Mevlâna ve Mevlevîlik – HAŞİM KARPUZ
Mevlâna ve Mevlevîlik
PROF.DR. HAŞİM KARPUZ
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, derin fikirleri, engin sevgi ve hoşgörüsü, birlik ve kardeşlik çağrılarıyla asırlarca müslüman toplulukları derinden etkilemiş bir Türk-İslâm mütefekkiridir. Kültür tarihimizde seçkin bir yere sahip olan Mevlâna’nın düşünceleri, bugün bütün dünyada ilgi uyandırmaktadır.
Bu büyük insanın fikirlerinden doğan Mevlevîlik tarikati ve mevlevîhaneler konusuna geçmeden önce tasavvuf, tarikatler, Mevlâna’nın ailesi, hayatı, eserleri, tesiri vb. hususları kısaca anlatmakta fayda vardır.
İslâm tarihindeki önemli ekollerden birisi de tasavvuftur. Çeşitli tanımları yapılmış olan tasavvuf, kısaca dünya nimetlerinden vazgeçip, gönlünü Allah sevgisine bağlamaktır. İslâmiyet’in ilk yıllarında Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hadislerine göre ibadet ediliyor, yaşanıyor, toplumsal sorunlar çözümleniyordu. İslâmiyet’in üç kıtaya yayılışı, dinî ilkelerin ve mahallî geleneklerin de etkisi ile yeni yorumlarla ele alınmasına yol açtı. Bunun sonucu inanış ve ibadette bu ilkelerin nasıl uygulanacağını gösteren mezhepler ortaya çıktı; daha sonra tasavvuf akımları oluştu. İslâm ahlâkının yaşanması, insanın bütün gönlüyle yaratıcısına yönelebilmesi için tarikatlar kuruldu.
İslâmiyetin doğuşundan beş yüzyıl sonra, Anadolu Selçukluları döneminde toplum yapısında tarikatların önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Özellikle fetihlerin gerçekleştirilmesinde, fethedilen yerlerin vatan yapılması ve kalkındırılması için sınır boylarında İslâm dinini yayan, halkı eğiten tarikat mensuplarının yaşadıklarını görüyoruz. Bunlar, Anadolu Gazileri (Alperenler), Kolonizatör Dervişler, Yeseviler, Vefailer, Evhadiler, Haydariler, Rufailer, Kalenderiler, Kübreviler; şehir ve köylerde örgütlenmiş Anadolu Ahileri ve Bacıyan-ı Rûm gibi tarikâtlardır.
1243 yılında yapılan Kösedağ savaşından sonra Moğollar Anadolu’ya hakim oldular. Orta Asya’dan, Horasan’dan Moğolların önünden kaçan Türk zümreleri ile Anadolu’nun Müslüman halkı bu felâketler karşısında tekke ve zaviyelere sığınma ihtiyacı hissettiler. Bu sebepler, 13.yüzyıl Anadolu’da tarikat yapılarının yaygınlaşmasına yol açtı.
Mevlâna’nın Hayatı: Mevlâna Celâleddin-i Rumî 30 Eylül 1207 yılında bugünkü Afganistan’ın Belh şehrinde doğdu. Devrinin önemli bilginlerinden ve mutasavvıflarından olan babası Bahaeddin Veled Gerek Hârizmşah idaresiyle fikren uyuşamaması, gerekse Moğol tehlikesinin yaklaşması karşısında ailesini alarak Belh’ten göç etti. Önce Bağdat’a geldiler, bilâhare Hicaz’a gidip Hac farizasını yerine getirdiler. Şam, Malatya, Erzincan üzerinden Lârende’ye (Karaman) geldiler. Aile buraya yerleşti, Mevlâna Karaman’da genç yaşında evlendi.
5 Mayıs 1229 Sultan Alâeddin Keykubat’ın davetlisi olarak Bahâeddin Veled, ailesi ile birlikte Konya’ya geldi. Babasının eğitimi ve terbiyesi altında yetişen Mevlâna, onun 1231 yılında vefatından sonra, babasının halifelerinden Seyyit Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî’ye bağlandı. O’nun nezaretinde Halep ve Şam’da yedi yıl eğitim gördü ve Konya’ya dönüp burada öğretim, vaaz ve fetva ile meşgul oldu, insanlara yol göstermeye başladı. Hayatı bu şekilde sürerken Konya’da 1244 yılında Şems-i Tebrîzî denilen gezgin bir dervişle karşılaştı. Bu buluşma Mevlâna’nın düşünce dünyasında yeni ufuklar açtı. Tasavvufi anlayışında, insana bakışında açılımlar, gelişmeler oldu. İlahi aşk yolunu benimsedi. Şems-i Tebrîzî’nin kayboluşu veya öldürülüşü onu çok etkiledi. Bütün bu değişimi yekünü 40 bin beyte varan lirik şiirleriyle dile getirdi. Ömrünün son 10-15 yılında söyleyip yazıya geçirttiği yaklaşık 26 bin beyitlik Mesnevi’sinde ise düşüncelerini etraflı bir şekilde, etkili benzetme ve tasvirlerle izah etti. 17 Aralık 1273 yılında Konya’da ebedî sevgilisine kavuştu. Mevlevîlerce bu gece “Şeb-i Arûs” yani düşün gecesi olarak adlandırılmıştır. Hz. Mevlâna İslâm düşünürleri arasında sezgici (içe doğuşçu) bir düşünce yapısına sahiptir. Ona göre gerçek bilgiye sezgi ile ulaşılır. Akıl, dünyadaki işlerimizi düzene koymaya yarar. Hakikate varmada ve Allah’ı bilmede akıl yetersizdir. Hakk’a ve hakikate aşk, cezbe ve sezgi ile varılabilir. O, “Aşk Burak’ı ve mürşidin kılavuzluğu olmadan Muhammed (a.s.) gibi menzilleri nasıl aşabilirsin?” der. Bu düşünce onun öğrencileri üzerinde etkili olmuştur. Hz. Mevlâna, insanın yaratılışının esas amacının Allah’ı tanımak, sevmek ve ona kulluk etmek olduğunu belirtir. Allah’a kulluk etmenin yolu da gönül zenginliğinden, temiz bir gönülden geçer. Bilime, güzel ahlâka ibadete önem verir. Kıyamette namazları, oruçları, sadakaları teraziye koyarlar. Fakat sevgiyi getirdikleri zaman bu ilâhî aşk teraziye sığmaz. Bu yüzden asıl olan aşktır. Nitekim o, “Bizim peygamberimiz aşk peygamberidir. Biz aşkın çocuğuyuz, aşk bizim anamızdır” der.
Hz.Mevlâna’nın evrensel mesajı “Kim olursan ol, gel” sözleriyle sembol haline getirilmiştir. Onun bakış açısı, bütün insanları Hakk’ın mazharı saymak, “bir bedenin uzuvları gibi” görerek sevmek esasına dayanır. “Bir ayağım İslâm dininde sabit, 72 milleti dolaşırım” diyen büyük düşünür, bu inanış çerçevesinde hangi dinden, ırktan, renkten olursa olsun, kadın-erkek, zengin-fakir ayırımı yapmadan insana değer vermiş, ona daima saygı duymuştur.
Eserleri: Mevlâna’nın hepsi de Farsça olan 5 tane eseri vardır. Bunlar, genellikle yakınları ve sevenleri tarafından yazıya geçirilmiştir. Ancak Mesnevi yazıldıktan sonra kendisine okunmuştur. Söz konusu eserlerden Dîvân-ı Kebîr, Mevlâna’nın çoğu Şems-i Tebrîz’înin kayboluşu ya da ölümü üzerine söylediği şiirlerinden oluşmaktadır. 40 bin beyti aşan bu büyük eser, aşık bir ruhun en samimi ve en coşkun örneklerini taşır. Bu şiirler, asırlarca şairlerin ve gönül adamlarının ilham kaynağı olmuştur. Mesnevî: Dini, felsefi, ahlâki ve içtimai konuların çeşitli hikâyeler etrafında işlendiği 26 bin beyte yaklaşan bir şaheserdir. İçerdiği derin fikirler, orijinal tasvirler kadar edebi yönüyle de temayüz etmiştir. Mevlâna’nın halifesi Hüsameddin Çelebi’nin teşvikiyle yazılmış; kâtipliğini de Hüsameddin Çelebi yapmıştır. Asırlarca büyük alaka gören ve bugün de önemini muhafaza eden Mesnevî’ ye asırlarca pek çok şerh yazılmış; bugün de dünyanın birçok diline çevrilmiştir. Fîhî Mâ Fîh: Mevlâna’nın sohbetlerini içeren ve çoğunlukla Mesnevi’deki konuları özet olarak anlatan mensûr bir eserdir. Gerek onun hayatını gerekse zamanındaki çeşitli olayları, fikir ve inançları yansıtması bakımından önem taşır. Mecâlis-i Seb’a: Mevlâna’nın Camilerdeki vaazlarını içerir. Yedi bölüm halindedir. Mektûbât: Devrinde devlet adamlarına ve önemli şahsiyetlere yazdığı mektuplardan ibarettir. Selçuklular tarihi bakımından önemlidir. Bu eserlerin hepsi de yayınlanmış ve günümüz Türkçesine tercüme edilmiştir.
Kültür ve edebiyatımızdaki Etkisi: Mevlâna, geçmişte engin fikirleriyle İslâm dünyasında ve bilhassa Anadolu’da çok etkili olmuş; kültürel hayatı, sanat ve edebiyatı derinden etkilemiştir. Türk kültür ve edebiyatında Mesnevi’nin etkisi büyük olmuştur. Birlik şuuru içerisinde Allah aşkını, Peygamber sevgisini, insana saygı ve hoşgörüyü gönüllere yerleştirmeyi hedefleyen, Mevlâna, fikirlerini esas olarak Mesnevi’siyle kitlelere duyurmuş ve benimsetmiştir. Türk edebiyatı tarihinin büyük üstadı M. Fuad Köprülü, O’nun daha ilk dönemlerdeki etkileri hakkında, “Mevlâna’yı iyice bilmeden Anadoludaki ilk Türk eserlerini anlama(nın) mümkün olamayacağı, ilmî bir gerçektir.” der. (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4.bs., Ankara, 1981, s.231.)
Mevlâna ve eserleri üzerine asırlarca devam edecek olan bu çalışmalar esas olarak Mesnevi üzerinde yoğunlaşmıştır. Ünlü edebiyat tarihçimiz Nihad Sami Banarlı da bu konuda şu tespiti yapmaktadır: “Mevlânâ, Konya ve çevresinde geniş bir mânevî hayat uyandırmış ve onun mânevîyâtı, ilk halîfesi Hüsâmeddin Çelebi ile oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ârif Çelebi gibi Mevlevîliğin ilk Çelebi’leri büyük vekarla yaşatılmıştır. Bu mâneviyat XIII. asır Anadolu’sunun çeşitli buhranları içinde bunalan; halktan olsun, büyüklerden olsun nice insana derin bir dînî kültür ve tefekkür yanında, o ölçüde büyük bir huzûr ve teselli vermiş ve birçoklarını da me’yûs olmaktan kurtarmıştır. (…) Önce Konya çevresinde, sonra daha başka şehirlerde teşkîlatlanan Mevlevîlik, bilhassa Osmanlı sultanlarının bu ağırbaşlı ve yüksek kültürlü tarîkate gösterdikleri ihtiram dolayısıyla imparatorluk zamanında Mısır’dan Macaristan içlerine kadar yayılmıştır. Bütün buralarda Mevlevî dergâhları kurulmuş, Mevlevî âyinleri yapılmış, Mevlevî semâ’ı ve Mevlevî mûsıkîsi, üç kıt’ada, yaygın bir alâka görmüştür. (…) Kur’an-ı Kerim’in yüksek tefekkür seviyesinde, manzum bir tefsiri mâhiyetindeki Mesnevi, Mevlânâ’nın ölümsüz eseri olarak bütün bu yerlerde asırlarca bir mukaddes kitap saygısıyla okunmuş, şerh edilmiş, dergâhlarda kadınlı erkekli dinleyicilere Mesnevi dersleri verilmiştir. Mesnevi’de Hz. Muhammed’e ve onun kitabına karşı duyulan derin aşk ve bağlılık, Mevlevîliğin bütün bu ülkelerde birinci derecede müsbet têsîr uyandıran bir tarikat bilinmesini sağlamıştır.” (Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İst., 1971, I, 293.)
Türk edebiyatında olduğu gibi Türk mûsikîsi alanında, güzel sanatların çeşitli dallarında da mevlevî şairlere, mûsikî üstadlarına ve çeşitli dallardaki sanatkârlara sıkça rastlanır. Birçok devlet adamı ve tanınmış kişiler bu tarikate intisap etmiş yahut mevlevîliğe sevgi duymuşlardır. Bahtî mahlasıyla şiirler söyleyen Sultan Ahmed’den Nâbî’ye, Nef’î’den Gâlib’e, Yahya Kemal’den A. Nihad Asya’ya kadar pek çok şairimiz, Mevlâna’ya övgü dolu şiirler yazmışlardır. Mevlevi Tarikatı: Hz. Mevlâna’nın Hakk’a vuslatından sonra halifesi Hüsameddin Çelebi, oğlu Sultan Veled ile torunu Ulu Arif Çelebi Mevlevi tarikatının temellerini atmışlardır. Ancak tarikatın kurallarını, âdâb ve erkânını geliştirip yeniden düzenleyen Pir Adil Çelebi olmuştur (öl. 1461). Bütün Mevlevihaneler, Mevlevi tarikatının yönetim yeri olan Konya Mevlâna Âsitânesine bağlı merkezi bir yapılanma gösterir. Bütün âsitâne ve zaviyeler Konya’da Mevlâna soyundan gelen Çelebi Efendiye bağlıdır. Mevlevihanların postnişinleri merkezden atanır. Konya Mevlâna Âsitânesinin yönetiminin başında Çelebi Efendi bulunur.
Dergâha derviş olmak üzere başvuran ve nevniyaz adı verilen aday, Matbah-ı şerife alınır. Saka postuna oturtulur. Üç gün sonra ikrar verip 1001 günlük çileye soyunur. İçerisinde çile çıkarılabilen büyük mevlevîhanelere âsitâne, diğerlerine zâviye adı verilir. Matbahta mevleviliğin âdâb ve erkânı yanında sema talimi yapılır. Çilekeş “can”lara okuma-yazma, kabiliyetlerine göre sanat ve el sanatları öğretilir. Sadece Mevlâna’nın eserleri değil dini eserler de okutulur. Ayrıca tarikat adabını ve tarihçesini içeren kitaplar mütâlaa edilir. Tekke eğitiminin esası olan aşk, marifet ve hizmet öğretilir.
Mevlevihanelerin tarihine baktığımızda Sultan Veled’in (öl. 1312) Kırşehir, Amasya, Erzincan gibi şehirlere halifelerinin gönderdiğini, İç Anadolu ve Ege bölgesinde tarikatın temellerinin Ulu Arif Çelebi (öl. 1320) zamanında Beylikler döneminde atıldığını görüyoruz. Afyon, Kütahya âsitaneleri ilk kurulan mevlevihanelerdendir. Bu cümleden olarak Tokat, Sivas, Erzincan, Çankırı mevlevihaneleri de öncü Mevlevi tekkelerindendir. Osmanlı devletinde ilk Mevlevi zaviyesi II. Murad zamanında 1426 yılında Edirne Muradiye camiinde kurulmuştur. İstanbul’da ise ilk kurulan âsitâne II. Beyazıt’ın izniyle yapılan Galata Mevlevihanesidir (1491). Bunu Yenikapı (1597), Beşiktaş (1622), Kasımpaşa (1631) ve Üsküdar (1793) Mevlevihaneleri izler.
Asitanelerde postnişinden başka aşçı başı, türbedar, neyzen başı, kudümzan başı gibi zâbitan (mevlevihanenin idaresini üstlenen dedeler) ile çilesini tamamlamış hücrenişin dedeler ve çile çekmekte olan dervişler bulunur. Mevlâna Dergâhında Çelebi Efendi’den sonra tarikatçı başı gelir.
Mevlevihanelerin yöneticisi konumunda olan Çelebi Efendiler her zaman devletle iyi ilişkiler içinde olmuşlardır. Mevlevihaneler 17. yüzyıldan sonra adeta bir devlet kurumu gibi çalışmışlardır. III. Selim (1879-1807), II. Mahmut (1808-1839) Mevlevilere yakınlıkları ile bilinen bestekâr, şair, hattat padişahlardır. Daha sonra Abdülmecid (1839-1861), Abdülaziz (1861-1876), II. Abdülhamit zamanında Mevlevihanelere Osmanlı sultanlarının destekleri devam etmiştir. 1866 yılında kurulan bütün tekke ve zaviyelerin yönetimini üstlenen Meclis-i Meşayıh’ın başına da Yenikapı Şeyhi Osman Selâhaddin Dede getirilmiştir. Mevlevihanelerin tarihçelerinde görüleceği gibi günümüze gelen yapıların büyük bir kısmı bu dönemde yeniden inşa edilmiştir.
Mevlâna Dergâhı son postnişinlerinden Veled Çelebi tarafından 1912’de hazırlanan ve Birinci Dünya Savaşı sırasında basımı yarım kalan Konya Salnâmesi’nde yer alan listede o zamanki faal olan 74 mevlevîhanenin ve şeyhlerinin isimlerini vermektedir. Bunlardan 13’ü âsitâne, 61’i zâviyedir. Âsitâneler şunlardır: Bahâriye (İst.), Bursa, Eskişehir, Galata (İst.), Gelibolu (Çan.), Halep (Suriye), Karahisâr-I Sâhib (=Afyon), Kasımpaşa (İst.), Kastamonu, Konya, Manisa, Mısır (=Kahire), Yenikapı (İst.).
Zâviyelerin isimleri şöyledir: Amasya, Ankara, Antakya, Antalya, Aydın, Ayıntab (=Gaziantep), Bağdad, Beyşehir (Konya), Burdur, Çorum, Demirci (Manisa), Denizli, Edirne, Eğirdir (Isparta), Ermenak (Karaman), Erzincan, Filibe (Bulg.), Girit (Yun.), Hama (Suriye), Humus (Suriye), İlbasan (Arn.), İzmir, İzmit, Karaman, Kayseri, Kengırı (=Çankırı), Kerkük (Irak), Kıbrıs (=Lefkoşe), Kilis, Kudüs-i Şerîf, Kütahya, Lazkıye (Suriye), Maraş, Marmaris (Muğla), Medîne-i Münevvere, Menteşe (=Muğla), Meram (Konya), Midilli (Yun.), Niğde, Niş (Sırb.), Rumeli Yenişehri (=Y.Fener, Larissa/Yun.), Rumeli Yenişehri Atîk, Sakız (Yun.), Samsun, Sandıklı (Afyon), Saraybosna, Selânik, Siroz (=Serez/Yun.), Sivas, Şâm-ı Şerîf, Şamtrablusu (Lübnan), Şehrizor (Irak), Şems-i Tebrîzî (Konya), Tavşanlı (Kütahya), Tire (İzmir), Tokat, Ulukışla (Niğde), Urfa, Üsküdar, Üsküp (Makedonya), Vodine (Makedonya).
Son olarak I. Dünya Savaşı başladığında, Mevlevi bir sultan olan Reşat’ın isteği ile vatanın kurtulması yolunda, ordumuzun maneviyatını yükseltmek için bütün mevlevi dervişleri, şeyhlerinin önderliğinde oluşturulan Mevlevi Alayı’na katılarak “Kanal Savaşı”nın cereyan ettiği bölgeye gitmişlerdir. 1915-1918 yılları arasında Şam’da ikamet eden alay, Suriye bozgunu ile birlikte Türkiye’ye dönmüştür.
Son Mevlevi Postnişinleri Milli Mücadeleyi desteklemişlerdir. Bunlardan Abdülhalim Çelebi (öl. 1925) ve Veled Çelebi (öl. 1953) TBMM’de milletvekili olarak görev yapmışlardır. 1925 yılında tekke ve zaviyeler kapatıldığında Konya’da son Postnişin Abdülhalim Çelebi, tarikatçı başı Adil Çelebi, aşçıbaşı Nizameddin Dede idi. Dergâhta 35 dede ve derviş bulunuyordu.