Mevlâna ve Yunus Emre – Mustafa Özçelik

A+
A-

Anadolu”nun Sönmeyen İki Işığı:

Mevlâna ve Yunus Emre

Mustafa Özçelik

Anadolu”nun bir Türk-İslâm yurdu oluşu sırasındaki manevî coğrafyasına baktığımızda elbette pek çok manevî mimarla karşılaşırız. Ama iki isim vardır ki, onları bir arada düşünmemek imkânsızdır. Bu iki isim hemen tahmin edileceği gibi Mevlâna ve Yunus Emre”dir. Öyle ki, Mevlâna”yı Yunus Emresiz, Yunus Emre”yi Mevlâna”sız düşünmek mümkün değildir.

Doğum ve ölüm tarihlerine baktığımızda bu iki isim arasındaki ilk ortak nokta çağdaş oluşlarıdır. Mevlâna (1207-1273), Yunus Emre (1240-1320) tarihleri arasında yaşamışlardır. Yani Mevlâna”nın vefatında Yunus 33 yaşındadır. Dolayısıyla aynı zamanların insanları olarak görüşmeleri mümkün görünmektedir. Ayrıca her ikisi de mutasavvıftır. Ama onlar arasındaki benzerlik sadece bu iki özellikleriyle sınırlı değildir. Aralarında çok daha özel yakınlıklar, şahsî tanışıklıklar ve söylemlerinde benzerlikler söz konusudur.

Bilindiği üzere Moğol zulmünün kasıp kavurduğu Anadolu”nun Konya şehrinde Muhyiddin Arabî”den sonra bir Mevlâna rüzgarı esmeye başlar. Böylece Konya, bir ilim ve irfan şehri olarak Mevlâna nefesiyle yeni bir cazibe merkezi olur.Burada inancın, sevginin, barışın, kardeşliğin sesi yükselir. Üstelik oldukça evrensel bir söyleme dönüşerek, coğrafya, ırk, dil, din farkı gözetmeyen bir sestir bu.

Mevlâna”nın evrensel çağrısıyla herkese kucak açılan bu şehirde bu çağrıya uyup, Konya”ya Mevlâna dergâhına gelenlerden biri de Sarıköylü Yunus Emre”dir. Yunus Emre, muhtemelen önce Konya”da bir süre ilim tahsili yapmıştır. ÇünküKonya”nın o çağda böyle bir ilim merkezi olma hüviyeti vardır. Konya medreselerindeki öğrenimi sırasında aynı şehirde bulunan Mevlâna”dan, Yunus”un habersiz olması düşünülemez. Dolayısıyla bu tahsilden sonra Yunus, ebetteki irfan sularına da kulaç atacaktır. Yunus, bu yıllarda henüz 25-30 yaşlarında genç bir insandır. O da Mevlâna meclisine katılır.

Bunu nerden mi biliyoruz. Şairin eserinden daha büyük belge olur mu?

Mevlâna sohbetinde saz ile işret oldu

Ârif manaya daldı çün biledir ferişte.

Böylece Mevlâna meclisinde yerini alan Yunus, bu coşkulu aşk ırmağından nasibi olan irfan bilgilerini devşirir. Belli ki, Mevlâna da Yunus için büyük bir muhabbet beslemektedir ki, “görklü nazar”ıyla Yunus”u, mana âlemlerinin derinliklerine indirir.

Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı,

Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.

Beyti ancak böyle hususi bir yakınlığın söyletebileceği bir beyit olsa gerektir. Yine Mevlâna-Yunus Emre birlikteliğini anlatan şu üç menkıbe, bu yakınlığın boyutlarını açıkça gösterir.

“Yunus”un Konya”da bulunduğu günlerde bir gün yine uzun uzun Mesnevî sohbeti yapılmış. Ardından da ona Mesnevî”yi nasıl bulduğu sorulmuş. Yunus cevaben, “Uzun yazılmış. Ben olsaydım:

Ete kemiğe büründüm

Yunus diye göründüm.

Yahut;

Ete kemiğe büründüm

Âdem oldum göründüm;

derdim olur biterdi. Demiş.

Gölpınarlı, bunu Yunus”un terbiyesine ve yapısına yakıştırmaz ve böyle bir şeyin olamayacağını söyler. Fakat bir başka yorumcu Turan Oflazoğlu, bu menkıbeden şöyle bir yorumun çıkabileceğini düşünüyor: Halk, gerçek şiirin az ve öz söylenişini sevmekte, hikâyenin, masalın yani öyküleştirmenin şiire zarar vereceğini söylemektedir. Yunus”un söyleyiş tarzı dikkate alındığında bu olay pekâlâ gerçekleşmiştir denebilir.

Şu menkıbe de Mevlâna”nın Yunus”a verdiği değeri göstermesi açısından önemlidir:

“Genç Yunus Emre, Konya günlerinde sık sık Mevlâna”nın yanına gider, bir zaman kaldıktan sonra geri döneceği zaman Mevlâna, onu kale kapısına kadar giderek uğurlarmış. Mevlâna”nın müritleri, bu duruma şaşıp kalırlarmış. Bir günsükutu bozarak, bunun sebebini sormuşlar. O da, “İlâhî menzillerin hangisine çıktımsa, bir Türkmen kocasının izini önümde buldum. Onu geçemedim.” demiştir.

Bahrü”l-velaye”de işte bu Türkmen kocasının Yunus Emre olduğu söylenmektedir. Eğer bu malumatı doğru kabul edecek olursak, yine bumenkıbenin ilk bakışta Yunus”u Mevlâna”dan üstün göstermek şeklinde anlaşılması söz konusu olabilir. Fakat dikkatli bir bakış, yine Oflazoğlu”nun yorumuyla söyleyecek olursak, halkın Mevlâna”yı da büyük gördüğünü ama dili, üslubu ve yaşantısıyla Yunus”u kendine daha yakın hissettiğini göstermektedir.

Bir başka menkıbe ise şöyledir:

“Yunus, Hz. Mevlâna”nın büyük oğlu Sultan Veled ile arkadaşlık etmiş, her ikisi de Mevlâna”dan ders almışlardır. Mevlâna vefat edince Yunus pek perişan olmuş, ardından içli göz yaşları dökmüş, tesellisiz, ışıksız bir ömür sürmeğebaşlamış. O günlerde Mevlâna”nın mübarek merkadi üzerine bir türbe yapılıyormuş. Yunus, inşaatın gönüllü ırgadı olmuş, sabahtan akşama kadar omuzunda taş, tuğla taşıyarak vecd içinde çalışıyormuş. Fakat inşaat devam ederken Konya”yı terk etmeye karar vermiş. Sultan Veled”i ziyaret edip, elini öpüp ayrılacağını bildirmiş.

Sultan Veled de ona, “Git Yunus git… Sen artık türbe değil de gönül binaları yap, diyerek uğurlamış.”

Bu menkıbe, bir yandan Yunus”un Mevlâna ile yakınlığını göstermesi, bir yandan da Sultan Veled”in, Yunus”un tarihi misyonunun farkında olan biri olarak ona, “Sen bina değil gönüller bünyâd et! Haydi yolun açık olsun,” diyerek, onu irşat görevi için Konya”dan uğurlaması oldukça manidar bir hadisedir. Öyle ki, bu söylencedeki uğurlama cümlesiyle, Yunus”un ebedî hayat felsefesini özetleyen:

Ben gelmedim davi için

Benim işim sevi için

Gönüller dost evi için

Gönüller yapmaya geldim.

Dörtlüğünü birlikte düşününce işin sır perdesi aralanmış olur.

Dahası var elbette… Mehmet Önder”in verdiği bilgilere göre 25 yaşından 33 yaşına kadar yaklaşık 8 yıl Konya”da kalan Yunus Emre, Tabduk yoluna bundan sonra düşer. Bektaşî menkıbesi onu Hacı Bektaş yurdundan Tabduk yurduna gönderse bile, Mevlevî söylencesine göre Tabduk”un yanına Konya”dan sonra gidilir. Yunus, bu gidişte bile Konya günlerini ve Mevlâna sohbetlerini unutmaz vedaha sonra Mevlâna”nın vefatı üzerine duyduğu elemi onun çevresindeki uluların da isimlerini zikrederek bir dörtlüğünde şöyle dile getirir:

Fakih Ahmet Kutbeddin

Sultan Seyyid Necmeddin

Mevlâna Celaleddin

Ol Kutb-ı Cihân kanı.

Mevlâna ve Yunus, yaşadıkları asrın iki büyük ışığıdır. Bu öylesine ince bir kader sırrıyla gerçekleşir ki, tasavvuf öğretisi bu iki coşkulu âşıkta derinlikli yorumunu ve estetik anlatımını bulur. Birlik çağrısı birinde Farsça ile diğerinde Türkçe ile yapılır. Mevlâna, ilmin irfanın da başkenti mesabesindeki Konya”da yapmaktadır irşat görevini. Bu durum onu Farsça söyletir. Yunus ise şehir insanı değildir. Halkın içinden fakir bir rençber olarak çıkıp geldiği bu ilim ve irfan noktasında, içinden çıktığı sosyal çevreye göre Türkçe”yi tercih eder. Özbeöz Türkçe söyler. Bu sadece bir tercihle de ilgili değildir. Türkçe, şehir dili olarak çok işlenmiş bir dil durumunda değildir. Ama Oğuz boyları içinde konuşulan Türkçe, Dede Korkut”tan beri ilmik ilmik işlenerek yüksek bir edebiyat dili hâline gelmeyi başarmıştır. Yani durumu hem seslenilen kitlenin özellikleri hem de Türkçe”ninkullanılış alanlarıyla ilgili bir tercih, belki de zaruret olarak düşünmek durumundayız.

Farsça yahut Türkçe… Aşkın lisanı kendincedir. Beden kulağına değil, gönül kulağına seslendiği için hangi dilde söylendiği de çok önemli değildir zaten. Ve aşkın diriltici sesi yeniden söylenmeye başlar. Sağımızda Mevlâna, solumuzda Yunus… Biz, hangisine kulak kesilirsek kesilelim, lisan farklı bile olsa gönül özde aynı şeyi duyar: Duyulan aşk çağrısı, birlik (tevhid) sesidir. Aralarında mana olarak hiçbir fark yoktur. Mevlâna”nın evrensel çağrısıyla Yunus”un, “Gelin, tanışık olalım…” demesi aynı şeydir. Söyledikleri dikkatli bir gözle okunduğunda daha nice böyle benzer söylenişler görülecektir.

Bugün bu iki büyük ismin o asırda olduğu gibi, yine misyonlarıyla bu asırda da fikirleri bütün canlılığıyla insanlığın gündemindedir. Yani kader şartları, bugün de onları inanç temelli yeni bir medeniyetin inşasında insanlığın önüne birer ışıkolarak tekrar çıkarmıştır. Bu yüzden ikisi arasındaki münasebetleri bir daha hatırlamanın yararlı olacağını düşünüyoruz.

Şimdi bütün mesele, hakikat erlerinin dilleri, üslupları farklı da olsa özde aynı şeyi söylediklerini bilerek, onları anlama çabasının içerisinde olmaktır. Dün, onlar nasıl Allah ve insan merkezli bir sevgi medeniyetinin manevî mimarları olmuşlarsa, bugün için de çağın umut kapılarıdır. Çağrılarını duyacak kulak, anlayacak yürekler gerekiyor.