MEVLÂNÂ VE İKBAL
MEVLÂNÂ VE İKBAL
Değerli müsteşrik Annemarie Schimmel, “Mevlânâ Hindistan’da” konulu tebliğine Hintli bir arkadaşının şu sözleriyle başlar: “Rahmetli dedem, Hazret-i Mevlânâ’ya o kadar asıktı ki; her sabahnamazdan sonra odasına çekilir, bir saat kadar Mesnevi okurdu. Büyükannem, bu âdetini pek sevmez; ‘İlle Kur’an-ı Kerim oku, şiir okuma.’ diye ısrar ederdi. Lâkin dedem Mesnevi okuma âdetine ölünceye kadar devam etti. Hâlet-i nez’de olduğu zaman etrafındakiler üç gün üç gece Yasin okudular, dedem vefat etmedi. ‘Mesnevî’yi çok severdi, Mesnevî’den birkaç beyit okusanız, olmaz mı?’ dedim. Dedemin bir arkadaşı; ‘Bişnev ez-ney…’ diye okumaya başladı. Dedem gülümsedi ve Allah’ın rahmetine kavuştu.” 1
Gerçekten de gönüller sultanı Mevlânâ’nın doğu alemindeki en geniş ve sürekli tesiri Hint-Pakistan yarımadasında olmuştur. Mesnevi, bu alt kıtada asırlarca büyük bir zevkle okunmuş; oradaki bütün Müslümanlar için birleştirici bir rehber görevi üstlenmiştir.
Ancak Mevlânâ’nın bu bölgedeki tesiri konusunda Pakistan’ın millî şairi Dr. Muhammed İkbal’in mümtaz bir yeri vardır. İkbal, “Pîr-i Rûmî” dediği Mevlânâ’yı âşıklar kervanının öncüsü kabul etmiş, tefekkür sistemini Mevlânâ’nın eserlerinden aldığı feyizle bina etmiştir. Neticede birbirinden yaklaşık altı asır ara ile yaşayan iki şair ve mütefekkir arasında şaşırtıcı benzerlikler ortaya çıkmış; İkbal’e, “Rûmî-i Asr” (Çağın Mevlânâ’sı) denmiştir.
İkbal, Mevlânâ’dan aldığı feyzi, Mevlânâ’ya olan hayranlığını bütün eserlerinde açıkça ifade eder:
“Pîr-i Rûm’un feyzi ile ilim sırlarının meçhul defterini okuyamam.
Onun canı alevler saçar. Ben onun yanında kıvılcım gibi bir lahza yanıp sönen bir parıltıyım.
Yanan bir mum, pervaneme hücum etti. Kadehime şarap, baskın verdi. Pîr-i Rûmi, toprağı iksir yaptı. Benim tozumdan tecelliler gösterdi.
Çöl toprağından bir zerre, güneş ışığını zaptetmek için yola çıktı.
Bir dalgayım ki, parlak bir inci vücuda getirmek için onun denizinde yerleşiyorum.
….
Yaratılışı Hak ile yoğrulan Pîr (Mevlânâ), bana göründü. O Pîr ki, Fars dili ile Kur’an yazmıştı.” 2
“Rûmî’nin ruhu perdeleri yırttı, bir dağ parçasının arkasından peyda oldu.” 3
“Aşk ve muhabbet delili olan Mevlânâ ki, onun sözü susuzlara bir selsebildir.”4
“Yine o eski şaraptan iç. Onun bir kadehini Pervîz’in mülkü dahi karşılamaz. Gönül Kabe’sinin duvarına Celâleddin-i Rûmî’nin şiirlerini as.
Onun kadehinden taşı la’l hâline getiren o lâle rengini al. O şarap, ceylana aslan yüreği verir. Kaplanın sırtından benekleri yıkar.
Onun hararetli aşk ve heyecanından nasip aldım. Gecem onun yıldızından gündüz gibi aydınlandı. Şimdi bak bana, Kabe çölünde dudağından aslan tebessümü dökülen bir ceylan gibiyim.
O, baştan ayağa dert, ateş ve sevgidir. Onun visali ayrılık dilini iyi bilir. Aşkın lutufla dolu azameti (Cemâl), onun neyinden Allah’a mahsus bir azamete (Celal) bürünür.
Bu değersizin ruhundaki düğümü çözdü. Yol üzerindeki toprağı kimya hâline getirdi. O ney çalan (terennüm eden) mukaddes insanın neyi, bana aşkı ve sarhoşluğu tanıttı.
Gönül kapısını önümde açtılar. Bir toprak olan benden, bir cihan vücuda getirdiler. Onun feyzi ile öyle yükseldim ki, ay ve yıldızlar benimle arkadaş oldular.
Onun hayali ay ve yıldızlar arasındadır. Bakışı Ülker yıldızının ötesini görür. Bitkin gönlünü onun huzuruna ilet. Onun nefesi cıvayı dahi sükuna kavuşturur.
Fakrın sırlarını Mevlânâ’dan öğren. Zira o fakirliğe sultanlar haset eder. Başını önüne eğdiren bir fakrdan, bir dervişlikten kendini koru.
Benlik İlâhiyet’ten ayrılırsa fakrı dilencilik derecesine indirir. Ben İlâhi neş’e ve şevki Mevlânâ’nın sarhoş gözünden aldım.
Benim asmamdan pırıl pırıl bir şarap akıttı. Benim eteğime sarılan insan bahtiyar insandır. Ben evvelce Senâî’nin, Mevlânâ’nın gönlünde alevlendirdiği ateşten nasip almışım.” 5
İkbal’in bu mısralarından da anlaşıldığı gibi, Mevlânâ onun için manevî bir rehber, üstat veya mürşit durumundadır. Bu mürşitlik görevi İkbal’in eserlerinde açıkça belirtilir. Esrar-ı Hodî de benliğin nasıl kurulacağını Mevlânâ öğretir, Peyâm-ı Maşrık‘ta Mevlânâ’nın akıl ve aşk konulu dersi dinlenir, Armağan-ı Hicaz‘da merd-i mü’minin yüce vasıfları Mevlânâ’nın dili ile anlatılır, Bang-ı Dara’da Mevlânâ yol arkadaşı Hızır olur ve Câvidnâme‘de İkbal’i dünyadan alıp göklere götüren, her feleğin sırrını öğreten de Mevlânâ’dır.6 Ancak bunlardan İkbal’in Mevlânâ’nın fikirlerini aynen tekrarladığı sonucu çıkarılmamalıdır. İkbal, Mevlânâ’yı en iyi seviyede anlamış, onun fikirlerini asrının idrakiyle yorumlamış ve ondan aldığı ilhamı kendi tefekkür ve tasavvuf düşüncesine temel edinmiştir. Zira İkbal; milletinin ihtiyacı olan, hasretini çektiği enerjik, dinamik, aşk ateşiyle yanan, yüksek ideallere ulaşma yolunda ıstırap çekmeyi bilen; ilim, akıl, aşk ve iman dengesini kuran örnek insan tipini Mevlânâ’nın eserlerinde bulmuştur.
İki mütefekkir arasındaki uzun zaman dilimine rağmen, yaşadıkları dönemin şartları aynıdır. Her ikisi de Müslümanların zor bir imtihandan geçtikleri buhranlı günleri idrak etmişlerdir. Mevlânâ’nın asrında batıdan Haçlıların, doğudan Moğolların tehdidi; İkbal’in döneminde ise İngilizlerin hükümranlığında büyük azınlık durumuna gelen bir milletin çökme tehlikesi mevcuttu. Her iki dönemde de insanlar İslâm’ın gerçek mânâsını kavramaktan âciz kalmışlar, kadercilik düşüncesiyle uyuşmuş, mücadele gücünü kaybetmişlerdir.
İkbal bu durumu şöyle ifade eder:
“Ben Mevlânâ gibi Kabe’de ezan okudum. Can sırlarını ben ondan öğrendim. Eski asrın fitne denlinde o, bu asrın fitne devrinde de ben.” 7
Mücadeleci bir dava adamı olan İkbal, böyle bir dönemde milletinin kurtuluşu için İslâm’ın hür, kahraman ve asil ruhunu yeniden canlandırmak azmiyle ortaya çıkar; “Benim gözüm Allah’ın tecellisini tek başına istemez,cemaat olmadan cemâli görmek hatadır.” 8 sözleriyle peygamberlere lâyık bir düşünce tarzı içinde yalnız kendisini değil, bütün dindaşlarını kurtarmak için yola koyulur.
“Bak, vahdet halkası kırıldı, İbrahim’in milleti Elest gününün zevkini almaz.”9 sözleriyle; İslâm’ın özünden uzaklaşarak uyuşmuş ve parçalanmış bir milleti dinin birleştirici ikliminde uyanmaya davet eder:
“Bir hayat göster, canlan!
Uyan derin uykudan!
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!” 10
Özlemini çektiği milleti de şöyle tasvir eder:
“Bu geceyi ay gibi aydınlatan ben, millet-i beyzanın (Müslümanların) ayağının tozuyum.
Bir millet ki; bağda, bahçede onun avazesi vardır. Onun taze nağmeleri, gönüllere ateş vurur.
O millet, zerre olduğu hâlde güneşi utandırdı. Güneşten ambar yapıp yüz tane Rûmî ve Attâr’ı harman etti.” 11
Yegâne isteği, inancıyla şahlanan bir millettir. Bunun için gereken ilk şartı da açıkça ifade eder:
“Eğer Müslüman olarak yaşamak istiyorsan, bu ancak Kur’an’ın ahkâmına tebaiyet etmekle mümkün olur.” 12
Ancak Kur’anî hükümler o dönemde gereğince anlaşılamamış, insanlar ümitten, azimden yoksun, âtıl bir hâle gelmişlerdir. Dava adamı İkbal, sorumluluk duygusuyla şöyle seslenir:
“Müslüman sahile varıp dinlendi beri, deniz karşısında mahcup ve kendinden ümidi kesmiştir. Bu fakir ve dertliden başka kim onun gizli yaralarını görmüştür?”I3
Ve; “Kendini bilmeyen, yani ne cevherlere malik olduğunun farkında olmayan bir kavim için, Cenab-ı Hak’tan kudretli bir hayat temenni ettim.” 14 sözleriyle ölüden farksız hâle gelen milletini şiirin sihirli değneğiyle uyandırma gayretine koyulur. Manevî mürşidi Mevlânâ gibi, şiiri topluma hizmet eden bir eğitim aracı addetmiş; güzellikleri ifade için kullanılan sanatı, insanlara yol gösterecek bir rehber olarak kullanmış, çağının pasifize olmuş insanlarını şiirinin tesiriyle aksiyona davet etmiştir. Mevlânâ’nın: “Maksat kıssadan hisse almaktır, yoksa sana hikâye anlatmak değil.” ‘5 mısralarında belirttiği gibi, onun için şiir insanlara mesaj ulaştıran bir vasıtadır. Bu sebeple eserlerine şiir, kendisine de şair gözüyle bakmaz:
“Gönül bağlayarak vücuda getirdiğim bu eserler şiir değildir. Ben bunlarla manâ ipindeki düğümleri çözdüm. Aşk bunlara bir iksir çalıp, altın hâline getirir ümidiyle bu müflis insanların bakırını parlattım.” 16
“Hikâye yolu ile sırlar şerh ediyorum. Nefesimle goncalar açıyorum.” I7 “Bu mesneviden maksat, şairlik taslamak değildir…” 18
Ona göre; “Eğer şiirden maksat insan yapmak ise; şairlik, peygamberliğin varisidir.”10 mısraında belirttiği gibi; şair bir rehber, şiiri de mesaj olmalıdır. Bu tarz şiirin tarifini Câvidnâme’de Mevlânâ’nın ağzından tarif eder:
“O şiir; Hak için şehadet, fakirlere saltanat veriyor.
Onun sayesinde, vücuttaki kan daha çabuk akar; kalp, Cibril’den daha uyanık olur.”20
Yoksa sadece sahte güzellikleri terennüm eden, insana aşk ve dinamizm vermeyen şiir insanları yalnızca tembelliğe sürükler:
“Onun nağmeleri kalbinden sebat hassasını çalar, onun büyüsüyle ölümü hayat bilirsin.
Seni tefekkür denizine atar, işe yaramaz bir insan hâline getirir.” 21
İşte bu düşüncelerle, şiirin insanlığa hizmet için bir araç olması gerektiğini belirten İkbal, eserlerinde öncelikle insana eğilir. Esaret zinciriyle bağlı, sömürülen Hindistan’ı bu zelil bağdan kurtaracak olan gücü İslâm ruhunda görür ve insanları bu ruh kudretine, heyecana ve dinamik aşka ulaştırma azminde ilk merhale olarak insanın Cenab-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği meziyetleri, üstünlükleri, yaratılışında mevcut olan cevheri keşfetmeye teşvik eder.
Bu noktada, insana yeterli ferdiyet imkânı tanımayan vahdet-i vücud akımı ve Yunan felsefesinin aklı esas alan katı düşünce sisteminin tesirlerinden daha farklı bir yaklaşımla insanı ele alan Mevlânâ; İkbal’in insan düşüncesi için bir çıkış noktası olmuştur. Mevlânâ’ya göre insan; Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki halifesi olmak üzere yaratılan, meleklerin vakıf olmadığı ilimlerle teçhiz edilen, “Andolsun ki, biz insanoğlunu üstün kıldık.” 22 âyetiyle yüceliği ilan edilen değerli bir varlıktır. İkbal de, insan konusunda aynı düşünceleri dile getirir; onun yaklaşımı da doğrudan Kur’an-ı Kerim’e dayanmaktadır:
“Teshir 23 âyeti kimin uğruna geldi? Bu lacivert gök kime hayrandır?
‘Alleme’l-esma’ 24 âyetinin sırrına kim vakıf oldu? O sâkî ve camdan kim mest oldu?” 25
Diğer yandan Mevlânâ’nın;
“Canında bir can var, o canı ara.
Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara.
A yürüyüp giden sû/z, gücün yeterse ara;
Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara.” 26
ve;
“Sen su değilsin, toprak değilsin, başka bir şeysin sen.
Balçık dünyadan dışarıdasın, yolculuklasın sen.
Kalıp bir arktır, can o arka akan bengi su;
Fakat sen, senliğinde kaldıkça ikisinden de haberin yoktur.” 27
mısralarında belirttiği gibi, gerçek insan olma özelliğinin topraktan bedenin içindeki gizli bir cevherle mümkün olduğuna inanır. Mevlânâ’nın açıkça isim vermediği bu yaratılış ihsanını İkbal; “hodî”, yani benlik adıyla ele alır. Eserlerinde; Hak nurunun insandaki tecellisi, cevher, nur noktası, hayat kıvılcımı, hayat cevheri, Hak varlığından bir varlık, Hak tecellilerinden bir tecelli, beden içindeki can, Hakk’ı gören göz, insanın çamurdan yaratılan vücuduna değer veren kimya, gizli mânâ ve maden gibi benzetmelerle benliği tarif eder:
“Adı benlik olan nur noktası, bizim bir avuç topraktan başka bir şey olmayan varlığımızın altında(ki) hayat kıvılcımıdır.” 28
“Senin toprağında bir nur cevheri vardır ki, onun bir şu’a’ı sendeki idrak tecellisidir.
O cevher; kendine sahiptir, kendine tasarruf eder; kendi kendini vücuda getirir ve şekillendirir. Muhtaç olduğu halde müstağnidir.
Yaratılışı hem hür, hem esirdir. Onun bir cüzünde küllü esir edecek kudret vardır.
Daima mücadeleci gördüğüm için ona hem benlik, hem hayat adını verdim.” 29
İkbal, ilk Farsça eseri Esrar-ı Hodî’yi tamamen bu konuya ayırarak; benliğin tarifini, nasıl terbiye edileceğini, güçlü bir benliğin nelere muktedir olduğunu anlatmıştır. Âlemin hayatını benliğin kudretinde görmüş, 30 benliğin terbiyesiyle kömürün elmas olduğu gibi insanın da gerçek değerine ve bekaya ulaşabileceğini;31 benlikten gafil olmanın da kölelik olduğunu 32 belirtmiştir.
Allah’a itaat, nefsin zaptı ve Allah’a nâib olmakla terbiye edilen benlik; 33 Mevlânâ’nın “merd-i Hak”, İkbal’in “merd-i mü’min” dediği insan-ı kâmil olma derecesine ulaşır. Câvidnâme’de İkbal, insan-ı kâmili miraç hâdisesini anlatan İsrâ Sûresi’ndeki şekliyle “abduhu” (Allah’ın kulu) olarak tarif eder:
“Onun önünde dünya; alnını toprağa değdirdi ve kendisi, kendi hakkında abduhu 34 buyurmuştur.
Abduhu senin idrakinden daha yüksektir, çünkü o hem insan, hem cevherdir.
Onun cevheri ne Araplar, ne Fârisîlerdendir; o insandır, hem de Â-dem’den daha kadim. Kul başkadır, Allah’ın kulu (abduhu) başkadır.” (5
Böyle insan; fıtratı mamur, heybeti Nil’i kurutacak kudrette, dünyada Hakk’ın emriyle kaim, âlemin canı ve Cenab-ı Hakk’ın gerçek halifesidir. 36 Ve İkbal, bu kâmil insanı şaheser bir beyitle tarif eder:
“Onun zatının iki beytini vezne getirebilmek için, yaratılışın ince nükteler yaratabilen şair ruhu ne kanlar yutar.”37
Mevlânâ’nın; asıl yeri sultanın kolu iken baykuşların viranesine düşmüş bir şahine benzettiği insanı, İkbal de aynı teşbihle tanıtır; onun ancak benliğine sarılmasıyla baykuşlar dünyasından göklere yükselebileceğini belirtir:
“Sen şahinsin, senin işin, görevin uçmaktır. Senin katında başka gökler vardır “38
Benliği nefy etmenin mağlup kavimlerin icadı olduğunu söyleyen İkbal;böylelikle aslanların uykuya ve rahatına düşkün, gayretsiz, tembel ve yüreksiz koyun sürülerine dönüştürüldüğünü ifade eder. 39 Zira benliğin güçlenmesiyle kazanılan bir diğer meziyet de, dinamizmdir. Mevlânâ, Kur’an’ın bize dinamik ve gerçekçi bir dünya görüşü verdiğini savunmuştur. İkbal de faaliyetçi bir dünya görüşünü benimser, pasifliği reddedip, her an dinamizmi, daimî hareketi tavsiye eder:
“Bayat mütemadiyen yürümektir. Dalganın bütün varlığı, seğirtip koşmasından ileri gelir.” 40
“Ey yolcu, can makamda durmaktan ölüyor; daimî uçuşla daha canlı oluyor.
Yıldızlarla beraber seyahat yapmak hoştur, seyahatta bir an bile dinlenmemek hoştur.” 41
“Sen denizde değilsin, o senin göğsündedir. Senin cevherin, yaratılışın tufanlarla boğuşmaktır. Bir an bu çalkalanmaktan sıyrılıp sükuna kavuşsa, işte o senin denizin seni mahveder.” 42
“(İkbal sorar) ‘Su ve balçığı (insanı) nasıl yakalamalı? Nasıl kalbi göğüste uyandırmak?’
(Mevlânâ’nın cevabı) ‘Kul ol, ama yeryüzünde en iyi koşu atı gibi koş. Başkalarının omzunda taşınan cenaze gibi olma!’ “ 43
Mistisizmi yanlış anlayan şark, kendisini uyutucu bir ananeye kaptırmış, yalnızca Hakk’ı görebilmek için dünyaya gözünü kapamıştır. 44 Gerçekte ise hayatın sırrı iş ve faaliyetin altında gizlenmiştir, hayatın kanunu da yaratma lezzetidir. 45 Hayat mücadelesinden kaçan sufileri rahibe benzeten İkbal, onların, afyonkeş dünyaları içinde sönmüş bir şuleye gönül bağladıklarını ifade eder. 46 Oysa daimî mücadele ve hareket insanı tasfiye eder, güçlendirir. 47 Bu sebeple; “Putun önünde uyanık gözlü bir kâfir, Harem’de uyuyan bir mü’minden daha iyidir.” 48 sözleriyle, Mevlânâ’nın; “Boşuna, gayret, uykudan iyidir.” fikrini teyid eder. Sufiler ise; Kur’an’daki hikmetten hayatın dinamik yönünü kavrayamamışlar, onların Kur’an ile tek irtibatları ölülere Yasin okutmaktan ibaret olmuştur. 49
İkbal’in eserlerinde aşk konusu da, bu dinamizm perspektifinde ele alınmış; Mevlânâ’nın insanı ıslah ve tasfiye eden, insanı ruhanî miracına ulaştıran aşk anlayışı, asrımızda en güzel ifadesini İkbal’in şiirlerinde bulmuştur:
“Müslümanın tabiatı, sevgi yüzünden yüksek ve galiptir. Müslüman eğer aşık değilse, kâfirdir.” 50
“Aşk sultanından asker tedarik edip, aşk Faran’ının 51 üzerine yürü. Ta ki Kabe’nin Huda’sı (Allah) seni taltif etsin. Seni arz üzerinde kendi halifesi 52yapsın.” 53
sözleriyle aşkın insanı yücelttiğini, aşkın bir mihenk taşı gibi insana kendini tanıttığını, 54 gerçek aşkın meşakkat ve mahrumiyetler içinde yaşayıp, hiçbir maddî hedef göstermediğini,55 benliğin aşkla güçlendiğini 56 asrında aşkı ve gerçek sevgiliyi bulamayan Müslümanların bu sebeple sefalete düştüklerini belirtir. 57
Mevlânâ; âşık gönülle, aşktan nasibi olmayanı;
“Doğan bembeyaz ve eşsiz olsa da, fare avlıyorsa o; hor ve hakirdir. Fakat baykuş da olsa, padişaha meyli varsa o, yüce bir doğandır, görünüşe bakma.” 58
sözleriyle mukayese ederken; İkbal de benzer ifadeleri kullanır:
“Eğer gönlü bilgili, kalbi saf ise bir fakir bütün yoksulluğuna rağmen bir emirdir. Fakat dinsiz ve bilgisiz bir zenginin sırtındaki elbise değil, ipekten yapılmış bir palandır.” 59
Aşk gibi, akıl konusunda da İkbal, Mevlânâ ile aynı görüşleri paylaşır; batı felsefesinin etkisiyle gelişen, insan zekâsının mahdut olduğunu idrak etmeyip metafizik konulan izah etmeye kalkışan ve gönlün aleyhinde olan kuru akılcılığı reddeder:
“Ayağına her şeyi akıl ile izah zinciri vurulmuş; gemisi akıl karanlıklarının tufanı içinde bocalıyor.” 60
Her iki mütefekkir de tecrübî ve tabiî aklı tasvip ederler, ancak nazarî ve metafizik akla karşıdırlar. Mevlânâ’nın; “İblis’ten akıl, Âdem’den aşk” düşüncesine katılan İkbal, aklın ancak aşkla yol alabildiğini belirtir:
“Aşk ortadan kalkmış. Akıl onu yılan gibi ısırıyor. Yazık ki insan aklını aşkın emrine veremedi.” 61
“Akıl, Hakk’ı aşk sayesinde tanır; aşkın akıldan aldığı fayda, muhkem bir esas oluşudur.” 62
Mevlânâ, cüz’î aklın insanı Cenab-ı Hakk’a yaklaştırmada yetersiz olduğunu ifade ederken; aklı denizdeki yüzücüye, aşkı da gemiye benzetir. 63 İkbâl de, aşkın akla olan üstünlüğüne inanmaktadır:
“Akıt, dağı bölmeye çalışıyor veya onun etrafında dolaşıyor. Dağ, aşk için bir saman parçası gibidir. Gönül yolda balık gibi gidiyor.” 64
İkbal; akıl gibi, ilmi de aşkla beraber olunca faydalı bulur. İlim ve fen hayatın hizmetkârlarıdır. 65 Ancak aşktan nasibi olmayan ilim, yalnızca bir fikir tiyatrosudur, yani hayatın gerçeklerinden uzak, sihir gibi sahtedir. 66 Ya da aşksız ilim tâgûtî, aşk ile lâhûtîdir. 67 Kalp ateşinden yoksun olan ilim, serdir; onun ışık diye gösterdiği zifirî karanlıktır. 68 Böyle ilim ruhu öldürür, milleti yok eder. 69 İlim geçmişe veya hâl-i hazıra bakarken; aşk, nuruyla geleceği görür. 70 Bu konuda Mevlânâ’nın İblis için; “Onun ilmi vardır ama imanının aşkı olmadığı için Âdem’de toprak suretinden başka bir şey göremedi.” 71 sözlerini tasdik ederken; Mevlânâ için; “Onun sözü asılı bir aynadır. İlim ve iç ateşi karıştırılmış.” 72 ifadesini kullanır. Esrar-ı Hodî’de Mevlânâ’nın; ” İlmi eğer tenine kullanırsan yılan olur, gönlüne kullanırsan sana yâr olur.” 73 sözlerini zikreder. Şarktan Haber’de de ilim-aşk münazarasında aşk ilme şöyle hitap eder:
“Senin tılsımın yüzünden denizler alev alev yanıyor. Hava ateşler içinde, zehirli.
Eğer bana yâr olsaydın, nur olurdun. Benden aynıldın. Şimdi senin nurun ateştir.
Lâhüt âleminin büyük sırrı içinde doğdun, lâkin yazık ki şeytanın kemendine düştün.” 74
İkbal’in eserlerinde geniş yer verdiği bir diğer konu da kader anlayışıdır. İnsanın seçme hakkına sahip olmadığı, her fiilin Cenab-ı Hakk’a ait olduğu düşüncesini ileri süren cebrîlerin etkisiyle milleti kaderciliğe sığınmış, mücadeleyi terk edip, esaret köşesine sinmiştir. İkbal, kader konusunda Mevlânâ’nın İlâhî takdirin yanında, ferdin de cüz’î iradesinin mevcudiyetine yer veren, yaptıklarından sorumlu; çalışanın kazancı, suçlunun cezayı hak ettiği, hür iradeli insan görüşünü benimser. Milletinin içine düştüğü sefalet, kadercilik inancının sonucudur:
“Bana Roma’da ihtiyar bir rahip: ‘Bu hakikati iyi hatırında tut.’ dedi. ‘Her millet kendi hazırladığı ölümle ölür; seni takdir, bizi de tedbir öldürdü.’ ” 75
“Frenk Ka’be’den, ma’bedden avlayacağını avladı. Tekkelerden: ‘Bunu yapan Allah’tır, ondan başka varlık yoktur.’ sesi yükseldi. Hikâyeyi mollaya anlattım. ‘Ya Rabbî, akıbeti hayrolsun!’ diye dua etti.” 76
İkbal’e göre kadercilik kölelerin, irade ise hür insanların düşünce tarzıdır:
“Köle için günler bir zincirden başka bir şey değildir. Dudağında daima kader kelimesi dönüp dolaşır.
Hür insanın himmeti, kaza-yı İlahî’ye işaret verir. Hadiseler onun eli ile vücuda gelir.” 77
İnsanlar ayaklarına kader zincirini kendileri vurmuşlar, Kur’an-ı Kerim’i de bu zihniyetle yorumlamışlardır:
“Bugün Kur’an’dan dünyayı terk hakkında emirler istihraç ediyorlar. O Kur’an’dan ki, orada imanlı bir insana ay ve Pervin yıldızına hakimiyet ihsan edilmiştir.
İradelerinde Allah’ın takdiri gizlenen insanlar, kendilerini cebir ve takdirin emrine terk etmişlerdir.” 78
İkbal, kadere sığınıp tembellik batağına düşen milletini bu esaretten kurtuluşa davet eder:
“Bana Allah’ım böyle takdir etti, kim eteğimdeki tozu gidermeye mukadderdir? deme. Namerdin mert olandan daha üstün istifadeler ettiği bir dünyayı alt üst et!” 79
“Ayağına takdir zincirini vurma. Bu dönen feleğin altında bir yol vardır. Eğer inanmıyorsan kalk, bul. Zira adımını atarsan bir dönüp dolaşacak yer bulursun.” 80
Ve İkbal’in üzerinde önemle durduğu bir diğer konu da; dinamik ve hür iradeli insanın ideallerine ulaşma yolunda önüne çıkan her engelle mücadele etmesi, inancını ve azmini kaybetmeden her tür zahmet ve meşakkati göğüslemesi, sevdası uğrunda ıstırap çekmeye katlanmasıdır. Zahmet ve mihnetin insanı olgunlaştırdığı, nimetin külfetsiz olmayacağı konusunda da Mevlânâ ile hemfikirdir. 81 Bu sebeple; kadere tevekkül düşüncesiyle mücadele ruhunu kaybetmiş milletini, bağımsızlığa ulaşma davasında çile çekmeye davet eder:
“İp düğüm düğüm olmalıdır ki, çözmenin zevki belirsin.” 82
“Bülbül gibi zarı zarı inlemiyorsun. Zira teninde uyanık bir can yok. Bu gülşende gül toplamak helâl olduğu hâlde, sende hiçbir diken yarası yok.”83
“Zamane meşakkatlerinden şikâyeti bırak. Meşakkat çekmemiş insan tam ve olgun bir insan değildir. Bilmez misin ki, ırmak suyu başını taşa çarpa çarpa tatlı ve lezzetli olur.” 84
Sonuç olarak, her ne kadar Mevlânâ ve İkbal gibi iki büyük şair ve mütefekkirin düşüncelerindeki ortak noktaları tespit için bir tebliğ metninin hacmi yeterli olmasa da; burada özetle üzerinde durduğumuz konularda bu iki seçkin insan arasındaki benzerlikleri şöylece sıralayabiliriz:
1. Her ikisi de milletlerinin buhranlı dönemlerinde yaşamış birer gönül, fikir ve dava eridir. İnsanları bunalımdan kurtarmak onların ideali olmuş, eserlerini bu amaçla kaleme almışlardır. Şiirlerindeki hedef, sanat endişesi değil; halka rehber olma, mesaj verme, insana gerçek hüviyetini kazandırma gayesidir.
2. Yaşadıkları dönemlerde insanların mücadeleci, dinamik bir ruh gücünden mahrum olduklarını tespit etmiş; onları insanlığın yüksek değerlerini ve yaratılışlarındaki İlâhî cevheri keşfetmeye teşvik etmişler, pasifliği şiar edinen insanlara dinamik bir dünya görüşü kazandırmış, tekâmülün daimî gayretle mümkün olduğunu bildirmişlerdir.
3. Aşkı; insanı ıslah eden ve yücelten bir değer olarak ön plâna çıkarmışlar, ilim ve akim ancak sevgiyle faydalı olacağına inanmışlardır.
4. Hür irade sahibi insan için kadercilik düşüncesinin yanlışlığını, bunalımların bu hatadan kaynaklandığını; gerçek tevekkül ve kader anlayışının azim ve çalışmanın ardında gizlendiğini göstermişlerdir.
5. Kur’an-ı Kerim’i yanlış yorumlayan veya hayatiyete geçiremeyen topluma, Kur’an-ı Kerim’den Cenab-ı Hakk’ın dilediği insan tipini ve hayat görüşünü aktarmışlardır.
Bu yazı 5 .5.1998 Yılında “Hz. Mevlâna”nın Çevresi ve Etkileri” Panelinde sunulmuştur.
*S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edb. Bölümü Öğretim Üyesi
1 Annemarie Schimmel, “Mevlânâ Hindistan’da”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci, Haz.:Feyzi Halıcı, Ankara 1978, s. 69.
2 Muhammed İkbal, Esrar-ı Hodî (Benliğin Sırları), Çev.: Ali Nihad Tarlan, 2. bsk. İstanbul 1964, s. 22.
3 İkbal, Câvidnâme, Ter. ve Şerh: Annemarie Schimmel, Ankara “1959, s. 24.
4 a.e., s. 78.
5 Muhammed îkbal-i Lâhorî, Hicaz Armağanı, Çev.: Ali Nihad Tarlan, İstanbul 1968, s. 42-43.
6 Mehmet S. Aydın, “Muhammed İkbal’in Eserlerinde Mevlânâ”, S.Ü. I. Millî Mevlâna Kongresi, 3-5 Mayıs 1985, Tebliğler, Konya 1986, s. 230-231.
7 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 37.
8 İkbal, Câvidnâme, s.93.
9 a.e., s. 167.
10 İkbal’den Şiirler-Zebûr-ı Acem, Çev.: Ali Nihad Tarlan, İstanbul 1971, s. 225.
11 İkbal.Esrar-1 Hodî, s. 23.
12 İkbal, Rumûz-ı Bîhodî (Benlikten Geçmenin Remizleri), Çev.:Ali Nihad Tarlan, 2.bsk., İstanbul 1964, s. 106.
13 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 37.
14 İkbal, Rumuz-ı Bîhodî, s. 76.
15 Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi, Haz. Âmil Çelebioğlu, C. II, İstanbul 1967, s. 108/3000.
16 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 34.
17 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 54.
18 a.e., s. 24.
19 İkbal, Câvidnâme, s. 82.
20 a.e., s. 78.
21 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 40-41.
22 İsrâ, 17/70.
23 “Allah’ın, göklerde ve yerdeki nice varlık ve imkânları sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?”Lokman, 31/20.
24 “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara, 2/31.
25 ikbal, Câvidnâme, s. 7.
26 Mevlânâ Celâleddin, Rubâîler, Haz:Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1964, s. 22.
27 a.e., s. 205.
28 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 28.
29 İkbal, Rumuz-ı Bîhodî, s. 78.
30 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 25.
31 a.e., s. 56.
32 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 39.
33 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 43.
34 İsrâ, 17/1, âyette “abdihi” şeklinde harekelidir.
35 İkbal, Câvidnâme, s. 236.
36 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 47.
37 a.y.
38 Abdülkadir Karahan, Dr. Muhammed İkbal ve Eserlerinden Seçmeler, İstanbul 1974, s. 149 (Bâl-i Cibrîl). ,
39 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 37.
40″a.e., s. 58.
41 İkbal, Câvidnâme, s. 61.
42 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 49.
43 Abdülkadir Karahan, Dr. Muhammed İkbal ve Eserlerinden Seçmeler, s. 161.
44 İkbal, Câvidnâme, s. 66.
45 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 50.
46 a.e., s. 38-39.
47 İkbal,Câvidnâme, s. 161.
48a.e., s. 72.
49 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 41. İkbal’in bu mısraları, Mehmed Akif’in; “Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan Kur’an’ın, / Çünkü kaydında değil, hiç birimiz mânânın:/ Ya açar nazm-ı celîlin, bakarız yaprağına; / Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına./ İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin, / Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!” (Süleymaniye Kürsüsünde) mısralarıyla büyük benzerlik gösterir. Akif de; İkbal gibi faaliyetçi dünya görüşünü benimsemektedir. Aynı zaman diliminde ve milletlerinin buhranlı döneminde yetişen bu iki millî şairin düşünce sistemleri aynı çizgidedir.
50 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 59.
51 Mekke’de bir dağ,
52 Bakara, 2/29.
53 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 31.
54 Abdülkadir Karahan, Dr. Muhammed İkbal ve Eserlerinden Seçmeler, s. 147 (Bâl-i Cibrîl).
55 Muhammed İkbal-i Lâhorî, Darb-ı Kelîm, Çev.:Ali Nihad Tarlan, İstanbul 1968 s. 11.
56 İkbal, Esrar-ı Hodî, s.28-29.
57 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 33.
58 Mevlânâ, Mesnevî, C. VI, s. 5/136-137.
59 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 59.
60 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 62.
61 İkbal, Darb-ı Kelîm, s. 29.
62 İkbal, Câvidnâme, s. 122.
63 Mevlânâ, Mesnevî, C. IV, s. 55/1424-29.
64 İkbal, Câvidnâme, s. 35.
65 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 28.
66 ikbal, Câvidnâme, s. 147.
67 a.y.
68 İkbal, Câvidnâme, s. 144.
69 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 47.
70 İkbal, Câvidnâme, s. 215.
71 Mevlânâ, Mesnevî, C. VI, s. 10/262.
72 İkbal, Câvidnâme, s. 26.
73 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 62.
74 İkbal’den Şiirler-Şarktan Haber, Çev.: Ali Nihad Tarlan, İstanbul 1971, s. 59; ayrıca bkz. Esrar-ı Hodî, s. 63; Darb-ı Kelîm, s. 13.
75 İkbal, Hicaz Armağanı,s. 54.
76 a.e., s. 41.
77 İkbal, Esrar-ı Hodî, s. 67-68.
78 İkbal, Darb-ı Kelîm, s. 9.
79 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 52.
80 Şarktan Haber, s. 37.
81 Mevlânâ, Mesnevî, C. IV, s. 5-6/91-107; Mevlânâ, Fîhi Mâfih, 3.1, 36, 57-58, 354-55.
82 İkbal, Rumuz-ı Bîhodî, s. 119.
83 İkbal, Hicaz Armağanı, s. 50.
84 a.e., s. 51.