MEVLÂNA VE AŞK YOLU – Yakup Şafak

A+
A-

MEVLÂNA VE AŞK YOLU

Doç. Dr. Yakup ŞAFAK

ULUSLARARASI TASAVVUF ve EDEBİYAT SEMPOZYUMU – 2021

Giriş

İnanç, kültür, edebiyat ve sanat dünyamızı asırlarca derinden etkilemiş bulunan tasavvuf hareketi, hicrî ikinci yüzyılda ortaya çıkmış, aradan bir asır geçmeden şekillenmiş, müesseseleşmiş; bunlara bağlı olarak âdâb-erkân, seyr u sülûk, halvet-uzlet belirli hale gelmiş; sûfilere mahsus kıyafetler, davranış tarzları ortaya çıkmış; dergâh ve tekkeler yapılmaya başlanmıştır. 1

Irak’ta gelişen Basra zühd ekolü ile Bağdat tasavvuf ekolüne mukâbil, İran’ın Horasan bölgesinde ortaya çıkan Horasan ekolü, Nişabur, Merv, Herat, Belh gibi şehirlerde melâmilik neşesiyle neşv ü nemâ bulmuştur. Farklı davranış ve âdetlerle, farklı giyim kuşamla halktan ayrılmayı uygun görmeyen melâmetiler, derûnî hisleri kendi iç dünyalarında yaşamayı tercih etmişlerdir.2

Birinci grup “esmâ” yolunu tutanlardır. Bunlar, dinin emir ve yasaklarına titizlikle uymayı (takvâ), dünya nimetlerinden yüz çevirmeyi (zühd), maddî ve nefsânî zevklerden kaçınmayı (riyâzet), farzların yanı sıra nâfile ibadetleri çokça yapmayı ve bunun için genellikle 40 gün süren inzivâ hayatını (halvet, çile) ve bunlarla birlikte Allah’ın isimlerini -belirli sayıda ve manevî yolculuğun her aşamasında bir diğerini telaffuz etmek sûretiyle- anmayı (zikir) ilke edinmişlerdir. Ayrıca rüyayı, keşif ve kerameti önemser; bunlardan fikir edinip işaret alarak yollarını tanzime çalışırlar.

İkinci zümre ise “melâmet” ehlidir. Bunlar halvet, riyâzet, zikir, hatta tekke ve husûsî giyim tarzı gibi şeylerle halktan ayrılmayı uygun görmezler. Onlara göre Allah’a ulaşmak aşk ve cezbeyle mümkündür. Bu zümre halkın kınamasına aldırış etmediklerinden, hatta kınanacak hareketlerde bulunduklarından ve kendi nefislerini kınayıp hor gördüklerinden dolayı, melâmet ehli veya melâmetîler diye adlandırılmışlardır. Fütüvvet cereyanının ve kalenderîliğin de melâmetilikle alâkası vardır. 3

Hârizm’de doğup büyümüş olan, tasavvuf yoluna girip seyahatlerde bulunduktan sonra memleketinde halkı irşâd etmekteyken 618/1221 yılında Moğollar tarafından şehid edilen, bir rivayete göre Sultânü’l-ulemâ Bahâeddin Veled’in şeyhi olan Necmeddîn-i Kübrâ’nın tasnîfine göre mutasavvıflar üç kısımdır. Birinci grup Hz. Peygamber’in sünnetine sarılıp nafile ibadetlere devam etmeyi benimsemişlerdir. Bunlara “ahyâr” denir. İkinci grup, birincilere ilâveten nefisle mücâdeleyi benimsemişlerdir. Bunlara “ebrâr” adı verilir. Üçüncü grup ise Hakk’a ve hakîkate varabilmek için insanda, bitmeyen bir muharrik güç ve şevk bulunması gerektiği kanaatindedirler. Aşk ve cezbe yolunu benimseyen bu gruba da “şüttâr” denir.4 Şüttâr, şâtır kelimesinin çoğuludur. Şâtır lügatte ayyâr kelimesine yakın manalar taşımaktadır. Yani serseri, korkusuz, hilekâr, zeki, çevik, küstah vs. Şâtır ve şüttâr, edebiyatta rind ve ayyâr gibi çok kullanılan kelimelerden değildir. Bu kelimeler tasavvuf ıstılâhında mâsivâdan el çeken melâmet ehlini ve ilâhi aşk yolunda kendinden geçen kimseleri temsil ederler.5

Nesilden nesile aktarılan bir birikimin gelişimini de yansıtan bu tasnifte üçüncü olarak yer alan ve “Allah’a en yakın yol” olarak nitelendirilen6 şüttâr tarîkindeki çile ve ıstırap, âlemdeki nimet-külfet dengesine tâbidir. Çünkü “İlâhî aşka uzanan yollar, meşakkatlerle doludur. Aşk makamına vahdet vadisinden çıkılır. Vahdet vadisi (ise) mâsivâ tuzaklarıyla sarılmıştır.”7 “(İlâhî aşk) Tanrı sevgisidir. Bu sevgi insân-ı kâmili sevmekle başlar ve insanda cezbeyi, (yani) Tanrı’nın kulu çekişini meydana getirir. Cezbe sâlikin bütün varlığını yakıp eritir. (…) Tanrı adlarını anarak, yani esmâ ile sülûk görenlerde cezbe ve aşk, ikinci plândadır. Şuttârdaysa cezbe, mevhûm varlığı yok eden tek şeydir.” “Bu aşk, insanı insan eden; hırstan, kibirden, varlıktan ve benlikten kurtaran (en önemli) ilaçtır. İnsan onunla ferdiyetten kurtulur.”8

Diğer bir ifadeyle “seyr ü sülûk” adı verilen manevî yolculukta şüttar tarîkinin diğerleriyle benzerlik gösterdiği hususlar dinin emir ve yasaklarına riâyet, nâfile ibadetlere devam, perhizkârlık ve riyâzet, halvet, sohbet, zikir, dua ve sâir uygulamalardır. Ayrıldıkları en önemli prensip ise ilâhî aşka giden yolda mevt-i irâdî denilen “ölmeden evvel ölmek” prensibiyle cezbeye erişmek ve tevhid mertebelerinin sırrına ermektir. Çünkü “Cezbetün min cezebâti’r-Rahmân tüvâzî amele’s-sekaleyn: Rahman olan Allah’tan gelen bir cezbe, iki dünyanın ameline denktir.”9

Şüttâr tarîkinde, duyguları harmanlayan, hislere tercüman olan, dertleri paylaşan, gözyaşlarıyla teskin eden, ıstırapları manevî kazanımlara dönüştüren, aynı zamanda sanatkâr duyarlılığına cevap veren ve aşkı mayalayan unsur olarak musikî ve şiirle iştigal etmek de bu yolun gereklerindendir.10

Bilindiği üzere babasından ve onun vefatından sonra halifesi Seyyid Burhaneddin’den tasavvufî bilgileri edinmiş olan ve mutedil bir sûfi olarak hayatını, tıpkı babası gibi ilim yolunda geçiren Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî ile buluşmasından sonra ilâhi aşk yolunun coşkun bir müntesibi olmuş; dersi, vaazı terk ederek farklı ve yerleşik anlayışı sarsan bir söylemle toplumun huzuruna çıkmış; şiir, mûsikî ve semâı kendisini ifade vasıtaları kılmış ve ömür boyu onlarda tesellî aramıştı. Yaklaşık 40 bin beyitlik Dîvân’ı, 26 bin beyte yaklaşan Mesnevî’si ve sohbetlerinden oluşan Fîhi Mâ Fîh’i aşk yolundaki duygu ve düşüncelerinin ürünüdür.

Mevlâna ve mevlevîlik araştırmalarının en önde gelen isimlerinden Abdülbaki Gölpınarlı, bu tarikatin karakteri hakkında şu tahlili yapmaktadır: “Mevlâna, babası Sultânü’l- Ulemâ ve onun halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî vasıtasıyla melâmet neşesine sahip olduğu gibi sonradan hayatında büyük bir inkılâb meydana getiren Şems vasıtasıyla da aynı neşenin coşkun bir mümessili kesilmiştir. Sonradan Mevlâna adına kurulan mevlevîlik, O’nun insânî görüşünü ve beşeri felsefesini mistisizmle yoğurur, düşünceyi törenlerle çevreler ve merasimle şekilleştirirken de esas mayayı atamamıştır. Hatta bu yolda çile bile halvet ve riyâzet şeklinde değil, hizmet şeklindedir.”11 Mevlâna’nın Dîvân-ı Kebîr’i12 ve Mesnevî’si13 bu aşkın en güzel tasvirleri ve yorumlarıyla doludur.

Mutasavvıflara göre “Ben gizli bir hazîneydim. Bilinmeyi arzu ettim ve onun için mahlûkâtı yarattım” kudsî hadîsinde14 belirtildiği üzere, yaratılışın muharrik gücü ve aslî sebebi “aşk-ı zâtî”, yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi kendisine olan beğenisi, sevgisidir. O nedenle Mesnevi’deki ifadeyle,

“Ney’e düşen, aşk ateşidir; meye düşen de aşk coşkusudur.” (Mes.1/10) “Aşk olmasaydı bütün âlem donup kalırdı.” (Mes.5/3854)

Mesnevî’nin ilk 18 beytinde veciz bir şekilde resmedildiği üzere vatanından koparılmış insanın, yeryüzündeki en önemli misyonu, Hakk’ı ve hakikati aramaktır. Âdemoğlu için bu yolculukta en değerli vasıta ve şevk verici güç ise ilâhi aşktır. Bu aşk, âşığın bütün hayatını, ânını kuşatan, benliğini saran bir duygudur ve dâimî bir kulluk bilincini ve ibadet şevkini de doğurur. Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret edildiği üzere insanoğlunda gerçek tatmin, ruha ait bir özelliktir. Ruh ise hakikatte aslına âşıktır. Hz. Mevlâna’nın dinmek bilmeyen ilâhî aşkı ve hayata karşı dinamik bakışı, onun ibadetlerine ve Hakk’a yöneliş biçimine de sirayet etmiştir. Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyin hareket halinde olduğunu ve döndüğünü eserlerinde dâima zikreden Mevlâna, kanaatimizce kendi yolunun esaslarından biri olan semâ ile de bu yüce hakikatleri dile getirmek istemiştir. Aşk konusunda Mesnevî’nin giriş kısmında buyuruyor ki:

“Her kimin yakası bir aşktan dolayı yırtılmışsa, o hırstan ve ayıptan tamamıyla temizlenmiştir.”

“Kimde aşk endişesi yoksa, o kanatsız kalmış bir kuş gibidir, vah ona!”

“Ey bizim sevdası güzel aşkımız; ey bizim Eflâtun’umuz, Calinus’umuz şad ol!” “Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ (bile) oynamaya başladı, çevikleşti. (1/22-31)

Yine Mesnevî’de ve Dîvân-ı Kebîr’de aşkı ve âşıkları tasvir eden sayısız örneklerden birkaçını sunalım. (Mesnevî’den):

“İlâhi aşk yücelik güneşidir. Halk da gölge gibi onun nûrunun emrindedir.” (6/983)

“Aşk seçkin erler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nâdirdir, çoğu zaman kurtulur.” (4/1406)

“Aşkın yüzlerce nazı, edâsı, ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir.” (5/1164) “Aşk vefakâr olduğu için vefakâr olanı satın alır. Vefasız adama bakmaz bile.” (5/1165)

“Aşkın beş yüz kanadı vardır. Her kanadı, arştan yer altına kadar bütün kâinatı kaplar.” (5/2191)

“Bu dünya pazarında sermaye altındır; o dünyada ise aşk ve iki ıslak göz.” (6/839) “(Güzellerin) en güzeli olan Allah aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir.” (1/3686)

“Âşıkların dini, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların dini de mezhebi de Allah’tır.” (2/1770)

“Şeytan bile âşık olsa topu çeler; bir Cebrâil kesilir, şeytanlığı ölür.” (6/3648)

“Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olmak, geçici bir hevestir.” (6/971)(Dîvân-ı Kebîr’den):

“Sîneden felsefî düşünceleri temizledim; Yusuf’taki güzellikleri göz önüne getirdim. Dile gelmeyen ender bir güzellik olmalı ki Âdem Safiyyullâh’ın secdesi, hakikatini bulsun.” (Gz.187)

“Ey kardeş! Âşıklık için dert gerekir, dert nerede? Sabır ve sadâkat için mert gerekir, mert nerede? Ne zamana kadar bu köhnemiş sözler, geçmişe ait fikirler? Ateşli naralar, sararmış yüzler nerede?” (Gz.2206)

“Bütün âlem dikenle dolu olsa, âşığın gönlü hep gül bahçesidir. Feleğin çarkı âtıl kalsa, âşıkların dünyası (yine de hep) canlıdır.” (Gz.662)

“Siz olmadıkça, dünyada derdimize derman bulunmasın. Siz bulunmadıkça ölüm gelsin çatsın, sizsiz can olmasın. (…) (Bugün) Din Güneşi’nin elimizde bulunan aşkıyla hoşuz. Yüzümü altın gibi sararttım da dedim ki siz olmadıkça altın madeni de olmasın!” (Gz.140)

“Sevmek ve sevilmek, (işte) bizim sırrımız! O yârimiz olduktan sonra işimiz iş bizim. Eski alıp satanların devri geçti. Biz yeni şeyler satıyoruz. Bu pazar, bizim pazarımız (şimdi)!” (Gz.424)

Şunu da belirtmeliyiz ki Mevlâna’nın eserlerinde terennüm edilen Peygamber sevgisi de, insana duyulan saygı ve hoşgörü de Allah aşkı ve kulluk bilinci üzerine bina edilmiştir. O’nun inancında bütün varlıkları cezbeden, döndüren, ayakta tutan, Hakk’a ve hakikate ulaşmada ideal bir vasıta olan aşk, peygamberleri de şan, şöhret sahibi yapmıştır (Mes.1/220) ve ayağının tozu olmakla övündüğü yüce Peygamber de aşk kılavuzudur. Bu inancını o, şöyle dile getirir:

“Aşk Burak’ı ve Cebrâil’in (yani mürşid-i kâmilin) kılavuzluğu olmadan Muhammed (a.s.) gibi menzilleri nasıl aşabilirsin?” (D.K., Gz.2894)

“Bizim peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz aşkın çocuğuyuz; aşk bizim anamızdır.” [D.K., Rub.56] “Temiz aşk, Muhammed (a.s.) ile eşti. Allah, aşk yüzünden ona, ‘Sen olmasaydın (âlemleri yaratmazdım)’ dedi. Hâsılı O, aşkta tekti. Bu yüzden Mevlâ, peygamberler içinden O’nu seçti.” (Mes.5/2738-9) “Peygamber, o görünen şekil değildir. (…) Peygamber, o aşktır, sevgidir; ölümsüz olan da odur.”15

Sonuç

Sonuç olarak manevî halleri gizlemeyi tercih eden; bu yolda samimiyeti, ihlâsı, fedakârlığı benimseyen; Allah aşkını ve Peygamber sevgisini, hayatın merkezine yerleştiren; aşkı, cezbeyi, şevk ve vecdi yaşam tarzı haline getiren şüttâr tarîkinin en önemli temsilcilerinden biri de Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’dir. Onun bütün eserlerinde terennüm ettiği aşk, insanı insan eden, benlikten kurtaran, hikmete, hakikate ve marifete ulaştıran en önemli vasıtadır. Bu aşk, toprağı altına çeviren bir iksir, bir âb-ı hayattır. Aynı zamanda pörsüyüp tekrara düşmenin, umutsuzluk ve tükenişin de çaresidir.


1 Mustafa Kara, “Melâmet, Melâmetiye”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1986, C.VI, s.236.

2 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 2.bs., İstanbul, 19120, s.180-188; Mürsel Öztürk, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Ankara, 2001, s.249 vd.

3 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, 2.bs., İstanbul, 1983, s.185-186.

4 Kara, a.g.e., s.273-274; Agâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, 4.bs., İstanbul, 1984, s.25.

5 Ali Ekber Dihhudâ, Lugat-nâme, 2.bs.,Tahran, 1373 hş., C.VIII, s.12355; C.IX, s.12592; Nizâmuddîn Tireynî-i Kandehârî, Kavâidü’l-Urafâ ve Âdâbu’ş-Şuarâ, nşr.Ahmed Mücâhid, Tahran, 1374/1995, s.112, 258; Levend, a.g.e., s.47.

6 “Vusûl ila’llâh menzillerinün resm ü âdeti ve râh-ı vuslatı ışk ile olmakdur ki akrabu’t-turuk ila’llâhi tarîku’ş-şuttâr’dur.” Surûrî Muslihuddin Mustafa b. Şa’bân, Şerh-i Dîvân-ı Hâfız, Millî Kütüphane, 06 Mil Yz A 5465, vr.1b.

7 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 1991, s.1120.

8 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celâleddin, 4.bs., İstanbul, 1985, s.164-165, 210.

9 Hasan Kâmil Yılmaz, “Cezbe” TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 1993, C.7, s.504.

10 Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s.185.

11 Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s.186.

12 Dîvân-ı Kebîr’e ait manzûme  numaraları şu neşre göre verilmiştir: Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî Külliyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr, nşr., Bedîuzzamân Furûzânfer, Cilt I-VII, Tahran, 1336-1345 hş.

13 Mesnevî’ye ait defter ve beyit numaraları şu neşre göre verilmiştir: Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, The Mathnawi of Jalalu’ddin Rumi I-VIII, nşr. İng. trc. ve şerh: Reynold A. Nicholson, London, 1925-1940.

14 Mevzû olduğu söylenen bu hadîs-i kudsînin, anlam bakımından doğru olduğu ifade edilmiştir. Bkz. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, trc. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1959, s.254.

15 Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Fîhi mâ Fih, nşr. Bedîuzzamân Furûzânfer, 4.bs., Tahran, 1385 hş., s.180; Gölpınarlı, Fîhi mâ Fih (Tercümesi), s.196.

 

Kaynakça

Dihhudâ, Ali Ekber, Lugat-nâme I-XV, 2.bs, Tahran, 1372-73 hş. Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlâna Celâleddin, 4.bs., İstanbul, 1985. Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, 2.bs., İstanbul, 1983.

Kara, Mustafa, “Melâmet, Melâmetiye”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1986, C.VI, s.236.

Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 2.bs., İstanbul, 19120. Levend, Agâh Sırrı, Divan Edebiyatı, 4.bs., İstanbul, 1984.

Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr I-VII, trc. Abdülbâki Gölpınarlı, Cilt I-VII, Ankara, 1992.

Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Fîhi Mâ Fih, nşr. Bedîuzzamân Furûzânfer, Tahran, 1348 hş.

Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Fîhi Mâ Fih trc. Abdulbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1959. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî Külliyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr I-VII, nşr. Bedîuzzamân

Furûzânfer, Tahran, 1336-1345 hş.

Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevi I-II, trc. Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2007. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevi, trc. Veled İzbudak, I-VI, İstanbul, 1942-1946.

Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, The Mathnawi of Jalalu’ddin Rumi I-VIII, nşr. İng. trc. ve şerh: Reynold A. Nicholson, London, 1925-1940.

Mürsel Öztürk, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Ankara, 2001.

Nizâmuddîn Tireynî-i Kandehârî, Kavâidü’l-Urafâ ve Âdâbu’ş-Şuarâ, nşr.Ahmed Mücâhid, Tahran, 1374 hş.

Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 1991.

Surûrî, Muslihuddin Mustafa b. Şa’bân, Şerh-i Dîvân-ı Hâfız, Millî Kütüphane, 06 Mil Yz A 5465.

Yılmaz, Hasan Kâmil, “Cezbe” TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 1993, C.7, s.504.

ETİKETLER: