MEVLÂNÂ VE FARSÇA
MEVLÂNÂ VE FARSÇA
Ülkemizde yapılan konuşmalarda zaman zaman bazı konular, kanımca yanlış anlamalar ve hisler doğuracak şekilde dile getirilmekte veya dinleyiciler tarafından böyle algılanmaktadır. Konu özellikle Türkiye’de bıraktığı olumsuz etkiler açısından önemlidir. Önceki günlerde Mevlânâ’yı anmak için düzenlenen bir panelin ardından 18 Ocak 2007 günü, ‘‘Şimdi İngilizce, Geçmişte Farsça ve Arapça’’ başlığıyla yapılan bir haber bunun ilginç bir örneğidir. Haberdeki alıntıda, Mevlânâ’nın eserlerinin Farsça olduğu, o dönemde de Türkçe’nin bir kenara itildiği belirtilmekteydi. Haberin ve alıntının vardığı nokta başlıkla birlikte okunmalıdır: “Şimdi İngilizce, geçmişte Farsça ve Arapça. Sakın ecdadınıza kızmayın.”
Bu ve benzeri ifadeler sonucunda Türkçe konuşanların zihninde şu algılamalar oluşabilmektedir:
a) Ecdadımız yabancı kültürlerin etkisi altında kalmıştır.
b) Farsça veya Arapça kullanmaları etki altında kalmaları sonucudur.
c) Mevlânâ da eserlerini Farsça yazarak bu yanlışı sürdürmüştür.
d) Türkçe ecdadımız tarafından ihmal edilmiştir.
e) Bugünkü İngilizce kullanımıyla geçmişte Farsça veya Arapça kullanımı aynı özelliktedir.
Bu olumsuz algılamalar belki daha da artırılabilir. Ancak her şeyden önce Hz. Mevlânâ’dan önemli bilgi ve tecrübelerin aktarıldığı bir toplantıda hemen sadece yukarıdaki alıntıların dikkat çekmesi ve habere değer görülmesi, kanaatimce çok üzüntü vericidir.
Yukarıdaki algılamaların ve oluşan yargıların yersizliğine işaret etmek gerekmektedir. Kültürel etkileşimi, bütünüyle kültürel etki altında kalma olarak açıklamak, bunu özellikle de Gazneli, Selçuklu ve Osmanlı devletleri hakkında, yani hakim Türkler için dile getirmek bilimsel açıdan mümkün değildir.
Konuyu burada ayrıntılı olarak izah etmek güçtür.[1] Öncelikle bu konuda ünlü sosyolog merhum Erol Güngör’ün tespitine yer verelim: “Gerçi içimizde Türklerin siyasî hâkimiyeti elde tutmakla beraber başkalarının kültürel hâkimiyeti altında kalmış olduklarını iddia edecek kadar tarih ve sosyoloji bilgisinden mahrum kimselere hâlâ rastlıyoruz.”[2]
Bu tespit, tarihî bilgilerle birlikte daha çok anlam kazanacaktır. Gazneli ve Selçuklu devletleri gibi Türk asıllı devletlerin himayesinde söylenen Farsça şiirler, içerik itibariyle çoğunlukla Türklerle ilgilidir. İlave olarak bu şiirleri yazan şairlerin önemli kısmı Türk asıllıdır. Bu hususlar Türkiye’de maalesef pek dikkate alınmamaktadır. Türkler ve Farslar, kaderin ve tarihin cilvesiyle aynı coğrafyada birlikte yaşarken yeni bir dinin mensupları olarak büyük bir değişim geçirmişlerdir. Bu arada kullandıkları diller de büyük değişiklik geçirdi. Farsça, bu dönemde yeni özellikler kazanırken ve yeni şekliyle IX., X. asırlarda ilk Farsça edebî ürünler oluşurken, bu beraberlik nedeniyle Türkler tarafından da kullanıldı. Bu kullanış öyle tabii ve içten olmuştur ki asırlar boyu bu dile karşı herhangi bir yabancılık hissi duyulmamıştır. Bir yanda Türkçe konuşulup şiir söylenirken Farsça eserler de verilmekteydi. Bu nedenle XI. asrın başlarında şair Minûçihrî (ö. 432/1040-1041), bilgin olduğu anlaşılan bir şahsı Farsça şiirinde överken ona şöyle seslenmişti:
Galiba Türkçe daha güzel söylersin. Sen bana Türkçe şiir, Oğuzca şiir oku. [3]
Ayrıca, Farsça eser veren bu kişiler farklı bir kültürden ve anlayıştan da söz etmiyorlardı. Sadece iki örnek verelim. Gazneli sarayı şairi Ferruhî (ö. 429/1038), fethinden ta dört asır önce İstanbul’u hedef göstererek ordu komutanına Farsça şöyle hitap ediyordu:
Ali, Hayber’in kapısını kopardığı için Allah’ın aslanı oldu; illiyyîne, yücelere ulaştı.
Kostantin’in kapısı Hayber’in kapısından daha büyüktür; şehrin kadısı bugün buna şahitlik ediyor.
Efendime, Dünya Şahı Mahmut emrederse, Kostantin’in kapısını, ona elinde getirir.[4]
Mu’izzî (ö. 1124-1127 yıllarında) de Melikşah’ı övdüğü Farsça şiirinde şöyle diyordu:
Sevgide ve hizmette Türklere gönül vermek gerekir, çünkü yaratıcı, cihan mülkünü Türklere vermiştir.
Evet İslâm’ın bekası, Türklerin devletiyledir, Türklerin devletinin bekası Sultanın devletiyledir.[5]
Yüzlerce örnek verilebilecek bu bakışla Farsça şiirde yer alan Türkler için, Farsça bir yabancı dil veya bir kültürel etkilenme sembolü olarak görülemez. Mevlânâ bu şairlerin yaşadığı asırlardan sonra doğal hale gelmiş bir tutumla kendi toplumuna ait değerleri Farsça ile ifade etmiştir. Anlattıklarıyla, öğretileriyle Anadolu’nun manevî mimarlarından olması, büyük çoğunlukla böyle kabul görmesi herhangi bir yabancı kültürün etkisinden söz edilemeyeceğinin de bir delilidir. Konu, sanırım yaşadığımız asrın gözüyle ve beklentileriyle maalesef yanlış değerlendirilmektedir.
Diğer bir husus olarak Türkçenin, ecdadımız tarafından ihmal edildiği iddiası da kanımca doğru değildir. Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki (yazılışı 1072-1074) X. ve IX. yüzyıllara ait olduğu belirtilen şiir örneklerini[6] ve Balasagunlu Yusuf Has Hâcib’in 1069’da tamamladığı Kutadgu Bilig isimli 6645 beyitlik mesnevîsini hatırlamamak ya da dillerde taşımamak, bu düşünceye yol açmaktadır. Aksine, bir gerçek olarak mazide Türkçenin Doğu Türkistan’dan Orta Avrupa’ya, Hindistan ve Hicaz’dan Kuzey Afrika’ya kadar konuşulduğunu ve Türkçe eserler verildiğini görmek, galiba daha heyecan vericidir.
Bugün ülkemizde İngilizce sözcüklerin yaygınlaşmasını, İngilizcenin bilimsel yayınlarda tercih edilmesini ve bazı okullarda eğitim dili olarak kullanılmasını, geçmişle benzer görmek herhâlde çok yanıltıcıdır. Bugünün Türkiye’si ile 10 asır öncesinin Horasan ve Batı Türkistan sahasının şartlarını aynı görmek mümkün müdür?
Yukarıdaki bir iki örnekte ve Mesnevî’de bulunan kendini ifade ediş hâliyle, bugün İngilizce ile isimlendirip anlattıklarımız arasındaki muhteva farklılığını göz ardı etmek hoş görülebilir mi? Bundan da öte,
Ruh ilimle ve akılla dosttur. Ruhun Arapça ve Türkçe ile ne işi vardır?[7]
gibi ifadelerle yüzeysel bakışların üzerinde bir yol gösterici olan Mevlânâ’yı, bu tartışmalara konu etmek nasıl mazur görülebilir?
Bugün bu konuya duygulu yaklaşan her birey şüphesiz sözle ve yazıyla Türkçenin en güzel kullanım örneklerini oluşturarak ve böylece iddiayla değil de eylemle Türkçeye sahip çıkacaktır. Tıpkı eylem adamı olan Mevlânâ’nın dediği gibi:
Veya Arapça konuşan biri Arapça olarak, “Arapların dilini biliyorum” dediyse,
Arapça -biliyorum- söylemesi iddia olsa da, bizzat Arapça söylemesi gerçektir.
Veya bir kâtip kâğıda, “Yazarım ve yazı okurum; ben büyük biriyim” yazsa,
Bu yazı, bizzat iddia olsa da, yine de gerçeğe tanıktır.[8]
Gerçekte Türkçenin, bilimin, sanatın ve de Hz. Mevlânâ’nın her hâlde sahip çıkılmaya ihtiyacı yoktur. Değer kazanmak isteyenlerin meşguliyet alanları ise açık ve seçik ortadadır.
——————————————————————————–
[1] Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Adnan Karaismailoğlu, İslâmiyet Sonrasında İlk Farsça Şiirlerde Türkler, Türkler, Cilt 5, Ankara, 2002, s. 1203-913; aynı yazar, Doğu’da Edebî Miras Üzerinde Tartışmalar, Dergâh, sayı 155, Ocak 2003, s. 10-11, 18-19.
[2] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul, 1999, s. 71.
[3] Minûçihrî, Dîvân, nşr. M. Debîr-i Siyâkî, Tahran, 1370ş., s, 129, beyit 1734-1735.
[4] Ferruhî-i Sîstânî, Dîvân, nşr. M. Debîr-i Siyâkî, Tahran, 1335ş., s. 287.
[5] Mu‘izzî, Külliyât-i dîvân, nşr. Nâsir-i Hîrî, Tahran, 1362, s. 494.
[6] Talat Tekin, Karahanlı Dönemi Türk Şiiri, Türk Dili, sayı 409, Ocak 1986, s. 82 ; Talat Tekin, XI. Yüzyıl Türk Şiiri (Dîvânu Lugati’t-Türk’teki Manzum Parçalar), Ankara, 1989, s.VIII-IX.
[7] Mevlânâ, Mesnevî, çev. A. Karaismailoğlu, 2. defter, 56. beyit.
[8] Mevlânâ, Mesnevî, 2/3568-3571.