MEVLÂNÂ ve MEVLEVÎLİK – HASAN ÂLİ YÜCEL
MEVLÂNÂ ve MEVLEVÎLİK
HASAN-ÂLİ YÜCEL
MEVLÂNA ve Mevlevîlik, benim için bir kitap olmaktan ziyade bir hayattır. Evlenmesinden sonra birkaç sene geçtiği halde çocuğu olmıyan annem, beni kendisine sikkeli bir zatın rüyasında bağışladığını anlatır. Benim bundan haberim yoktur. Fakat haberim olanlar, bu konuda pek çoktur. O da şudur ki, ben çocukluğumu üç çevrede geçirdim: ev, mahalle mektebi, Yenikapı Mevlevi tekkesi. Bu üç çevreden hatıralarım, evden şöyle böyle; bir mektepten biri iyi, biri kötü (çünkü iki mahalle mektebinde okudum) fakat; fakat tekkeden hepsi bütün hayatıma işlemiş izleri taşır.
Güzel nağme olarak ilk duyduğum ses, ney demidir. Bunda hiç şüphem yok. Çünkü babam, ney çalardı ve evde, anlattıklarına göre, beşikte yatıp uyumadığım zamanlar bana ney üflermiş ve ben dalarmışım. Küçük yaşta tekkede mukabele olurken yorulmamam için beni oturtmak istedikleri halde Mutrıpte (ney, kudüm ve halile dedikleri zillerin çalınıp âyinlerin okunduğu yüksek yer) ayakta durmıya devam ettiğimi ve o tanrısal seslerin havasında kendimden geçecek kadar zevk aldığımı apaçık hatırlarım. Hattâ bir âyinde geçen :
Ey Kavm be-hac rehe gücâyît gücâyît
Mâşûka derin câst biyâyît biyâyît
mısralarım lezzetle ve beceriksiz tekrar ederken Şeyh Celâl Efendi beni dinlemiş, elimdeki uydurma değneklerle yere vurup kudümleri taklid ettiğimi görmüş sonra güzel ve teşvik edici sözler söyliyerek beni okşayıp sevmişti.
Ey Hacca giden kalabalık; nereye nereye ? Sevgili burda; siz hangi ellere yollanıyorsunuz ?
Sevgilinin dışımızda olamıyacağım ilk sezişim, böyle olmuştur.
Nefes ve ses, ruhuma bu muhitten girdi. Bizim çocukluğumuzda toplanma yoktu, sokak yoktu ve mektepte öğretilen soğuk, formel bilgi dışında bilgi durağı yoktu. Okuduğumuz din dersleri, belediye tüzükleri gibi madde madde sayılan ve ezberlenen birtakım şekil kurallarından başka değildi. Müslümanlık hakkında daima bize sorulan şu sorular görülünce bu sözümün ne kadar doğru olduğu anlaşılır :
– İslâmın şartı kaç ?
– Namazın farzları, sünnetleri, müstehapları, mendupları kaç ?
– Aptestin farzlarım, sünnetlerini say !..
Böyle okuyan bizler için Müslümanlık, sayı ile yatıp kalkmaktan ibaret bir dinî törendi. Müeyyedesi de okullarda verilen tevkif, izinsiz gibi cazalardı.
Ser be-zemin, düm be-hevâ mîküned
Kûyi ibâdâti hudâ mîküned.
Varlığın sahibi ve kendisi Tanrının büyüklüğü önünde eğilmek olan ibadetin, başı yere komak ve arkayı havaya kaldırmak olmadığını Mevlevi tekkesinde ve Mevlânâ’dan öğrendim.
Elli altıyı bitiriyorum. Bu yıllar içinde rastladığım insanların, her bakımdan, Garp ve Şark hakimlerinin müşterek anlayışlarına misal olacak pek çok olgunlarını bu çevrede tanıdım. Aralarında doksanını geçerek ölenleri oldu. Bunları hayatlarının sonlarına kadar takip ettim. Ağızlarından bir ağır söz, kendilerinden bir ters hareket, yapılmış ricalara «Eyvallah» dan başka cevap duyup görmedim. Bedenleri temiz, ruhları temiz, ince, zarif insanlardı. Tekkede, öyle söyledikleri gibi, eğlencelere, şımarık, mübalâtsız, lâubalî hallere bir kere bile tesadüf etmedim. Dedeler, şe-riatin emirlerine uymuş, namazında, niyazında adamlardı. Bu hakikatleri sarahatle ifade, bana vicdanî bir vazifedir.
Mevlevîlerin nezaketleri, aldıkları ciddî terbiyenin eseridir. Mutfak canı dedikleri dervişlik adayları (bunlara Nevniyaz da derlerdi), Saka postuna oturdukları ilk günden itibaren susmıya, aptesthane temizleme ve çöp toplama gibi aşağı hizmetlerle kibir ve gururlarını kırmıya alıştırılırlar. Okuma yazma bilmiyorsalar okuma yazmaya mecbur edilirler. Hizmet, Mevlevi terbiyesinin esası; yardım, bu terbiyenin ruhudur. Çile dedikleri bu hazırlık dönemi, tam 1001 gün sürer. Az değil!.. Pek çokları buna dayanamaz, çile kırıp tekkeden giderler. Kalanlar, dede olurlar. Mevlevi tekkeleri, nizam ve intizam içinde idare edilirdi. Yemek zamanlarında ağız şapırdatmak bile ayıptı. Konuşmak yasaktı. Bu sessiz, sodasız insanlar içinde yediğim hak nimetlerinin lezzetini davetlisi olarak bulunduğum en yüksek sofraların çoğunda tadamadım, dersem mübalâğa ettiğim zannına düşülmesin. Mevlevîler, benim gördüğüm, güleryüzlü, tatlı sözlü insanlardı. Fakat tekkenin damı altında çathyan bir kahkaha veya bu duygulu adamların mahzun ve müteessir zamanlarında göğüslerine sığmamış bir hıçkırıklarını duymadım.
Çok tebessüm edep alâmetidür
Kahkaha bîhayâ emâretidür.
kaidesi, bu çevrede tam riayet görürdü.
Burada Mesnevi okunur, Mesnevi okunurken din anlatılır. Âyinler bestelenir, bestelenenleri musiki üstadları tarafından çıraklara öğretilir. Mevlevîliğin iki kanadı: Şiir ve Musiki. Bunlarla Allaha uçulur. Büyük hakikatin cezbesine tutulunur. Şiir, şehvet olmıyarak, musiki sefalet… Burada tasavvuf bir felsefe değildi. Bir haldi. Bir hayattı. Sesti, nefesti, demdi. Çehreler, varlığın içinde erimiş ruhların sükûnunu söyler; bahtiyarlığın tatlı huzurunu çizerdi. Sabır, sükûn, huzur ve düşünüp duyma… Hangi hikmet âşıkı, bunlardan ötesini özler ve ister ?..
Küçücük çocuktum. Koskoca, ak sakallı, başı destarh muhterem adamlar… Ben onların elini öperken onlar da benim elimi öperlerdi. Mevlevi selâmı kadar eşitlik anlatan, tevazu telkin eden hangi hareket vardır? Saygı; fakat çift taraflı. Sultan Veled devrinde rütbesi en sonda olan can karşısında, rütbesi en yüksek Şeyhin onu baş keserek hürmetle selâmlamasından daha beşerî bir müsavatı hiçbir rejim şimdiye kadar ilân edemedi.
Mevlevilik, şüphesiz Mevlânâ’nın eseridir. Fakat onun kurduğu bir müessese değildir. Mevlânâ oralı değildi. Mevlânâ’nın mezhebi, zümresi, davası, evi, barkı, tekkesi, cübbesi, hattâ sikkesi, hiçbir şeyi yoktu. Yalnız dini vardı. Çünkü sadece Allahı vardı. Onun için, Allahtan başka, büyük hakikatten başka hiçbir şey mevcut değildi. Basma insan toplamak, onları bir yere oturtup ders vermek, onun işi olamazdı. Her türlü bağ gibi bunları da koparıp atmıştı. Mevlâna, âşıktı; şairliği ondan… Mevlânanın sevgilisi Allahtı, dini bundan. Okadar!.. Fakat bütün bu cezbeler, coşkunluklar içinde yolunu kaybetmedi. «Ene-el-Hak» diyen Mansûr’u Hakka hasrette gördü. O böyle şeyler söylemedi. Çünkü Mevlânâ, vuslatta idi.
Mevlâna, fikirleri ve hayatiyle taassubun karşısına dikilmiş bir hürriyet heykelidir. Kümes ve kafes dolusu kadına el koymuş, fakat onları daima erkekten aşağı, birer zevk vasıtası veya hizmet görücü bilmiş taassup ehlinin tam zıddına Mevlânâ, tek kadınla yaşamış, fakat her zaman kadını erkeğe eşit tanımıştır. Müslümanlığın ilk zamanlarında olduğu gibi kadın, Mevlevilikte hürdür ve muhteremdir. Hattâ Mevlevi kadınlar içerisinde Şeyhlik edenler görülmüştür. Bunlar arasında erkekler gibi sikke ve hırka giyenler bile vardır. Sema toplanmalarına kadınlar da girerlermiş. XVII. asra kadar Mevlevîlik, bu hür hava içinde yürüyüp gelmiştir.
XVII. asır dedik. Bu asır, Osmanlı topluluğunun tepe aşağı gitmeye başladığı devirdir. Çünkü bu asırdadır ki, Kadızadeler, Vanî Efendiler gibi su katılmamış yobazlar, dersleriyle, vaazlariyle halkı sıkı bir taassuba sürüklemişler, sarayda kurdukları nüfuz yüzünden Devletin başına nice belâlar, gaileler çıkarmışlardır. Ezan, naat, kaametlerle Kuran’ı makamla okumak caiz midir, değil midir? Dervişlerin yüksek sesle zikirleri, dönmeleri şer’î midir, değil midir ? Selâm verilirken eğilmek bid’at midir, değil midir? gibi meseleler bu zamanlarda çıkmıştır. Nitekim Mehmet IV. saltanatında Kadızade tarafını tutanların tekkeleri yıkmak, topraklarını bile denize dökmek, dervişlere tecdidi iman ettirmek, imana gelmiyenleri öldürmek için yaptıkları ayaklanmayı Köprülü Mehmet Paşa, aldığı şiddetli tedbirlerle önlemişti. Fakat daha sonraları Vanî Efendi, Padişahı kandırarak Mevlevi tekkelerini kapatma fermanını koparmıya muvaffak oldu. Kapanış, 18 sene sürmüştür. Buna, «Yasağ-ı-bed» denilir ki 1077 (1665) tarihini gösterir, ikinci Viyana bozgununun Mevlevi tekkelerinin açılış tarihine rastlaması, bir tesadüf eseri değildir. Bozgun, Padişahı Mevlânâ’dan korkutmuş ve kendini mânen affettirmek için tekkelerin açılmasına müsaade etmişti.
Bugün için Mevlevîlik, hususî bir durağa muhtaç olmıyan bir duyuş ve düşünüş bağlılığıdır. Mesnevi, Divan-ı Kebir her yerde okunup okutulabilir. Ney, kudüm her yerde çalınır, âyin her yerde okunur, semâ, istenilen yerde edilebilir. Esasen bir zümre ve gizli bir tarikat olmıyan Mevlevîlik, Cumhuriyetin aldığı umumî tedbir içinde kendi duyuş ve düşünüşünden bir şey kaybetmemiş, belki bu medenî vasıflariyle üniversitelere, şiir ve sanat zevki olan muhitlere girmek imkânını kazanmıştır. Kültürümüzün ve edebiyatımızın en mühim şahsiyetlerini Türk milletine kazandıran Mevlânâ, milletimizin şereflerinden biri olduğu kadar bütün insanlığın en yakın ve pek muhterem bir dostudur. Garp dillerinde Mevlânâ için yapılmış yayınlar bunun delilidir. Onun tekâmül fikrine inanışını saçma bir itikat olan ve İslâmlığın kabul etmediği tenasühle karıştıranlar çıkmış ve Mevlânâ’yı sünnet ehli dışında gösterenler olmuştur.
Olsa olsa bu görüşledir ki, insanın tenasühe inanacağı gelir. Çünkü bu itikatta bulunanlar, dünyaya ikinci gelişte insanın hayvan olabileceğini kabul eder. Halbuki Mevlânâ, geniş düşünen, hür ve olgun bir insandı. Hürriyeti sevenler, Mevlânâ’yı severler; hangi mezhepte, hangi düşünüşte olursa olsunlar… ve onunla beraber; “Âşık, aşk diyarında ne söylerse söylesin,..” “ağzından aşk kokusu duyulur !….” derler.