Mevlânâ ve Evrensel Çağrısı Gel! – Cafer Sadık Yaran
Mevlânâ ve Evrensel Çağrısı Gel!
Cafer Sadık Yaran
Mevlânâ, İslâm medeniyeti içinde yetişip, hem bu medeniyet içinde hem de bu medeniyetin dışındaki neredeyse bütün uygarlıklar ve kültürlerde tanınan, sevilen, sayılan, hayran olunan, çok okunan ve rehber edinilen mümtaz İslâm büyüklerindendir. Bazı İslâm bilginleri ve düşünürleri vardır ki Müslümanlar arasında çok tanınıp sevilmelerine, sayılmalarına rağmen, İslâm âleminin dışında tanınmazlar. Bunların, özel bir isim vermeyi gerektirmeyecek kadar çok örneği vardır. Başka bazı İslâm bilgin ve düşünürleri de vardır ki, onlar İslâm âleminde tanındıkları ve takip edildiklerinden çok daha fazla İslâm dışı âlemde takip edilmiş ve taraftar bulmuşlardır. Örneğin büyük İslâm filozoflarından İbn Rüşd ve eserlerinin İslâm dünyasında pek tanınmadığı ve teşvik edilmediği dönemlerde, Batı dünyasında İbn Rüşdçülük (Averroizm) denilen ve birçok takipçisi olan bir felsefe akımı ortaya çıkmıştır. Mevlânâ ise bu iki grubun başarısını da aşan ve hem İslâm dünyasında hem de öteki dinler ve kültürlerin egemen olduğu dünyada tanınmış ve sevilmiş; böylece evrensel bir başarıya imza atmış ender değerlerimizden ve gurur kaynaklarımızdan biridir.
Mevlânâ bu başarıyı -bugün ile kıyaslanabilecek ölçekte olmasa da- daha ölmeden önce görmüş, insanlığa karşı bir büyük sorumluluğu yerine getirmiş olmanın huzurunu tatmış ve buna şükretmiştir:
Girdik susanlar arasına yattık uyuduk!
Çığlığımız sınırları aşmıştı nasıl olsa!
Mevlânâ”nın, çığlığının aştığını söylediği sınırlar o günlerde belki Anadolu Selçuklu Devleti”nin sınırlarıydı, belki Orta Doğu”nun ve Balkanlar”ın, belki de en fazla Hind”in ve Çin”in sınırlarıydı. Bugünse Mevlânâ”nın çığlığı kıtalar ötesine ulaşmış, Endonezya”dan Amerika”ya, Güney Afrika”dan Rusya”ya kadar pek çok ülkede tanınmakta ve hatta bu ülkelerin diline yeni çevrilen kitapları en çok satan kitaplar arasında aylarca liste başı olarak kalmaktadır. Kısacası Mevlânâ kelimenin tam anlamıyla evrenseldir. Bunun başlıca sebeplerinden biri de, ana çağrısının ve ikincil düzeyde çağrılarının da evrensel olmasıdır.
Mevlânâ”nın ana evrensel çağrısı: “Gel!”
Mevlânâ”nın ana evrensel çağrısı herhalde şu meşhur dizelerde yer alan çağrıdır:
“Gel, ne olursan ol, gel!
İster putperest, ister ateşe tapar,
İster bin kere tövbeni bozmuş ol.
Bizim dergâhımız umutsuzluk dergahı değil,
Gel, ne olursan ol, gel!”
Burada Mevlânâ”nın, çağrı ihtiyacı içinde olduğunu hissettiği üç grup insana hitap ettiği anlaşılmaktadır. Bunlar, tüm insanlar dört grup; olarak düşünüldüğünde, birinin dışında kalan üç grubun tamamı gibi gözükmektedir. Birinci grup; tanrıtanımazlar, ateistler ya da herhangi bir dine veya kutsala inanmayanlardır. İkinci grup; biraz genelleştirilmiş bir ifadeyle belirtmek mümkünse, İslâm dışındaki dinlere inananlardır. Üçüncü grup da; Müslüman olmakla birlikte, Müslümanlığının gereklerini yerine getirmeyen ya da getiremeyen, günahkârlık sarmalından bir türlü tam olarak kurtulamayan Müslümanlardır. Dördüncü grup ise; çağrıya muhatap olmak yerine çağrıya icabet edenleri kucaklamakla, kabullenmekle ve onları ümide yönlendirmekle görevli ve bu görevi yerine getirmekte liyakatli olanlardır.
Burada zikredilen insan grupları bir anlamda Asr suresinde zikredilmeyenler ve hüsrana uğramakla yahut ziyan içinde olmakla uyarılanlardır.
Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr, 1-3)
Bu ayetlerde belirtildiği gibi, zararda, ziyanda, hüsranda olmak hiçbir insan için sürekli değildir; her insan için, son nefesine kadar umudun, kurtuluşun ve kâra geçisin kapısı açıktır. İşte Mevlânâ onlara, ömürleri olduğu sürece hüsranın kaçınılmaz olmadığını, umudun, kurtuluşun, erdemli ve ebedî mutluluğun mümkün olduğunu söylemekte ve bu yönde çağrısını büyük bir içtenlikle ve hoşgörü ile yapmaktadır. “Bu zaten çok doğal bir çağrı, bunda ne var ki?” diye düşünülmemelidir. Umuda çağrı, her düşünürün de her din adamının da bu kadar açık yüreklilikle, bu kadar içtenlikle ve bu kadar evrensel bir dille yapabildiği bir şey değildir. Nitekim 20. yüzyılın en önemli felsefe akımlarından bir olan Varoluşçuluğun (Egzistansiyalizm) önde gelen filozoflarından birçoğu, çok yerinde bir kararla insan sorunlarıyla ilgilenmeyi felsefenin ana sorunsalı olarak görmüş, insanın yalnızlık, yabancılaşma, umutsuzluk, özgürlük çabası, ölüm kaygısı ve benzeri sorunlarıyla uğraşmış; ama sonuçta hiçbiri insana büyük bir umut vaat etmemiş ve en sonunda söyleyebildikleri, aslında en doğru gözüken intiharı seçmektense her şeye isyan ve başkaldırı ile yetinilmesi gibi tavsiyeler olmuştur. Özellikle günahkar Müslümanlar ve hele hele öteki dinlere mensup insanlar konusunda hiç de ümitvar konuşmayan, “korku ve ümit” dengesini korkudan yana bozanların olduğu da herhalde inkâr edilemez. Dolayısıyla, Mevlânâ”nın umuda yönelik “gel” çağrısı, kültürel kapsamı itibarıyla da, günümüz dünyası başta olmak üzere her zaman ihtiyaç duyulması itibarıyla da evrensel bir çağrıdır.
Mevlânâ”nın evrensel çağrısı bir tek “Gel” çağrısından ibaret olmadığı gibi, birkaç sayfada özetlenebilecek üç-beş çağrıdan ibaret de değildir. Bununla birlikte, burada örnek kabilinden Mevlânâ”nın birkaç evrensel çağrısını daha hatırlayabiliriz.
Mevlânâ”nın kişisel gelişime yönelik evrensel çağrısı: “Bağı çöz, hür ol!”
Bağı çöz, hür ol ey oğul, niceye bir gümüşe, altına bağlanacaksın?
Denizi bir testiye döksen ne kadar alır? Bir günlük su ancak.
Harislerin göz testileri dolmadı gitti; sedef, elde ettiğini yeter bulmadıkça inciyle dolmadı.
Kimin elbisesi bir aşk yüzünden yırtıldıysa, hırstan, ayıptan tamamıyla arındı o. (Mesnevi, 19-21)
Bütün büyük bilgeler gibi Mevlânâ”nın tüm insanlara yaptığı çağrıların en önemlilerinden biri de, bağımsız bir birey, hürriyetine kavuşmuş bir ben, kendini gerçekleştirmiş bir benlik ve ahlâkî gelişimini tamamlamış bir yetkin insan (insan-ı kâmil) olabilmektir. İnsanın kişisel gelişiminin önündeki en büyük engel, sürekli başka şeylere ve başka kimselere karşı bağımlı olarak kalmaktır. Bunu söylemek, başka şeyler ve başka insanlara karşı hiçbir bağımız olmasın demek değildir; zira bu, ne mümkündür ne de arzu edilebilecek bir şeydir. Burada kastedilen, bizim kişisel gelişimimizi ve özgürlüğümüzü engelleyecek derecede başkalarına bağlı ve hatta bağımlı, tutuklu olmak halidir. Bu bağımlılık, bazen mal-mülk ve para gibi maddî şeylere, bazen yeme-içme, zevk-sefa gibi bedenî şeylere, bazen de şan-şöhret ve itibar gibi toplumsal içerikli şeylere yönelik aşırı hırslar ve tutkular olabilmektedir. Burada kötü görülen şey, bunların varlığı değil, insanı esir alan ve hürriyetini engelleyen bir hırsa dönüşmüş halleridir. Bu hale dönüşen hırs, ruhsal gelişim ve ahlâkî erdemlilik açısından büyük bir tehlike, bir ayıp, bir hastalıktır. Mevlânâ bu olumsuz halin ana tedavi yolunu da göstermektedir: Aşk yahut sevgi, “bütün illetlerimizin hekimi”dir. (Mesnevi, 23) Bir cümleyle özetlemek gerekirse, Mevlânâ”ya göre, yetkin insan ya da kendini gerçekleştirmiş insan olmanın yolu, hürriyetten, hür olmaktan geçer; hür olabilmenin en büyük engeli, hırslarımız ve aşırı tutkularımızdır; hırslar ve bağımlılık gibi illetlerden kurtulabilmemizin en kestirme ve kesin yolu da, aşktır yahut sevgidir.
Mevlânâ”nın toplumsal barışa yönelik evrensel çağrısı:
“Buluştur, birleştir, ayrılık yoluna ayak basma!”
Mevlânâ, insanların toplum halinde yaşamak zorunda olduklarının farkında olduğu gibi, böyle yaşamanın bireysel bir inziva içinde yaşamaktan, hatta şehirde yaşamanın köyde yaşamaktan daha üstün olduğu kanaatindedir. Toplum halinde yaşamak farlılıkların bir arada yaşaması demek olduğuna göre ve barış içinde yaşamak da insan toplumları için ideal bir hedef olduğuna göre, farklılıklara karşı saygılı ve hoşgörülü olmak ve farklı özellikleri olanları ötekileştirerek ayırmak değil, benzer yönlerini dikkate alarak birleştirmek ve buluşturmak, daha doğru ve daha bilgece bir tutum olsa gerektir. Günümüzün her geçen gün daha fazla çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli hale gelen toplumlarında, tolere edilebilir farklılıklara saygı ve hoşgörü ile yaklaşabilme özelliğini kazanmak, bu zamana kadar olduğundan çok daha büyük bir önem arzetmektedir.