MEVLÂNÂ İLE DÜNDEN BUGÜNE YOLCULUK – Mehmet Demirci

A+
A-

MEVLÂNÂ İLE DÜNDEN BUGÜNE YOLCULUK

2007 yılı Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin 800. doğum, 724. vefat yıldönümüdür. Yani Hz. Mevlânâ 750 senelik geçmişe dayanan bir şahsiyetimizdir. Doğrusu böyle bir kültür mîrâsına sâhip olmak milletler için bir şanstır. 150-200 senelik geçmişi olan devletlerle kıyaslarsak, tarihin derinliklerine uzanan bir “değer”in vârisi olduğumuz için ne kadar iftihar etsek azdır.

Mevlânâ’da buluşma

Mevlânâ’nın günümüzde insanlık âlemi, özellikle de milletimiz için “birleştirici” bir unsur olduğu dikkati çeker. Meselâ aralık aylarında her yıl tekrarlanan Mevlânâ ihtifalleri, doğudan batıdan; yurt içinden ve yurt dışından çok farklı insanları bir araya getirmektedir. İlginin her geçen yıl artarak devam ettiği bu toplantılara Türkiye’den de çok geniş ve farklı kesimlerden kimseler katılmaktadır. Zengin yoksul, tahsilli veya eğitimsiz her tabakadan insanımız ihtifallere ve semâ törenlerine ilgi göstermektedir.

Geçtiğimiz yıllarda sayın Recep Tayip Erdoğan ile sayın Deniz Baykal, A. Necdet Sezer’le Bülent Arınç misali farklı zihniyetlere, farklı siyasi görüşlere sahip kimselerin Konya’da bir Şeb-i Arus akşamında yan yana oturdukları görüldü. Bu kişiler bir protokol mecburiyetinden dolayı değil, tamamen kendi istekleri ve tercihleriyle oradaydılar.

Bu kadar farklı zihniyetli ve ayrı dünyaların insanlarını kendine çeken Hz. Mevlânâ’da bir sır olmalı.

Belh deyince

Mevlânâ 1207 Belh doğumlu. Belh nerede acaba? Belh bugünkü Afganistan sınırları içinde bir belde. Eskiden önemli bir ilim ve kültür merkeziymiş. İlk İslâm orduları Hz. Osman zamanında milâdi 653 yılında buraya gelmişler. Belh, Emeviler devrinde 664 senesinde Müslümanlarca fethedilmiş. Yani İslâm kültüründeki yeri çok eskilere dayanır.

Belh tarihte zengin bir ilim ve irfan merkezi oldu. Din ve tasavvuf kültürü burada çok gelişti. Bu şehre bir ara “Kubbetü’l-İslâm” dendi. Çeşitli İslâm ilimleri alanında bir çok bilgin yetişti. Belh, tasavvuf büyüklerinden önemli sîmalara ev sahipliği yaptı. İbrahim b. Edhem (ö. 778) ve Şakıyk-ı Belhî (780) isimli meşhur gönül erleri buralıdır.

Gerçek şükrün nasıl olması gerektiğine dair bu iki Allah dostu arasında geçen diyalog ne hoştur. Şakıyk-ı Belhi sorar:

-Dostlarınızın, öğrencilerinizin durumu, geçimleri nasıldır?

İbrahim Edhem:

-İyidir, bulurlarsa yerler, bulmazlarsa sabrederler.

Şakıyk tebessüm eder:

-Bizim Belh’in köpekleri de öyle yapar; bulunca yerler, bulamayınca bekleşirler! İbrahim:

-Peki sizin dostlarınızın durumu nasıldır?

-Bizimkiler bulurlarsa dağıtırlar, bulamazlarsa şükrederler. Çünkü her an şükür halinde olmanın idraki içindedirler.

1200’lü yıllarda Belh, Harzemşahlar’ın yönetimi altındaydı. 1097-1231 yılları arasında hüküm süren bu Türk-İslâm hanedanı döneminde ilim, irfan ve kültür hayatı çok zengindi.

Günümüzde Belh eski ihtişâmını kaybetmiş ve Afganistan’ın kuzeyinde Mezâr-ı Şerif şehrinin küçük bir kasabası durumundadır. Mezâr-ı Şerif’te Özbekler, Türkmenler ve Tacikler çoğunluktadır.

Bugünkü Belh, bugünkü Afganistan deyince hüzünlenmemek mümkün mü? Ne oldu da o ihtişam devirleri gerilerde kaldı? Bölge halkı son yıllarda neden gelip geçenin; Sovyetlerin, Amerika’nın şamar oğlanına döndü? Çok erken dönemde İslâm’la şereflenen ve tarihte ilim ve irfan yuvası olan bu toprakların insanları sonradan niçin geriledi? Yoksulluğun, cehâletin, taassubun ve aşîret kavgalarının pençesinde kıvranan bugünkü Afgan halkının o eski ihtişam devri insanlarının torunları olduğuna inanmak ne kadar zor!

Yıl 1912’ler. Mehmed Akif Safahat’ta “Süleymâniye Kürsüsünde” adlı şiirinde o mübârek beldeler hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirir:

Uzanıp sonra Buhârâ’ya,  Semerkand’e kadar;

Eski dünyâda bakındım ki ne âlemler var?

Sormayın gördüğüm âlemleri, hiç söylemeyim:

O Buhârâ, o mübarek, o muazzam toprak;

Zilletin koynuna girmiş  uyuyor müstağrak!

İbn-i Sîna’ları yüzlerce doğurmuş iklîm,

Tek çocuk vermiyor âğûşuna ilmin, ne akîm!

O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile;

Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:

Ay  tutulmuş,   «Kovalım  şeytanı  kalkın!»   diyerek

Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!

Bu havâlide cehâlet ne kadar çoksa, nifak,

Daha salgın, daha dehşetli…  Umûmen ahlâk, 

– «Pek bozuk»  az gelecek – nâmütenâhi düşkün!

Ya ta’assubları? Hiç sorma, nasıl maskaraca?

O, uzun hırkasının yenleri yerlerde, hoca,

Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid’at;

Şer’i tağyir ile, terzil ise – hâşâ – sünnet!

Sayısız medrese var gerçi Buhârâ’da bugün…

Okunandan ne haber? On para etmez fenler.

 

Batıya göç

Mevlânâ’nın çocukluk yıllarının geçtiği Belh’te,  doğudan hareketlenen Moğol istîlâsının ilk belirtileri hissedilmeye başlamıştı. Baba Sultânü’l-ulemâ Bahâeddin Veled göç etmeye karar verdi. O günün göçleri arabayla, kamyonla, uçakla değil, kervanlarla idi. Belki yer yer yürüyerek yapılıyordu. Hedef batı taraflar, Anadolu idi. Göç işinin zorluğunu bugünün şartlarında tasavvur etmek zordur. Koca bir âile çoluk çocuğu, taşınabilecek kadar eşyâsıyla yollara düşer. Yollar hiçbir zaman emin değil, umulmadık tehlikeler, eşkıyâ baskını olabilir. O şartlarda bu çok uzun göç yolculuğunu göze alabilmek cesâret işidir. Maddi imkânı, bilgisi ve özgüveni olanlar bu meşakkatli yolculuğa çıkabilir. Demek ki “Bilginler Sultanı” öyle biriydi.

Türk boylarının batıya doğru göçü, onlar için kutsal bir ideal olmuştur. Bu hareket Mevlânâ âilesinin hicretinden önce başlamış, sonra da yıllarca devam etmiştir. Mâşerî şuurlarında önce “Kızıl elma” diye başlayan ideal, daha sonra İslâm rengiyle boyanarak “İ’lâ-yı kelimetullah”a dönüşmüştür. Allah’ın adını yüceltmek, onu daha ötelere götürmek için olanca güçleriyle çalışmışlardır.

Kızıl elma neresiydi? O bir idealdi, hep batıya, ötelere giden bir ideal. Önce Malazgirt idi, sonra İstanbul oldu, Belgrad oldu, Viyana oldu. En son Roma idi, fakat Otranto’da kaldı, daha ileri gidemedi.

Bu batı yolculuğunun devamını, zamanın şartları muvacehesinde ve sıkıntılı bir şekilde süren AB maceramıza benzetebilir miyiz acaba? Büyük yolculukların her devirde kendine göre zorlukları olacaktır.

Dönelim Mevlânâ ailesine. Nişabur, Bağdat, Şam üzerinden nihayet Hicaz’a varırlar. Hac görevini ifa edip Halep, Malatya, Erzincan’a uğrayarak Karaman’a gelirler. Son durak Konya’dır.

Gerçek vatan neresi?

Mesnevi’de şöyle bir “Üç Balık” hikâyesi var:

Küçük bir gölde üç balık yaşıyordu. Bir gün buraya birkaç kişi geldi balıkları görünce: “Gidip ağları getirelim bu balıkları yakalayalım,” diyerek uzaklaştılar. Bunu balıklar fark edince en akıllıları, hiç zaman ge­çirmeden denize doğru yola çıktı, diğer ikisi arkasından bakıp onunla alay ettiler:

-Hey akılsız, sen yarı yola varmadan ölür gidersin bu işten vazgeç, dediler. Fakat akıllı balık onları dinlemedi uzaklaştı, bin bir meşakkatten, zorlu bir yolculuktan sonra denize vararak kurtuldu. Derken balıkçılar ağları alıp geldiler o iki balığın peşine düştüler. İkinci balık şöyle düşün­dü:

“Eğer ölü taklîdi yaparsam belki kurtulurum”, dedi kendi kendine. Karnını yukarı kaldırarak sırt üstü suyun üstünde yat­tı, hiç kıpırdamıyordu. Balıkçılar onu görünce ah vah ettiler, “Ne güzel balık ne yazık ki ölmüş,” diyerek tu­tup onu bir kenara fırlattılar. O balık da sessizce suya dalarak tenhâ bir yere gidip gizlendi.

Adamlar üçüncü balığın peşine düştüler uzun bir kovalamacadan sonra onu yakaladılar, içini temizlediler, tavada kızarttılar. O akıllı balığa uyarak denize varmayı göze alamadığı için bin pişman oldu fa­kat nâfile, iş işten geçmişti. (Mesnevi, c. IV, beyit: 2202 vd.)

Mevlânâ hikâyenin arasında, küçük gölde yaşayan balıkların o çevreyi kendi vatanları ve alışık oldukları yer olması dolayısıyla terk etmek istemeyişlerine değinir. Bu durum çoğumuz için söz konusu olan bir kolaycılık tavrıdır. Alışa geldiğimiz şartları ve ortamı bırakmak istemeyiz. Mevlânâ bu gibi anlayışlar için der ki: “Vatan sevgisinden dem vurma. Durma yürü, vatan oradadır, burada değil. Vatan istiyorsan ırmağın o tarafına geç.”

Anadolu mayalanması

Anadolu’da o sırada Beylikler hâkimdir. En büyükleri Anadolu Selçuklu Devleti. Henüz yerleşme ve kökleşme sancıları devam etmektedir. 1071’de Anadolu kapılarının açıldığını düşünürsek, 1220 yıllarında Mevlânâ âilesi Konya’ya geldi; yani Malazgirt’ten 150 yıl sonrasındayız.

Evet yerleşme sıkıntıları var ama aynı zamanda bereketli bir dönem yaşanmaktadır. Anadolu o yıllarda verimli bir izdivâca, bir senteze, bir güzel oluşuma sahne olmaktadır. Doğudan Sultânü’l-Ulemâ ve benzeri bir çok ilim ve gönül adamı buraya akmaktadır. Bunlar etkili ve yüksek potansiyelli kimselerdir. İrfan birikimlerini de berâberlerinde taşımaktadırlar. Güneyden, Ortadoğunun kemale ermiş İslâm kültür ve irfânıyla temas vardır. Endülüs’ten (İbn Arabi) yüksek voltajlı bir hikmet temsilcisi burada bir ocak uyandırmıştır.

Bütün bunlar, yani Orta Asya, Ortadoğu ve Endülüs bereketi Anadolu’da harmanlanmış, doğan sentez bu toprakların insanlarını şekillendirmiş, oluşan sinerji ile Osmanlı’yı hazırlayacak insan malzemesini mayalamaya başlamıştır.

Mevlânâ’da aşkın gücü

Mevlânâ iyi yetişmiş bir ilim, irfan ve aşk adamıdır. Babasından ve yakın çevresinden ilk bilgileri aldı. Burhâneddin Muhakkik’in yönlendirmesiyle kitâbî ilimlerde ilerledi. Halep’e, Şam’a gidip tahsîlini tamamladı. Ayrıca onun gözetiminde riyâzet ve mânevî eğitim gördü. Şems-i Tebrîzi ile bilgiden aşka atladı, ilimden hâle yükseldi, aşkın kanatlarıyla uçmanın kitap bilgisinden daha güçlü olduğunu fark etti ve bunu derinlemesine yaşadı.

Mevlânâ ummânından üç konuya sadece başlık olarak temas edelim: İlâhî aşk, hoşgörü ve herkesi kucaklayan insan sevgisi.

Aşkı biraz açalım: İnsanın en önemli meselesi Allah’la olan ilgisini, irtibâtını, gönül bağını devam ettirebilmektir. Rûhumuz ilâhî menşe’lidir, bedenimiz maddîdir. İkisi arasında dâima bir çekişme vardır. İki dünyada mutluluğumuz onlar arasında denge kurmaya bağlıdır. Bu denge daha çok mâneviyat aleyhine bozulur; nefsanî, dünyevî ve maddî endişeler bize Allah’ı unutturur.

Din öncelikli olarak bizim Allah’la ilişkilerimizi düzenler. Din içinde tasavvuf Hak Taâlâ ile ilşiki kurmanın yollarını daha sistemli bir hale sokmuştur. Tasavvufta insanı Allah’a ulaştıran çeşitli usuller üzerinde durulur.

Bunlar arasında en kestirme olanı “aşk”tır. Aşk, sevginin ileri derecesidir. Kur’an’da “iman edip şiddetli bir şekilde Allah’ı sevenler”den söz edilir (Bakara, 2/165) En çok sevilmesi gereken Allah’tır. Hz. Peygamber, “Allah ve Peygamber sevgisiyle imânın tadının bulunacağı”nı belirtir (Buhari, iman, 9; Müslim, iman, 69)

Aşk, sarmaşık anlamına gelen “ışk”ın az farkla söyleniş şeklidir. Sarmaşık sarıldığı yere nasıl sımsıkı tutunursa, aşk da girdiği kalbi öyle istilâ eder. Hz. Mevlânâ’nın deyişiyle: “Aşk öyle bir alevdir ki, bir parladı mı mâşuktan başka (âşıkın kendisi dahil) her şeyi yakar.” Yani sadece mâşuk kalır. Gerçek mâşuk (sevilen) Allah Taalâ’dır.

Tasavvuf kültüründe şu ifâde yaygındır: “Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaradan”. Senin aradan çıkman demek kötü huylarını yok edip yerine iyilerini koyman demektir. Kısaca enâniyetini, kibrini, gurûrunu, yani nefsini kontrol altına alman demektir. Bunu en kestirme şekilde gerçekleştiren “aşk”tır.

Hz. Mevlânâ: “Sevgiyle ölü dirilir, sevgiyle pâdişahlar kul olur” der. Ve sorar: “âşıkıy çiyst?” yani, âşıklık nedir? Cevap verir: “Benim gibi ol da bil!.”

Allah’ı seven, Allah’ın yaratıklarını da sevecektir. Bu sevgi ve ilgi evrensel bir boyuta ulaşır. Mevlânâ’nın evrenselliği, tam da ihtiyacımız olan güzel bir ölçü verir:

Tıpkı bir pergel gibi; bir ayağım şeriatte (yani dinde, yani yerli ve millî değerlerde) sâbit olduğu halde, öteki ayağımla bütün kâinatı dolaşırım.”

Evet kendimizi, kendi değerlerimizi iyice tanımadan, bir ayağımızı sıkıca onlara basmadan, kendimiz olmadan evrensel olunmaz. Millî olmadan evrensel olunmaz. Kendimize has özelliğimiz olmazsa kimse bize itibar etmez. “Kendimiz olma”yı sağlayacak değerlerimizin başında da Mevlânâ ve benzerleri gelir.