülden kabul etmekle başlar. Bunun adına “iman” diyoruz. Böyle bir kimse İslam nazarında “dindar”dır. Dindarlık bir yere ait olma duygusu ise, iman, bireyin gündelik yaşamını dönüştürecek “eylem” bütünlüğüne sahip olmalıdır. Sadece dilde ve sözde kalmamalı, “dindar olmam bana neyi gerektiriyor?” sorusu da anlamlandırılmalıdır. Yoksa Necip Fazıl’ın “kafa kâğıdı Müslümanlığı” dediği dindarlıktan öte geçemeyiz. Eğer dindarlığımız iyiyi eylem haline getirme ve kötüden de kaçınma şeklinde tezahür ederek hayatımızı dönüştürmüyorsa, böyle bir dindarlığın insanlar üzerinde olumlu izlenim bırakması mümkün değildir. Bu sebeple Mevlâna “kâfir-Müslüman” diyalogunda, kâfir bir kimseye Müslüman ol tavsiyesinde bulunan bir Müslüman’a: “Sizin imanınıza ne eğilimim var ne de arzum. Hidayete yönelmek isteyen yüzlerce insan, sizin dindışı tutum ve davranışlarınızı gördüğü zaman, girmek istediği dinden de soğur. Çünkü o, sizin imanınızda mana değil, sadece ad, isim görür. Zaten sizin gönlünüz çölleşmiş. Nasıl olur da imanın semerelerini vermeyen bir gönle, çöle, kurtuluş yeri denebilir?”31 demek suretiyle temsile dayalı olmayan bir dindarlığın sorunlu oluşuna değinir. Bu sebeple Mevlâna, “Allah’ın varlığına ve birliğine inandım” demekle kalınmamasını, mutlaka dindarın sosyal hayatla ilgili ilişkilerinde “ahlaki” ilkeleri eksen alan; iman-amel bütünlüğünü sağlamış bir dindarlık örneği sergilemesi gerektiğine değinir. Eğer böyle olursa, insanların eğilimi İslam’a yönelir, aksi bir tutum olursa, o zaman da İslam’dan uzaklaşmalar baş gösterir32.

Sonuç

Mevlâna’nın bazı dindarlık tipolojilerine yönelttiği tenkitlerin yer aldığı bu çalışmada bir sosyal ilişki biçimi olarak hem samimi ve hem de gayr-i samimi dindarlık tipolojilerinin bütün toplumsal yapılarda var olabileceğini söylemek mümkündür.

Mevlâna’nın düşüncesine göre gayr-i samimi dindarlık tipolojileri hastalıklı bir durumdur. Bu sebeple iyiyi ve güzeli eylem haline getirmek suretiyle kötünün düzeltilmesi için çaba gösterilmelidir.

“Güzel ahlaktan ibaret” olan İslam dini, önce bilgi düzeyinde öğrenilmeli, sonra öğrendiklerimiz bizzat bireysel ve toplumsal ilişkilerde davranış tarzı haline getirilmeli, sonra da çevremize iyi örnek olmalıyız. Mevlâna’ya göre gündelik yaşamda temsile dayalı dindarlık, sözlü bildirime dayalı dindarlıktan daha etkilidir. Özellikle böyle bir etkinin gücü, doğrudan dindarlık tipolojilerinin şekil ve öz bütünlüğüyle doğrusal orantılıdır.

Mevlâna’nın ortaya koyduğu dengeli ve ölçülü dindarlık tipolojisi, yaşadığımız modern zamanlarda temsil imkânı bulursa, İslam ve Müslümanlar bir cazibe merkezi oluşturabilir. Burada bütün bir dünyada dinlerin yükseliş trendi artarken, dindarlıklarımızın ne oranda artış gösterdiği ya da göstermediği büyük anlam ifade etmektedir. Önemli olan dindar olmakla övünmek değil, dindarlığımızı ne ölçüde geliştirip güzel ahlak sahibi olup-olmadığımızdır.

Kaynakça

GÖLPINARLI, Abdülbaki, Mesnevi Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1984.

KARAÇOŞKUN, M. Doğan, Dini İnanç-Dini Davranış İlişkisine Soyso-Psikolojik Yaklaşımlar”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, S. 2 (Samsun 2004), s. 23-36.

Mevlânâ, Fîhi Mâfih, (çev. Meliha Ü. Tarıkahya), İstanbul 1990. Mevlânâ, Mesnevi, (çev. Veled İzbudak), İstanbul 2004.

OKUMUŞ, Ejder, Gösterişçi Dindarlık”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi (SBArD), S. 8 (Diyarbakır 2006),

  1. 174–175.

OKUMUŞ, Ejder, Gösterişçi Dindarlık, İstanbul 2002.

ÖZBEK, Abdullah, Mevlânâ ve Taassup”, Mevlânâ’nın Düşünce Dünyasından, (der. N. Şimşekler), Konya 2004.

Ragıp İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul 1986. Seyyid Alizâde, Şerhu Şir’ati’l-İslâm, Beyrut (tarihsiz).

Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta’rîfât, Kahire, 1987.


* Prof. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi, raltintas@konya.edu.tr ORCİD: 0000-0003- 2994-7436.

1 Ragıp İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul 1986, s.253.

2 Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta’rîfât, Kahire 1987, s. 141.

3 M. Doğan Karaçoşkun, Dini İnanç-Dini Davranış İlişkisine Soyso-Psikolojik Yaklaşımlar”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, S.2 (Samsun 2004), s. 23.

4 el-İsrâ 17/23–35.

5 Rum, 30/41.

6 Ejder Okumuş, Gösterişçi Dindarlık”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi (SBArD), S. 8 (Diyarbakır 2006), s. 174-175.

7 Ejder Okumuş, Gösterişçi Dindarlık, İstanbul 2002, s. 58–63.

8 Mevlânâ, Mesnevi, (çev. Veled İzbudak), V, İstanbul 2004, 47 (185–190).

9 Mevlânâ, Fîhi Mâfih, (çev. Meliha Ü. Tarıkahya), İstanbul 1990, s. 30.

10 Mevlâna, Mesnevi, II, 76 (944).

11 el-Hacc 22/37.

12 Mevlânâ, Mesnevi, II, 76, 78. (950-980).

13 Mevlânâ, Mesnevi, II, 46 (498-502).

14 Mevlânâ, Mesnevi, II, 46 (493).

15 Mevlânâ, Fihi Mafih, s. 29.

16 Abdullah Özbek, Mevlânâ ve Taassup”, Mevlânâ’nın Düşünce Dünyasından, (der. N. Şimşekler), Konya 2004, s. 173.

17 Mevlânâ, Mesnevi, II, 47-50 (514-564).

18 Bk. Mevlânâ, Mesnevi, II, 47, (511).

19 İsfehânî, el-Müfredât, 305.

20 en-Nisâ 4/142; el-Münafikûn 63/1–11; el-Mâûn 107/6.

21 Krş. Mevlânâ, Mesnevi, I, 61, (285–293).

22 Bk. Mevlânâ, Mesnevi, II, 31 (268-270).

23 Mevlânâ, Fîhi Mâfih, s. 102, 134.

24 Mevlânâ, Fîhi Mâfih, s. 118.

25 Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara 1993, s. 313.

26 Hökelekli, Din Psikolojisi, s. 343.

27 Mevlânâ, Mesnevi, V, 283 (3356-3362).

28 Seyyid Alizâde, Şerhu Şir’ati’l-İslâm, Beyrut (tarihsiz), s. 9.

29 Bk. Buhari, Sahih, “Nikah” 1; Müslim, Sahih, “Nikah” 5.

30 el-A’raf 7/55.

31 Mevlânâ, Mesnevî, V, 283-84. (3363-3366).

32 Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi Tercemesi ve Şerhi, V, İstanbul 1984, s. 302.

 

Array

ETİKETLER: