MEVLÂNÂ VE MÛSİKÎ – Ahmed Şahin
MEVLÂNÂ VE MÛSİKÎ
Ahmed Şahin
Âlemlerin rabbi yüce yaratanımız Allah’a (C.C.) hamd, efendimiz (S.A.V.) hazretlerine sonsuz salât ü selâmlar eder, Hz. Pîr Mevlânâ Celâlüddîn Rûmî’ye ve Şems Hazretlerine niyazlarımızı gönderir ve şefâatlerini dileriz.
Mevlevîlikte mûsikînin önemi hepimizce mâlumdur. Biz bu yazımızda bu mûsikînin yani Mevlevî Âyinleri’nin nasıl icrâ edildiğini anlatmayacağız. Zîrâ bu mevzû çokça yazılmıştır ve istenildiğinde rahatça ulaşılabilmektedir.
O halde Mevlevîlikte mûsikî neden mühimdir? Hz. Mevlânâ mûsikîye çok mu önem vermiştir? Hz. Pîr’i anlatmak haddimiz olmamakla beraber (zîrâ O’nu atlatmak için anlamış olmak lâzımdır. O da “benim gibi olursan anlarsın” demektedir zaten) Mûsikî ile alâkalı beyitleri rubâî ve mısralarından örneklerle bu mevzûnun Mevlânâ Hazretleri ve Mevlevîlik açısından neden bu kadar mühim olduğunu idrâk etmeye çalışacağız.
Mûsikîdeki gâye nedir?
Tasavvuf ehli mûsikîyi Cenab-ı Hakk’a ulaşma yolunda, aşk yolunda bir araç olarak görmüşlerdir. Zîrâ mûsikî âhenkli, ölçülü nağmelerle rûhu gıdâlandırmakta, yakıcı nağmeleriyle, zâten yanmakta olan gönlün aşkını kat kat artırmaktadır.
Peki her gönül mûsikî ile aşk içinde coşmakta mıdır? Mûsikî başka gâyelerle de kullanılmaktadır. O halde nasıl olacak? İşte asıl mühim olan kısım budur. Hz. Pîr Mesnevîsinin üçüncü beytinde:
“İştiyâk derdini anlatabilmem için ayrılık acılarıyla şerha şerha olmuş bir kalb isterim” buyuruyor.
Yani dinleyicide bu derd bu iştiyak yoksa onun dinlediği mûsikî maddî bir zevkten öteye gitmez. Bu iştiyâkın ne olduğunu da Mesnevî’nin ilk beytinde neyin dilinden anlatarak açıklıyor:
“Dinle bu ney neler şikâyet ediyor, ayrılıklardan nasıl hikâyet ediyor?”
Burada kastedilenin neyin insân-ı kâmil olduğunu biliyoruz. İnsân-ı Kâmilin devamlı ayrıldığı yerden yani Cenâb-ı Hakk’ın katına olan hasretinden bahsetmesini, şeklen dünyada kalmakla beraber rûhen Cenâb-ı Hakk’ın haremgâhına ulaşabilme ilmini insanlara anlatmasını neyin yakıcı nağmelerine benzetmesi mânidardır. Aslında ney ve diğer mûsiki aletleri hepsi bir yerlerden kopmuş gelmiş (vatan-ı aslîlerinden) ve onu icrâ edenin kabiliyetince bir şeylerden bahsetmektedir. Hz. Mevlânâ Dîvân-ı Kebîrindeki bir gazelinde:
“Hiç biliyor musun? Rebâb ne diyor, gözyaşlarıyla yanıp kavrulmuş ciğerlere ne söylüyor?
Diyor ki etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?
Rebâbın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden, ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir”.
Bu bahsedilen şeyler bu sesler mutasavvıslarca ilm-i ilâhî, aşk-ı ilâhî, iştiyâk-ı ilâhî, zevk ve neş’e-i ilâhî olmaktadır. Dolayısıyla yukarıda bahsedilen aşk ateşini idrâk eden, aşk acısıyla parça parça olmuş bir kalbe, aynı şekilde vatan-ı aslîlerinden alınarak yapılmış olan sazlarla icrâ edilen bir mûsikînin tesiri tabii ki bu ateşi kuvvetlendirecek, Allah’a ulaşma yolunda istidâdı olan bir kişinin gönlünü güzel nağmeleriyle daha da coşturacak, belki de yolunun kısalmasına vesile olacaktır. Aşk yolunda yanmakta olan gönülle güzel nağmelerle inleyen bir saz, aynı dilden konuşan gönüllerin bir araya gelerek sohbet etmesi gibidir. Dert ortağı birbiriyle sohbet ettikçe rahatlarlar ve dertleri, aşkları daha da kuvvetlenir. Demek ki bu açıdan mûsikî lüzumludur. Onun için bir çok tarîkde mûsikîye yer verilmiştir. Aşk yolunda bir vasıta olarak kullanılmıştır. Şu rubâî de Hz. Pîr’in:
“Bu rebâbın sesi neler söylüyor bilir misin? Arkamdan gel de yolu öğren diyor. Çünkü yanlış yoldan gider, doğru yöne çıkarsın; soru yoluna gider cevap yönüne varırsın”.
Mûsikînin meşrûluğu:
Ama bilhassa günümüzde zevk, sefâ, eğlence vâsıtası olarak kullanılan mûsikî nasıl olur da insanı Allah’a yaklaştıran bir vâsıta olur?
“Hep hoş olan şey, nefsin sevdiği şeyler dince yasak edilmiştir. Çünkü hoşa giden şeyler, ârif olmayan kişileri, mânâ âlemine, o hoşluk diyârına doğru yönelmeye kılavuz olamazlar… Yoksa, gerçekte şarap, mûsikî, çeng, güzel yüz, semâ’ olgun kişilere helâldir, bilgisiz halka haramdır”.
Bu rubâide de yukarıda şerha şerha olmuş bir kalb istenmesi gibi mûsikîden aşk yolunda müsbet netice alınabilmesi için olgun bir kalb gerektiği ifâde edilmektedir. Zîrâ ilâhî neşveyi hissedemeyen bir kalbin mûsikîden sadece eğlence vasıtası olarak etkileneceği kaçınılmazdır. Mûsikîyi günün örneklerine bakarak sadece bir eğlence vâsıtası zannedenlerin, bu veya başka sebeplerle Hazret-i Mevlânâ’ya da bu mûsikî neşvesini yakıştıramamaları ve Hz. Mevlânâ için “hâşâ o ney ve düdük çalmamıştır, oynayıp raksedip hoplayıp zıplamamıştır” demeleri (semâyı kasdediyorlar) normaldir.
“Semâı her andıkça gönül deryasında dalgalar şahlanır. Her gönül semâı seyretmeye lâyık değildir. Gönüller denizine eren mutlulardır ki bu bâdeden coşar ve semâın hakkını verirler”.
Mûsikî bir nîmettir. Nasıl ki bütün ni’metlerin doğru şekilde kullanılması gerekiyor, mûsikînin de hüsn-i isti’mâli yani güzel şekilde kullanılması gerekir. O da yukarıdaki gâyeye uygun şekilde hareket etmekle olur. Dolayısıyla icrâcıların mûsikînin bu gâyesinin idrâkinde olmaları onların sanatkârlık kudretlerini de belirleyecektir.
“Yüsebbihu li’llâhi mâ fi’s semâvâti ve’l ard. (Yerde ve gökde ne varsa hepsi Allah’ı zikretmektedirler)”.
Kâinatta bütün cisimlerin hareket halinde olduğunu ve bu hareketin de dönmek şeklinde olduğunu biliyoruz. Neyzenin nefesinin neye temasının, yayın ve mızrabın rebab, tanbur veya diğer sazların teline dokunuşuyla oluşan titreşimin hep bu hareketlerle olduğunu ve bu titreşimi yaradanın da Cenâb-ı Hakk olduğunu da bilirsek her şeyin Cenâb-ı Allah’ın yarattığı hareketlerle Cenâb-ı Allah’ı zikrettiğini idrâk etmek zor olmaz.
Mûsikî âletleri Cenâb-ı Allah’ı mı zikretmektedir? Dinlemesini bilene göre evet. Şâir öyle buyuruyor:
Sôfî hele gel meclise dinle bu sâzı
Gör nic’olur tellerin Allâh’a niyâzı.
Her şeyin Cenâb-ı Hakk’ı zikrettiğini bilen olgun bir kalbin bütün yaratılanlara yaklaşımı da bu idrâkledir. Dolayısıyla güzel sesler onlara duymak istediklerini duyurur. Selâhaddîn Zerkûbî’nin kuyumcu atölyesindeki çekiç sesleri Hz. Mevlânâ’ya duymak istediği ses oluvermiştir. O darbelerdeki ritm ve âhenk, ona rebâbın mızrab, kudûmün de zahme darbeleri gibi gelmiş ve onunla semâ etmiştir. Zîrâ Allah âşıkları mûsikîyi “Bezm-i elest”deki Cenâb-ı Hak’kın hitâbının güzelliğini, âhengini aramak olarak görmüşler, bu anlayıştaki sanatkârlar da ölümsüz eserler meydana getirmişlerdir. Tıpkı;
Alalı sırrı ezelden tutuşur bağrı yanar
Ayrılıklarda yananlar acaba neyle kanar?
“Erinî” derken o cânâna hep eczâsı kanar
Bak neler söyletiyor Hazret-i Mevlânâye!
diyen Yaman Dede gibi.
Hz. Mevlânâ’nın Mesnevîsine “dinle” hitâbı ile başlayarak seslerin, özellikle mûsikînin dinlenilmesi ve feyz alınması gereken bir unsur olduğunu vurgulaması ve bunu da mûsikî âleti olan neyin dilinden yapması oldukça önemlidir. İnsân-ı Kâmil ile neyi birbirine benzetmektedir. Verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi mûsikî ve semâ’ı ilâhî aşkın bir sembolü olarak zikretmiştir.
Hazret-i Mevlânâ mûsikî biliyor muydu?
Belirttiğimiz gibi Hazret-i Mevlânâ sık sık güzel ses ve mûsikîden, semâdan bahsederken verdiği örneklerle sanki mûsikî ile alâkalı mevzulara vâkıf gibidir. Ondan güzel sesin semâın maksadına ulaşmasına vesile olan bir unsur olduğunu öğreniyoruz.
Bir gazelinde:
“Üç telli sazı çal. Ben birliğe ulaştım. İkilikte bulunma, ya rehâvî perdesinden çal, ya kurtuluş perdesinden ezgiler söyle”
“Senin zîr, bem (tiz ve pes) perdelerin olmasa, o perdelere vurmasan gamlara dalıyoruz; neyde nevâ makâmını bul da şu sesi üfür: Feryat sessizlikten, nağmesizlikten”.
“Irak makâmındaki ezgi, bu ayrılığın dermânıdır; sen söz söylemeden gönlü alır, götürürsün, fakat nereye götürürsün, nereye kadar iletirsin?”
“Ey padişahların bildiği, tanıdığı güzel, canımızı ısfahân perdesinden okşa, âşinâlık yoluyla sor hâlimizi hatırımızı”.
“Sarhoş dostların meclisine zengûle makâmından ezgiler düzerek git, işi sonuna getir, niceyedir bu vesvese bu ağır davranış?”
Doğru sözlü, doğru işli dostsan rast makâmından çal ki hicaza gelesin.
Uşşâkı hüseynî perdesinden topla, bûselik, mâye perdeleriyle gönüller aç”.
“Senden dügâh istiyorlar, sen çârgâhtan söyle; sen bu yerin bu yurdun mumusun, ışığısın, a güzelim. Ne de hoş çalmadasın, ne de hoş söylemede”.
Bu gazelinde rehâvî, nevâ, ırak, ısfahân, zengûle gibi makamlardan bahsetmesi ve bu makamların tesirlerine uygun olabilecek sıfatlarını da zikretmesi ilginçtir. Isfahan makamının okşayıcılığı, ırak makamını makam çeşnisi özelliği itibâriyle başlangıç ve karar perdeleri arasındaki uzaklığı gibi.
Ayrıca herhangi bir makâmı değil de zengûle makâmını yakıcılığı dolayısıyla aşk sarhoşu olanların meclisine lâyık görmesi hoştur.
Mûsikî ilmine vâkıf olanlarca mâl’umdur ki hicaz makâmı çeşnisinin üzerinde rast makâmı çeşnisi vardır. Yani biz bunu “hicaz makâmının güçlüsü üzerinde rast çeşnisi vardır” şeklinde ifâde ederiz. (Makamlar iki veya daha fazla makam çeşnilerinden oluşur. Güçlü perdesi makamların seyrinin orta bölgeleridir ki makama göre değişebilir ve iki farklı çeşninin birleştiği perdedir.) Makamın seyrine de güçlü perdesi civarından başlanır. Yani güçlü perdesi üzerindeki rast çeşnisi icrâ edilerek başlanır. Daha sonra aşağı perdelerde seyr edilerek hicaz çeşnisiyle karar edilir. Yani önce rast sonra kararda hicaz. Hazret-i P’îr’in “Rast makâmından çal ki hicaza gelesin” demesi sadece bir tesâdüf müdür?
Yine uşşâk makâmıyla başlayıp, çok yakın ilişkisi olan hüseynî makâmını, oradan da hüseynî makâmı ile güçlü perdeleri aynı olan bûselikmakâmını, ve geçkisi çok kolay olan mâye makâmını bu sırayla zikretmesi de dikkate değerdir.
“Senden dügâh istiyorlar, sen çârgâhtan söyle” derken, dügâh makâmının içinde çârgâh makâmının çeşnisinin olduğunu bilmiyor muydu acaba?
Hz. Mevlânâ ney üflemiş midir üflememiş midir, rebab çalmış mıdır çalmamış mıdır diye tartışmak bir yana, bütün bu örnekler Hz. Mevlânâ’nın en az mûsikîden anlayan bir mûsikîşinas kadar makam , ses ve müzik aleti bilgisi olduğunu göstermektedir. O’nun bunları bilmesi için mûsikî nazariyatı tahsil etmiş olması da gerekmez zaten. Çünkü o mûsikîyi icrâ etmek için değil, aşk yolunda kullanmak için bilmektedir.
Mevlevilikteki durum:
Hazret-i Mevlânâ’nın mûsikî ve semâya verdiği bu önem, O’nun meşrebini devam ettiren Mevlevîlikte mûsikînin bir medenîyet haline gelmesine vesile olmuştur. Allah’ı zikretmek olan semâ’ı mûsikî eşliğinde icrâ etmişler bir çok makamdan Mevlevî Âyinleri bestelemişlerdir. Mevlevî Âyinleri ilâhî aşk yolunu son mertebesine kadar sembolize eden semâ’a uygun olarak, dört bölüm şeklinde düzenlenmiştir (şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifet). Bu merâsime “Mevlevî Mukâbelesi” denir. Mevlevîlikte zikrin mûsikiyle bu şekilde iç içe olması Hazret-i Mevlânâ’nın mûsikîye verdiği önem sebebiyledir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere İlâhî zevki ateşleyen ve rûhu terbiye eden bir unsur olarak, zikir esnâsında kullanılmıştır. Mevlevîlerin mûsikîyi kullanmış olan diğer tarîklerden farkı, mûsikîyi çeşitli hareketler ve ifâdelerle zenginleştirmişler, mûsikî ve semâ’daki her unsura bir anlam yüklemişler, bilhassa ney, rebâb ve kudûm Mevlevî tekkelerinin en önemli sazları olmuştur. Bilinen bir çok şeyh bu sazların icrâcısıdır. Mûsikî tarihimizdeki bir çok büyük mûsikîşinâslar ve bazı ekol olmuş büyük bestekârlar da, ya mevlevî şeyhleri, ya mevlevî veya mevlevî muhibbi olarak bilinmektedir.
Günümüzdeki durum:
Mevlevîlik denince ilk akla gelenler semâ’, ney, kudûm gibi unsurlardır. Bu sebepten günümüzde mûsikî ve semâ’ icrâsında bulunanların yukarıda sayılan hususlara vâkıf olmaları, sû-i isti’mâle sebep olacak şekilde icrâlardan, yani gelişigüzel mekânlarda, lokanta, otel gibi yerlerin semâ’a müsâit olmayan mekânlarında, düğünlerde, hattâ (maalesef örnekleri var) içkili mekânlarda v.s. icrâlarından kesinlikle sakınmaları gerekmektedir. Mûsikî ve semâ’ın mânâsını bilen icrâcıların bu gibi fiillere zaten tevessül etmeyeceğini de ifâde edelim. Zîrâ Mevlevî Mukâbelesi bir zikirdir ve bu zikrin icrâsı da Mevlevîhânelerde olur. Bunun kültür unsurlarından birinin icrâsı olduğunu düşünsek bile bu kültürün aslı nasılsa öyle icrâ edilmesi gerekmektedir. En azından mekânlar Mevlevî Âyinlerinin icrâsına uygun olarak tanzim edilmeli, programın takdimlerinde Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik, semâ’, zikir, semâzen, mûsikî, ney, gibi unsurların doğru olarak anlatılması gerekmektedir.
Maalesef Semâ’ Mukâbelelerinin bilhassa yurt dışındaki tanıtım ve takdimlerinde bu ifâdelerin vurgulanmasından kaçınılmış, her ifâdeye birebir karşılık aranmış, semâ’ yerine dans, semâzen yerine balet veya dancer, ney yerine flüt, kudûm yerine drums gibi ifâdeler kullanılmış, hattâ bazı programlarda Hazret-i Mevlânâ’nın bir İslâm büyüğü olduğu ifâde edilmekten bile sanki özellikle kaçınılmış, Kur’ân ve Hz. Peygamber’den bahsedilmesi ayrımcılık olarak görülmüştür. Üzülecek bir durumdur ki Yurt dışındaki programları seyredenlerin içinde bu merâsimin Cenâb-ı Allah’ı anmak olduğunu bilen pek azdır. Yıllarca bu programları “Dancing veya Whirling Derwishes” adıyla seyretmişlerdir. Semâ’ dediğiniz zaman bir şey anlamamaktadırlar. Semâzen kelimesini ise hiç duymamışlardır. Çünkü seyrettikleri programlarda semâzen kelimesi hiç geçmemiştir. Onlara “balet” veya “dancer derwish” denmiştir. Bu icrâları folklorik bir unsur olarak yorumlamışlardır. Her hangi bir Afrika sazı bile dünyanın her yerinde orijinal Afrika’daki ismiyle anılırken, iki büyük dünya mûsikîsinden biri olan Türk Mûsikîsi âletleri için ille de yabancı dillerde bir karşılık bulmaya kalkışmak nedendir? Maksat Avrupalı’ya yakın olmak veya daha iyi anlatmaksa bu çok yanlış bir fikirdir. Bu isimler bu unsurların özel isimleridir ve bu şekilde tanınması sağlanmalıdır. Bu ifâdeler için kullanılan karşılıkların hiç birisi, içerdikleri mânâyı anlatamaz. Bu kültürü tanıtmak ne kadar önemli ise, içindeki unsurların orijinal adlarıyla ifâde edilmesi de o kadar önemlidir. Bu ifâdelerin karşılıklarının da bir parantez içinde ya da bir paragrafla anlatılması lâzımdır ki ne demek olduğu anlaşılsın ve herkes gerçek ismiyle tanısın. Meselâ “Semâ’ Ceremony” yazıp parantez içinde bu şekilde bilindiği için “Whirling Derwishes” yazılabilir. Bu bile yeterli değildir. Program içeriğinde gerekli açıklama yapılmalıdır. Ney, kudûm gibi sazlar da aynen yazılır, parantez içinde “reed flute” ve” ritm, drum” gibi kelimeler yazılabilir. Kanâatimce bu parantezlere de gerek yoktur. Ama olacaksa böyle olmalı diye düşünüyorum.
Geçtiğimiz yıl Sayın Bekir Rehâ Sağbaş ve Bârihudâ Tanrıkorur tarafından, bir kısım dostlarla birlikte fakirin de katkılarda bulunarak, (çeşitli dokümanlardan ses, video kayıtlarına kadar belgelerle birlikte) Semâ’ icrâlarındaki olumlu veya olumsuz örnekler de anlatılarak hazırlanan tanıtım sonucunda Mevlevî Âyinleri Semâ’ ile birlikte Unesco tarafından bütünüyle korunması elzem olan şâheserler arasına alınmıştı. Bunun sonucunda bakanlığımızın konuya daha ehemmiyetle yaklaşacağını ve birçok olumsuzlukların kısa zamanda giderileceğini ummaktayız.
Mevlânâ Yılı olarak kabul edilmiş olan bu sene içerisinde bir çok program icrâ edildi. Umarız ki bu ifâdeler orijinal şekilleriyle sunulmuş olsun ve Hazret-i Mevlânâ kişiliği, ilâhî aşkı ve eserleriyle bir Allah dostu olarak anlatılmış, O’nun önem verdiği unsurlar da hakkıyla tanıtılmış olsun ki Hazret-i Pîr şikâyetçi olmasın. Fakir de haddimizi aşan ifâdeler yazmış olmaktan Allah’a sığınarak Yazımızı Hazret-i Mevlânâ’nın rubâîsi ile bitirmek isteriz. Söz bitmez, bizim kudretimiz bu kadar:
“Men bende-i Kur’ânem eğer can dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed-i Muhtârem
Ger nakl koned cüz în, kes ez goftârem
Bîzârem ez ô, vez în sühan bîzârem”
“Yaşadığım sürece ben Kur’ân’ın kuluyum
Ben Muhammed-i Muhtâr’ın yolunun toprağıyım
Birisi sözlerimden bundan başka bir şey naklederse
Ben nakledenden de, o sözden de şikâyetçiyim