MEVLÂNÂ İLE ŞEMSİN KONYA’DA BULUŞTUKLARI YER – Mehmet ÖNDER

A+
A-

8. MİLLÎ MEVLÂNA KONGRESİ

MEVLÂNÂ İLE ŞEMSİN KONYA’DA BULUŞTUKLARI YER

Dr. Mehmet ÖNDER

     Selçuklu Devleti’nin başşehri Konya, 1244 yılı Kasım ayının 30. gününü yaşıyordu. Mevsim kış olmasına rağmen, o gün Konya pırıl pırıldı. İkindiye doğru, Mevlânâ Celâleddin, şehrin en büyük medresesi olan Altun-Aba Medresesi’nde (şimdiki İplikçi Camii’nin güneyi) dersini vermiş, evine dönüyordu. Evi, Alâaddin Tepesi’nin kuzey eteklerine doğru, Selçuklu Emiri Bedreddin Gevhertaş’ın, Sultan ‘ül-Ulema için yaptırdığı medreseydi. (Şimdi Selçuk Üniversitesi Rektörlük binasının doğu bahçesindeydi)1 . İki mollanın çektiği bir katıra binmiş, başı önünde, tevazu ve hiçlik duygusundan iki büklüm, ağır aheste, şimdiki Alâaddin Caddesinden geçerek, Selçuk Palas Oteli’nin bulunduğu yerdeki Şekerfuruşan (Şekerciler) Hanı önünden geçiyordu. Hanın tam önünde, birdenbire iki çıplak kol, bindiği katırın dizginlerine yapıştı. Mevlânâ, katırın ansızın silkinerek durması üzerine, daldığı tefekkür âleminden sıyrılarak başını kaldırdı. Esmer, yanık yüzlü, hiç tanımadığı bir adam yolunu kesmiş, katırın dizginlerine sarılmış, ateşli, keskin bakışlarıyla Mevlânâ’yı süzüyordu. Mevlânâ irkildi. Bu saçı sakalı birbirine karışık, yaşı altmışın üzerinde ihtiyar dervişin, birer kıvılcım gibi şimşeklenen bakışları altında ezilmişti. Ömründe böyle büyüleyici, keskin ve kararlı bakışlar altında hiç kalmamıştı. Yaşlı adamı ilk defa görüyordu. O anda bir kıvılcım çakarak, ikisini de ateşlemiş gibiydi. Kısa, fakat korkunç sessizliği, adamın tunç.gibi, tane tane sözleri dağıttı. Adam ciddi, yüksek bir tonla soruyordu:

-Sen Belh’li Sultan’ül-Ûlema oğlu Mevlânâ Celâleddin’sin değil mi?

-Evet.

-Bir müşkülüm var, söyle bana, Hazreti Muhammed mi büyük, Beyazıd-ı Bestamî mi? Ne dersin?

Beyazıd-ı Bestami, tasavvuf yolunda, (Enel-Hak, Ben Allah’ım) diyecek kadar coşkun ve cezbeli bir îslâm mutasavvıfı idi.

Mevlânâ, böyle cadde ortasında, etrafına toplanan halkın şaşkın bakışları arasında ansızın sorulan bu sualle tekrar irkildi. Sualin taşıdığı derin mânâyı hemen kavramış, adamın hiç de yabana atılır bir kişi olmadığını anlamıştı. Cevap verdi:

-Bu nasıl sual? Elbette Hazreti Muhammed büyük.

Adamın bakışları tatlılaştı. Dudaklarında bir tebessüm halesi dolaştı. Tekrar sordu:

-İyi ama Hazreti Muhammed: “Yarabbi, Seni tebcil ederim. Biz seni lâyık olduğun veçhile bilemedik” buyurur. Halbuki Beyazıd-ı Bestamî: “Ben kendimi tebcil ederim. Benim sânım çok yücedir. Zira, vücudumun her zerresinde Allah’tan başkası yok…” demekte. Buna ne buyrulur?

Mevlânâ, sualin bu mecraya döküleceğini önceden anlamıştı. Hemen cevap verdi:

-Çünkü Hazreti Muhammed mânâ âleminde her an sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeye varışında evvelki bilgi ve anlayışından istiğfar ediyordu. Böylece Peygamber hiç bir makamda ve hükümde kalmadan ebediyyen tenzih edilmesi gereken Rabb’i, onu, bütün tecelli cilveleri içinde dahi tecrid ve tenzih edebilmesinin mukavemetine malik bulunuyordu. Beyazıd-ı Bestami ise, ulaşabildiği ilk makamın sarhoşluğuna kapıldı ve kendisinden geçti. O makamda kaldı ve o sözü söyledi.

Adam, cevabın azameti ve ağırlığı karşısında sendeledi. (Allah!..) diye bir çığlık atarak yere düştü. Mevlânâ da heyecanlanmıştı. Katırından inerek, dervişi kucakladı, kaldırdı.

O anda, sanki iki umman burada birbirine kavuşuvermişti. Kur’an-ı Kerim’in Rahman Sûresi 19. âyetinde buyurulan “Merec’ül-bahreyn” yani iki denizin buluşması, burada tecelli etmişti sanki.

Birbirlerini ezelden tanıyan iki dost gibi kucaklaştılar. Mevlânâ dervişi buyur etti. Birlikte Mevlânâ’nın ev olarak ikâmet ettiği medreseye doğru yürümeye başladılar. Bu durumu seyreden öğrenciler, toplanan halk şaşırıp kalmış, olup bitenlere bir mânâ verememişlerdi. Birlikte yürüyüp giden iki adamın ardından baka kaldılar. 2

Kimdi bu adam? Mevlânâ’nın hem de cadde ortasında yolunu kesen, sorduğu bir çift suale aldığı cevap karşısında kendisinden geçen, derviş kılıklı, bu esrarengiz ihtiyar kim olabilirdi?

Mevlânâ’yı böyle cadde ortasında durduran, attığı okla kendisi de vurulan derviş, Tebrizli Muhammed Şemseddin’den başkası değildi. Mevlânâ gibi bilgin, temkinli bir sûfî’yi uçsuz bucaksız âşk denizine salıveren, onu pişiren, potasında yakan, kavuran, kısacası Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan Tebrizli Şems.

Dediklerine göre Azeri Türklerinden Melikdad oğlu Ali adlı birinin oğlu. Tebriz’de doğmuş, orada büyümüş; küçük yaşından beri değişik halleri, üstün yaratılışı ile dikkati çekmekte.

Birçok Mevlevî kaynakları, Şemseddin’i, Necmeddin Kübra’mn halifelerinden Baba Kemal’in veya Halvetiye silsilesinden Kudbeddin Ebher’in halifesinin dervişi olarak kaydederler. Halbuki Şems, bizzat “Makâlât” adlı eserinde: “Benim, Tebriz’de Ebubekir adlı bir şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan pek çok bilgiler öğrendim. Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremiyordu. Zaten hiç kimse de görmemişti. İşte onu, Hüdavendigârım Mevlânâ gördü.” demekte, ilk şeyhinin (Selebâf-Sepet Ören) Ebubekir olduğunu ifade etmektedir. 3

Bir süre sonra şeyhini bırakan;, Tebriz’den ayrılarak diyar diyar gezen Şems, artık, bundan sonra kimseye yâr olmamış, hiçbir şeyhe bağlanamamıştı. Kendine inanmış, kimseyi beğenmeyen bir tavrı vardı. Birisinden bahsedilirse:

-Dün anasının karnından çıkmış, bugün hiçliğini idrâk etmesi gerekirken, tanrılık taslıyor. Tanrı mukallitlerinden bıktım, usandım…Bir adam tanıyorum ki, filan şeyhin adını, sanını duyup uzun bir sefere katlanıyor; onu görmeye geliyor. Şeyh ona niçin geldiğini sorunca, Tanrı’yı aramak gayesiyle geldiğini söylüyor. Şeyh ona Tanrının semâlarda hüküm sürmekte ve gemilerini yürütmekte olduğunu söyleyince, biçare yolcu kalkıp gidiyor ve şeyhi daha fazla denemeye lüzum görmüyor, diyor, bu sözlerle kendisini kasdettiği anlaşılıyordu. Yine diyordu ki:

-Herkes kendisinden, kendi şeyhinden bahseder, ona nispet iddia ederek hakikat yolunda kendisine bir bağ kurar. Halbuki bize, bizzat Tanrı Resulü, mânâ âleminde hırka giydirdi. Bu hırka, öyle iki günde eskiyip yıpranan, yırtılıp çürüyen, külhanlara atılan cinsten değil. Bu hırka sohbet ve hakikat hırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki, zaman ve mekânın üstünde.Ne dünü var, ne bugünü, ne de yarını. Aşkın, zamanla, mekânla ne işi var.

Şems, bir hakikat ehli, bir gönül eri arayıp durmada, bunun için uzun yolculuklar yapmadaydı. Gittiği yerlerde hanlarda, kervansaraylarda konaklıyordu. Bazı memleketlerde bir süre oturduğu da oluyordu. Fakat çabuk tanınıyor, etrafını bir sürü mürid salıveriyordu, O zaman, orada durmanın tehlikeli olduğunu anlıyor, bir fırsatını bulup kaçıyor, başka bir memlekete göçüyordu. Çoğu zaman, Şam’a uğrardı. Şam’da bir hana iner, hücresini sıkıca kilitler, günlerce yalnız başına kalır, kimseyi içeri almaz, kimseyle görüşmezdi. Daima riyâzât yapar, bir somun, bir testi suyla günler geçirirdi. Şam’dayken bir ahçı dükkânına gitmişti. Ahçı, eski müşterisini hemen tanımış, biraz iltimas olsun diye yağlıca bir baş suyu ile sıcak bir somunu eline tutuşturmuştu. Şems, kendisinin tanındığını anlayınca, kâseyi yere koymuş, ellerini yıkamak bahanesiyle dükkândan çıkmış; o gün Şam’ı terketmişti. Bir defasında da Erzurum’a yerleşmiş, mektep hocalığı ile meşgul olmuştu. Fakat kısa bir zamanda halk onu tanımış, etrafını çevirmişti. Oradan da uzaklaştı.

Tebrizli Şemseddin, ulaştığı makam ve mertebelerde durmuyor, daha derin, daha hakikat ehli bir şeyh, daha yüksek bir makam arıyordu. Kendisini makamlara ulaştıracak bir mürşidin sohbetine girebilmek için yıllarca dolaşmıştı. Ona, bu halinden dolayı “Şems’i Perende- Uçan Şems” demişlerdi. Durmaksızın geziyor, arıyor, soruyor, “şeyhim” diyenleri imtihan ediyor, aradığını bulamayınca da uzaklaşıyordu.

Yaşı altmışa ulaşmış, siyah sakalını beyaz teller bezemişti. Sırtında keçeden bir cübbe, elinde bir alem, başında da kalpağa benzer bir külah vardı. Bazı hallerde işçilik yapar, sırtında taş çeker, birkaç mangır alır, maişetini temin ederdi. Kimseden birşey talep etmez, kimseye yük olmazdı. Çoğu zaman aç kalır, nefsiyle alay ederdi.

Şems, Anadolu’yu bu halle geziyor, birer ikişer gün, şehir ve kasabalarda konaklıyordu.

Şems Konya’ya doğru gidiyordu.

O’nun Konya’ya gelişi sebepsiz değildi. Her gittiği yerde kendisine Mevlânâ’dan  bahsedilmiş,  onun Konya’ya yerleştiği  söylenmişti.  Bir defasında:

-Tanrım beni dostlarımla buluştur, görüştür, diye sabahlara dek niyazda bulunmuş, bu hal ile uyuyakalmıştı. Rüyasında bu arzusunun yerine getirildiği, ancak Anadolu illerine gitmesi gerektiği bildirilmiş, buna karşılık kendisinin ne bağışlayabileceği sorulmuştu. Şems:

-Başımı !.. diye cevap vermiş; uyanınca, hemen yola düşmüştü. Anadolu’yu gezdikçe, Mevlânâ’nın adını, şöhretini duyuyordu. Kararını verdi. Konya’ya gidecekti. Eğer aradığını bulursa mesele tamamdı. Bu niyetle yola düştü.

Şems 1244 yılının Kasım ayında Konya’ya gelmişti. Konya’da o zamanların en meşhur hanı olan (Şekerciler) hanına indi. Ertesi gün Kasım ayının 30. günüydü. Öğleden sonra hanın kapısı önünde bir peykeye oturmuş, gelip geçenleri seyrediyordu.

İkindiye doğru, ana cadde üzerinde müderris olduğu halinden belli birisinin, sağında solunda talebeler olduğu halde, bir katırla geçtiğini görmüştü. Herkes:

-Mevlânâ Celâleddin geliyor !.. diye ayağı kalkıyor, hürmetle selâmlıyorlardı. Demek yıllardır adını işittiği, bir defasında da Şam’da gördüğü Mevlânâ buydu. Şu katır üzerindeki kısa siyah sakallı, yanık buğday benizli, mütebessim insan. Hoşuna gitti hali, tavrı. Yerinden kalktı, kalabalığı yara yara ilerledi. Tam karşılaştıkları zaman katırın dizginlerini sımsıkı tuttu. Biraz sert ve kısa, daha önce bahsettiğimiz soruları sordu. Aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştü ki, dayanamadı, düşüp bayıldı.

Şems’le Mevlânâ’nın ilk defa buluşup görüştükleri bu yere Mevleviler sonradan Kur’an-ı Kerim Rahman Sûresinin 19. âyetinden alınan ve “iki denizin buluştuğu yer” anlamına gelen (Merac’el-Bahreyn) adını vermişler ve bir çevrikle işaretlemişlerdi. Selçuklular devrinde, Şekerfurûş Hanı’nın önüne isabet eden bu yer, evvelce bir parmaklıkla çevrilmiş ve ziyaretgâh haline getirilmişti.

Mevlânâ ve eserleri üzerinde geniş araştırmaları bulunan rahmetli bilim adamı Abdülbaki Gölpınarlı Hocamız (Mevlânâ Celâleddin) adlı büyük eserinde (İstanbul, 1952) Hazreti Şems ile Mevlânâ’nın ilk defa buluştukları yer için şunları yazar (s:68):

(Konya’da Mevlânâ ile Şems’in ilk buluştukları yere, Kur’an’ın 55. sûresi’nin 19. âyetinden alınan ve iki denizin kavuştuğu yer, anlamına gelen (Marac’al Bahreyn) derlerdi. Şimdiki Selçuk Palas’ın Maarif Evlerine bakan köşesine rastlayan bu yer, zeminden yükseltilmiş, önü parmaklıkla ayrılmıştı. Oraya akşamları, Türbeden kandil yollanır ve bir mezar gibi orada kandık yakılır, bilhassa Mevleviler tarafından ziyaret edilirdi. Bugün oradan hiçbir eser kalmamış ve o tarihi yer, bilenlerin hafıza ve hatıralarına intikal etmiştir).

Cumhuriyetten sonra, Tekke ve Türbelerin kapatılmasıyla çevriğe kandil gönderilemez olmuş, 1927 yılında Alaaddin Caddesi üzerinde Maarif Evlerinin yapılması ile çevrik de kaldırılmıştır.

(Merac’el Bahreyn’e) Mevlânâ Dergâhından kandil getiren Mevlevi dervişlerinden biri de Mevlânâ Müzesi ziyarete açıldıktan sonra kendisine müzenin derviş odalarında bir hücre verilen ve 1957 yılındaki ölümüne kadar bu hücrede oturan Mevlânâ âşığı, bilgin, gönül adamı Ankaralı Mehmet Dede idi. Mevlânâ Müzesi Müdürlüğü görevinde bulunduğum yıllarda, 7 yıl kendisine hizmet etmek ve ondan feyz almakla her zaman iftihar ettiğim Mehmet Dede’ye 1951’de bir gün (Merac’el Bahreyn)’in yerini bana göstermesini rica ettim. Beni o zamanki Selçuk Oteli’nin bulunduğu Babalık Sokağı’na götürdü. Şimdiki Öğretmen Evi ile Otel arasındaki kaldırımın sağına asasını koyarak (işte burasıydı) dedi.4

O yıllarda bu yerin gösterişli bir anıt-kitabeyle işaretlenmesi için 1953 yılında Konya Belediyesi’ne müracaat ettim. Belediye, (Mesnevi’nin Özü) adlı büyük bir eseri bulunan Konyalı bilgin M. Muhlis Koner’in başkanlığında, Abdülbaki Gölpırnarlı, bendeniz ve Belediye Turizm Müdürü Konyalı yazar Celâleddin Kişmir’in üyesi olduğu bir komisyon kurdu. Komisyon, anıt üzerine yazılacak kitabeyi hazırlayacak, ayrıca çizilecek anıt projesinin fikri yapısını oluşturacaktı. 1953 yılı Ekim ayında bu konuda toplantılar yapıldı. Konya’da Gazi Lisesi’ni, Atatürk Heykeli’nin kaidesini yapan tanınmış mimar Muzaffer’in oğlu, mimar Mukadder projeyi çizdi. Abdülbaki Gölpınarlı anıt üzerine yapılacak metinleri hazırladı. Bir dosya halinde Belediye Başkanı Rüştü Özal’a verildi. Nevarki, Belediyenin ödenek yokluğu yüzünden bu anıt gerçekleştirilemedi. Rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı’nın hazırladığı kitabe, bir mektupla İstanbul’dan bize gönderilmişti. Eski harflerle kaleme alınan bu mektup arşivimizde yer almaktadır.

Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği 8. Milli Mevlânâ Kongresi dolayısı ile konuyu tekrar huzurlarınıza getirmeyi bir görev sayıyorum.

1953 yılında, Konya’da Mevlânâ ile Şems’in ilk buluştukları yer için hazırlanan kitabe metni şöyledir:

(Büyük bilgin ve mutasavvıf Mevlânâ Celâleddin ile Onun gönül dostu Şemseddin-i Tebrizî 30 Kasım 1244 günü ilk defa burada buluştu, görüştüler. Bu buluşmadan sonra, burası “Marac’al-bahreyn” yani “İki denizin buluştuğu yer olarak adlandırılırdı. Bu anıt, bu buluşmanın anısına dikildi.

“Güneşim, ayım geldi. Gözüm, kulağım geldi. O altın madenim geldi. Başımın sarhoşluğu geldi Gözümün nuru geldi. Bir dileğim olmuşsa, işte o dilediğim geldi. Dün gece mumla aradığım dost, bu gün bir gül demeti gibi yoluma çıkageldi.”

MEVLÂNÂ

 

 

BİBLİYOGRAFYA

1-Mehmet Önder, Mevlânâ’nm Konya’daki Evi ve Medresesi, Konya, 1956.

2-Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, c: 1, s. 91, (Çev: Tahsin Yazıcı) Ankara, 1953, Ayrıca Bk: Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, s. 68, istanbul, 1952; Mehmet Önder, Gönüller Sultanı Hazreti Mevlânâ (5. baskı), s.48, Ankara, 1993

3-Adı geçen eserler, ayrıca bk: M. Önder, Şemsin Konya’ya Gelişi, Yeni Konya Gazetesi, 23.10.1953.

4-Mehmet Önder, Yeşil Kubbe’nin Gölgesinde, s. 24, Ankara, 1994.

Dipnotlar

Mehmet Önder,

Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, c: 1, s: 91, (Çev: Tahsin Yazıcı) Ankara, 1953 Ayrıca Bk. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, s. 68, İstanbul, 1952 Mehmet Önder, Gönüller Sultanı Hazreti Mevlânâ (5. baskı), s. 48, Ankara, 1993

Adı geçen eserler, ayrıca bkz.: M. Önder, “Şems’in Konya’ya Gelişi”, Yeni Konya Gazetesi, 23.10.1953.

Mehmet Önder, Yeşil Kubbe’nin Gölgesinde, Ankara, 1994, s. 24.