MEVLÂNÂ ve MUHİTİ – ASAF HALET ÇELEBİ
MEVLÂNÂ ve MUHİTİ
ASAF HALET ÇELEBİ
MEVLÂNÂ’nın zamanında Moğol akınlarının serpintisine uğrıyan Konya’da Selçukîler fiilen değil, ismen saltanat sürüyorlardı. Fakat Konya Türk medeniyetinin mühim âbidelerini ve kültürünü saklıyan diğer talihsiz şehirler gibi harab olmuş değildi. Sarayları, süslü bahçeleri, zarif insanlariyle henüz ayakta idi. Bu bahçelerde saraya mensup kibar kadınların gezindikleri, pahalı Hind kumaşları, sırmalı elbiseleri, harikulade atları ile saray adamlarının hâlâ yıkılmış bir haşmetin kırıntıları içinde mağrur dolaştıkları görülüyordu.
Etraflarındaki muazzam facialardan ders almayı düşünemiyen bu gafil küçük zümrenin arkasında da bittabi geniş bir halk kütlesi vardı. Şunu da gözönünde bulundurmalıyız ki o zaman Konya ahalisinin çokluğunu Rum unsuru teşkil ederdi. Fakat bunlar şehirden ziyade civarda ve köylerde idiler. Asıl Konya şehrinin ekseriyeti Türktü; buna Moğol istilâsından kaçan diğer Orta Asya Türk şehirlerinin halkından oraya hicret edenler de karışınca şehirdeki Türk-Müslüman unsurunun yekûnu biraz daha kabarmıştı. Bu gelenlerin arasında tanınmış birçok âlimler, din adamları ve sanatkârlar da bulunuyordu.
Gençliğinde babasiyle beraber Konya’ya gelip yerleşen Mevlânâ da bu mültecilerin ilklerindendi. Öyle zannediyorum ki kendisi gibi birçok badireler görmüş olan bu muhacirlere karşı da hususî bir sempatisi vardı. Annesi tarafından asil bir soydan gelen ve büyük bir âlimin de oğlu olan Mevlânâ’nm hakikatte aristokrasiye lâkayt bulunduğu kadar tasavvufun çizdiği hudut dışındaki ilim dünyasına da aldırış ettiği yoktu. Müritleri ve şakirtleri arasında en çok Türkler, hattâ bazan avamdan Türkler bulunan Mevlânâ aristokrat ve entellektüel sınıfı kendisine bağladığı gibi Türk burjuvazisini, hattâ avamdan işçileri de ihmal etmiyordu.
Kendisinden sonra Ankara ve civarında bir nevi sosyal demokrat cumhuriyeti kurmuş olan ve hususî nizamlariyle çalışan Ahiler teşkilâtının mensuplarından Ahi Ahmet Şah, Ahi Çoban, Ahi Kayser gibi zatlar başlıca müritlerinden olduğu gibi debbağ, kâtip, hattat, kuyumcu, ressam, tabip gibi muhtelif mesleklere mensup müritleri pek çoktu. Mevlânâ’nin bilhassa işçi sınıfını ve sanatkârları sevmekte ve takdir etmekte olduğunu Eflâkî tezkiresinin muhtelif hikâyelerinin tetkikinden anlıyoruz. Selçuk hükümetinin baş veziri Emîr Pervane’ye, Emîr Kemaleddin adındaki diğer yüksek bir memur, Mevlânâ’nm bu müritleriyle oturup sohbet ettiğini göstererek gizlice :
– Mevlânâ’nın müritlerinin çoğu avamdan!
Dediğini duyan Mevlânâ hiddetle haykırıyor :
— Bizim Mansurumuz hallaç değil mi ? Ebûbekir (diğer bir mutasavvıf) nessaç (dokumacı) değil midir? Bir azizimiz de zeccâc (şişeci) değil mi? Sanatın marifete ne ziyanı var!
Mevlânâ için en büyük ayıp sanatından ve günlük meşgalesinden dolayı birisini hakir görmekti. Ancak musahipliğine seçtiği insanlar hangi zümreye mensup olurlarsa olsunlar gayet halûk, son derecede hassas, ruh heyecanına ve olgunluğuna sahip kimselerden olduğu muhakkaktı. Yalnız esnaftan olanlar değil, en felâketli devirlerini yaşıyan Selçuk sarayı bile aralarında bulunan bu müstesna fıtretin mâneviyatına sığmıyor, onu kendilerinin kurtarıcısı addediyor, üzerine titriyordu. Belki hiçbir saray o zamana kadar ne bir velînin, ne bir şairin, ne bir âlimin bukadar candan bir alâka ve hürmetle sevildiğine şahit olmamıştı.
Önce Selçuk sultanı Alâeddin III, daha sonra Rükneddin, ve en sonra İzzeddin Keykâvûs’la gene Selçuk hükümetinin en büyük devlet adamı olan, Emîr Muîneddin Pervâne onun hayranları arasında bulunuyordu. Bir gün kendisini ziyaret eden İzzeddin Keykâvûs’u :
— Sana ne öğüt vereyim ki, sana çobanlık vermişler, sen kurtluk ediyorsun. «Bekçilik yap!» diyorlar, hırsızlık ediyorsun; Allah sana saltanat vermiş, şeytanlık işliyorsun !
Diye azarlamış, Sultan da bu sözlerden duyduğu yeis ve ıstırabı ifade için başını açıp oradan ağlıya ağlıya çekilmişti.
Eflâkî’den alınan bu hikâye ile buna benzer birçokları onun hakikatte saraya mensup olduğunu değil, belki ve daha doğrusu sarayın kendisine mensup olduğunu belirtmektedir. O kendisini ziyaret için yalvararak müsaade istiyen padişahlara, vezirlere istediği anda kapısını kapar, en basit, adı sam belirsiz insanları terbiye ve ıslaha çalışırdı. Müritlerini de daima çalışmıya ve kazanmıya sevkederdi.
Mevlânâ’nm zenâat erbabından seçtiği ve meşgul olduğu insanlar arasında bilhassa Konya çarşısında altın döğücülüğü sanatiyle geçinen Salâhaddin Feridun’la olan alâkası ve onunla ilk karşılaşmasına dair olan menkıbe çok caziptir :
Çarşıdan, dükkânların arasından geçerken bunlardan birisinden gelen remel vezninin âhengine uygun vurulan çekiç sesleriyle birdenbire yol ortasında semâ’a baş-hyan Mevlânâ aynı vezinle irticalen güzel gazellerinden birini okuyor :
«Yeki genci bedîd âmcd der in dükkân-i zerkûbî
Zehi sûret zehî ma’nâ zehi hûbî zehî hûbî»
«Bu altın döğücünün dükkânında bir hazine göründü. Orada sûret ve mâna var.. Ne güzellik… Ne güzellik!» diye başlıyan bu gazelini okurken kendisini yolda takip eden sadık müritleri de büyük bir hürmetle bu beyitleri kaydediyorlardı. Salâhaddin bu hali görür görmez döğdüğü altının ziyan olacağını düşünmiyerek çekicini vurmakta devam etmiş, bir taraftan da Mevlânâ’ya yanıp ağlamıştı.
Mevlânâ’nın Tebrizli Şems’le aralarındaki rabıta ayrı ve çok derin bir bahistir. Mevlânâ’nın tasavvuf! görüşü üzerinde büyük bir tesir bırakmış olan bu fevkalâde insanın dönüşü olmıyan son gidişini müteakip gene onun memleketlisi olan Salâhaddin Zerkûb’u kendisine başlıca mürit ve musahip seçen Mevlânâ bu mütevazı, fakat mistik heyecanlarla dolu olan müstesna varlıkta büyük bir ruhî kabiliyet sezmişti. Salâhaddin için dedikodu yapıp cahilliğini ileri sürenler hakkında :
«Onlar hamlıklarından Allahın öyle hâs bir kuluna cahil demişler; bilmiyorlar ki asıl âlim onlardır. Onlar gürül gürül akan ilim çeşmeleridir. Onların ilimleri ademden (yokluktan) gelmiştir» diyor, bütün bu sözlerin hiç birisine ehemmiyet vermedikten maada Salâhaddin hakkındaki iltifat ve hürmetini daha artırıyor, bu bâtını rabıtayı bir de zahirî alâka ile kuvvetlendirerek Salâhaddin’in kızı Fatma Hatunu oğlu Sultan Veled’e alıyordu. On sene süren samimî bir anlaşmadan sonra hastalanarak vefat eden Salâhaddin’in arkasından da Şems’e yaptığı gibi acıklı gazeller ve lorsiyeler yazmıştı.
Zerkûb’un (altın döğücünün) vefatından sonra Mevlânâ’nın en ileride gelen halife ve musahibi Çelebi Hüsameddin olmuştu. Bu zat bilhassa Mevlânâ’nın en mühim didaktik eseri olan Mesnevî’nin yazılışında yegâne âmil ve muhataptı ve notlarını da bizzat tutmuştu. «Çelebi Hüsameddin gayet nazik, terbiyeli, son derece afif ve mütevazıdı. Mümkün olduğu kadar çarşıya, hamama, kalabalık arasında kadınların bulunduğu yerlere uğramazdı.» Bundan maada pek fazla rikkatli ve merhametli bir kalbi vardı. Birisinin hastalığından bahsettikleri zaman hemen hemen o da yarı yarıya hastalanırdı. Mevlânâ’nın önünde daima diz çöküp oturarak kendisine dikte ettiği mesneviyi yazan bu hassas ve değerli zattan sonra Mevlânâ’nın küçük ve sevgili oğlu, babasının son demlerine kadar yanından ayrılmaz olmuştu. Hakikaten Sultan Veled Mevlânâ’ya lâyık bir oğul olarak, tam mânasiyle onun ruhî terbiyesi altında istediği gibi büyümüş ve nesilden nesle Mevlânâ’nın sevgisini naklettiren Mevlevîlik müessesesinin kurucusu olmuştur.
Fakat Mevlânâ’nın bu birinci derecedeki müritlerinden sonra ikinci bir zümreyi teşkil edenleri vardı ki, bunlar sayılamıyacak kadar çoktu. Mevlânâ’nın şöhreti 40 yaşından itibaren yavaş yavaş bütün Anadolu’ya yayılmıya başlamıştı. Hürmetkârları her yerde pek ziyade idi ve esasen kendisi de devrinin bütün mütefekkirleri ve âlimle-riyle temas ediyor, hepsinin üzerinde çok kuvvetli ve derin bir tesir bırakıyordu. Ancak o devirde Anadolu’da anlaşılan şekilden çok farklı bir tasavvufa doğru gittiği için bu hal dostları yanında biraz da düşmanlarının zuhuruna sebeb olmuştu. Mevlânâ’nın bediî tasavvufu yalnız mistik dünya görüşünü şiirle ifade etmekten ibaret kalmıyordu. Yeni bir semâ’ şekli, yeni bir musiki, hasılı yeni bir hayat tarzı ibdâ ediyordu. Bu sebepten mutaassıp muhitlerde de Mevlânâ’ya karşı bir aleyhtarlık başlamıştı.
Bütün bunlara rağmen onun eserlerindeki kuvvet, şahsiyetinin nüfuz ve tesiri, etrafında doğmaya başlıyan muhitin yavaş yavaş büyümesine ve hemen bütün Anadolu’yu kaplamasına mâni olamıyordu. Tabiîdir ki bediî zevkleri itibariyle sanat telâkkilerine daha müsait olan büyük şehirler bundan en ziyade ve daha çabuk müteessir oluyorlardı.
Devrinde kendisine karşı gösterilen hürmet okadar ziyade idi ki, artık asıl ismi olan Mehmed Celâleddin unutulmuş, herkes ona: «Mevlânâ!» (Efendimiz) diyordu. Hürmetkârları onun ismini anmayı bile bir hürmetsizlik sayarak ondan bu unvanla bahsediyorlardı.
Celâleddin genç yaşında geldiği Konya’da (Mevlânâ) olmuş ve ihtiyarlamıştı. Kumral sakalları kırlaşmış, fakat gene de tama-miyle beyazlanmamış^. Bünyesi fazla hassasiyete ve sinir hâkimiyetine çok müsaitti. Bu sararmış ve zayıf bünyedeki heybet, keskin bakışlı, iri elâ gözlerinin çekiciliği onun nadir şahsiyetlerde tecelli eden bir enerjiye sahip olduğunu her haliyle belli etmekte idi. Bu sebepten kendisini görenler ekseriya önünde başlarını eğmeğe mecbur olduklarını itiraf ediyorlardı. Bu bünye ve simada ihtirasla karışık çetin bir iradenin tezahürleri her an seziliyordu. Bunun için kendisini inkâr eden, aleyhinde bulunanlar bile onu bir kere gördükten sonra birdenbire ve şiddetle nüfuzuna kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı. Bu tesirden mütevazı ve alelâde insanlar kadar padişahlar ve vezirler de kurtulamıyorlardı.
Mevlânâ’ya karşı bilhassa kibar muhitin kadınlarında büyük bir incizap vardı.
Onlardan birçokları kendisine büyük davetler yapmakta idiler. Bilhassa padişah Rükneddin’in karısı Gömaç Hâtun’un Mevlânâ’ya büyük bir itimad ve muhabbeti vardı.
Mevlânâ, kadın, erkek, padişah veya işçi için ayrı bir tasnif ve değişik bir muamele tarzı kabul etmek istemiyordu. O ancak kendisini takdir eden, anlıyan ve seven kimseleri etrafında topluyor, ancak o kimselerin davetlerini kabul ederek gidiyordu. Buralarda istediği muhiti ve lâyık olduğu alâkayı bulunca kendinden geçiyor, hakikaten lâtif ve şiir dolu mevizalar veriyor, tasavvuftan bahsediyor, bilhassa ney, çenk, rebab ve musîkar gibi aletlerle musiki âlemleri yaptırıyor; bu âlemlerde şiir okuyarak semâ’a kalkıyordu. O zaman gene huşû içinde, büyük bir hürmet ve edeple her zaman etrafında dolaşan hayranları onun bu lâtif cezbe içinde söylediği şiirlerini zapta çalışıyorlardı. Gene o zaman daveti yapan veya orada hazır bulunan kibar hanımları boyunlarından, kulaklarından ve ellerinden kıymetli mücevherlerini koparıp onun ayaklarına atıyorlar, heyecan içinde, belki bunlardan birisini beğenir de alır diye yalvaran gözlerle kendisine bakıyorlar; fakat o, bu atılan, ayaklar altında sürünen mücevherlere bakmıyordu bile… Onun kendi âleminde solmıyan çiçekleri, güzellikleri ve parıltıları bu âleminkine benzemiyen mücevherleri vardı. O, gözleri yarı kapalı, bütün bu güzellikler arasında, vecd içinde dönüyor, dönüyor, iç âleminin derinliklerinden doğan en güzel mücevherleri zevkle ve cömertçe etrafına saçıyordu.