Mevlânâ Gözüyle Mesnevî – Muhammed Ali EŞMELİ
Mevlânâ Gözüyle Mesnevî
Muhammed Ali EŞMELİ
“Mesnevî’den maksadım sensin. Mesnevî; dalları, gövdesi ve kökü ile tamamıyla senindir. Mesnevî’nin sözlerinden maksadım; senin sırrındır. Onu meydana getirmekten maksadım, senin sesini duymaktır.”
diyerek Mesnevî’sine başlayan Hazret-i Mevlânâ, bu muhteşem eseri yazmaktaki gayesi etrafında mecaz yoluyla şunları söyler:
“Dere derin bir yerde akıyordu. Susamış bir adam da orada bulunan bir ceviz ağacına tırmanmıştı. Ağacı silkeliyordu. Ceviz ağacından suya cevizler düştükçe, sudan ses geliyordu. Hem de suyun üstünde küçük dalgalar, kabarcıklar görünüyordu.
Akıllı bir kişi bu hâli gördü de şöyle dedi:
–Ey yiğit! Bırak şu işi, cevizler seni daha fazla susatır. Suya birçok ceviz düşüyor, ama su senden uzakta ve pek derindedir. Sen zorlukla aşağıya ininceye kadar, derenin suyu cevizleri daha da uzağa götürür.
Ağaçtaki adam dedi ki:
–Benim ağacı silkmekten maksadım, ceviz toplamak değildir. Görünüşe bakma da maksadımı anlamaya çalış. Maksadım; suyun sesinin gelmesi, onu işitmem, hem de su kabarcıklarını seyretmemdir.”
Bu ifadeler Hazret-i Mevlânâ’nın kendi gönül âlemine ait yazma sırrıdır. Maksadı, su sesinin gelmesidir. Yani iç âlemindeki hakikatleri dış âleme yansıtabilmek ve böylece gönülleri birçok ilâhî sırra âşina edebilmektir. Ancak kastı, bundan ibaret değildir. Sadr-ı Cihan’ın bir diğer maksadı da bu eserin yazılmasına vesile olan Hüsameddin Çelebi misâli güzel ve seçkin gönüllerin yetişmesidir. Onların iç âlemlerini de olgunluk ikliminde tecellî ettirmektir. Hüsameddin Çelebi’nin şahsında onun gibi aşk ve hakikat taliplerine buyurur ki:
“Ey Hak ziyası Hüsameddin! Benim de bu Mesnevî’den maksadım sensin. Mesnevî; dalları, gövdesi ve kökü ile tamamıyla senindir. Mesnevî’nin sözlerinden maksadım; senin sırrındır. Onu meydana getirmekten maksadım, senin sesini duymaktır.”
Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın gönül ve ilham dili, Hüsameddin Çelebi vesilesiyle konuşmuştur. Çünkü sırlar muhataplara göre açılır. Eğer muhatap yoksa dil suskunlaşır. Bir bülbül, dikenin karşısında lâl olur, ancak gülü görünce şakımaya başlar. Bu gerçeğe istinaden Hazret-i Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi’ye der ki:
“Ey Hak ışığı olan Hüsameddin! Sen öyle üstün bir ersin ki, Mesnevî senin nûrunla aydınlandı, aydan daha parlak bir hâle geldi. Ey kendisinden birçok şeyler umulan büyük insan, senin himmetinin, kereminin bu Mesnevî’yi nerelere kadar götüreceğini Allah bilir.
Mesnevî koşup gitmede, ama onu çekip götüren görünmüyor. Görünmüyor ama herkese değil, sadece gönül gözü kapalı olan gâfillere görünmüyor.
Mesnevî’ye başlamaya sen sebep oldun; artarsa, uzarsa yine sen artırır, uzatırsın. Sen böyle istiyorsan, Allah da böyle istiyor demektir. Çünkü Allah, takvâ sahiplerinin dilediklerini verir.
Önce sen kendi varlığını Allah’a verdin, karşılık olarak da Allah, varlığını sana verdi. Mesnevî’nin sana binlerce şükrü var. Sana dualar etmek, şükretmek için avuçlarını açmıştır.
Allah Mesnevî’nin dili ile, eli ile sana şükrettiğini gördü de kerem etti. Lütuf buyurdu, keremini, lütfunu artırdıkça artırdı. Mesnevî de artıyorsa, uzuyorsa, bu yüzden artıyor ve uzuyor. Yoksa çok sahifeli, büyük görünmek için, lâf olsun diye değil.
Biz seninle, üzüm asmasının yaz mevsiminden hoşlandığı gibi hoşuz. Hükmediyorsan haydi Mesnevî’yi çek götür; biz de çekip uzatalım. «Sabır, neşenin ve rahata kavuşmanın anahtarıdır.» sırrının emîri, beyi olan Hüsameddin, Mesnevî’yi; bu beyitler kervanını hacca kadar çek götür.”
İfade ettiğimiz gibi Hazret-i Mevlânâ’nın söz ikliminde âdeta ilham ile Hüsameddin harman olmuştur. Hazret-i Mevlânâ, söylediklerini, Hüsameddin gibi bir aynada görmeden konuşmayacağı için yukarıdaki ifadelere ilaveten ona şöyle seslenir:
“Ey Hüsameddin! Harfleri, kelimeleri bir araya getirerek şekil, sûret meydana getirmek bizden, onlara rûh vermek de senden. Hayır, yanlış söyledim, bu da senden o da senden.
Mesnevî’yi, insanı Hakk’a götüren geniş, ferah, mânevî bir yol hâline koy. Onun mânâsı gizli olan hikâyelerini açıklığa kavuştur, onlara can ver. Can ver de Mesnevî’nin bütün harfleri akıl olsun, can kesilsin, ölümsüz can diyarına doğru uçsun, gitsin.
Zaten onlar, senin himmetinle senin çalışmanla ruh âleminden geldiler, harf oldular. Harf tuzağına düştüler. O tuzakta mahpus kaldılar.
Dünyada ömrün Hızır gibi cana can katsın, düşkünlerin ellerini tutsun, ölümsüz olsun. Hızır ve İlyas gibi, dünyalar durdukça dur. Böylece yeryüzü lütfunla gökyüzü hâline gelsin.
Kem gözlülerin nazarından korkmasam, lütfunun yüzde birini söylerdim. Fakat ben nefesi zehirli, kem gözlerden, can yakan ne yaralar aldım. Onun için senin hâlini, ancak başkalarının hâllerini anlatarak, remiz yolu ile söylüyorum.
Madem ki bir fidan diktik, ona su ver. Madem ki onun mânâlarını açtık, dilimdeki bağı çöz de, daha derinlere ineyim.”
Bütün bu sözlerin özü:
«Mesnevî’yi tam anla! Bütün gücünle anla ki, Mesnevî sana açılsın. Böylece ben anlatmaya devam edeyim, sen de yazmaya devam et!» demektir.
Zaten Hüsameddin Çelebi de, böyle bir vazifeye sevdalanmış, kendini buna adamıştır. Cân u gönülden talep ve hizmet hâlindedir. Hazret-i Mevlânâ, onun bu şevkini şöyle takdir eder:
“Şimdi ben de, bu güzel Mesnevî yazılırken, Hak ziyası Hüsameddin’e, tıpkı öyle söylüyorum! Ben, irşada ait bir bahsi kısa kesersem, Hüsameddin, yüz çeşit bahane ile beni söyletmeye çalışıyor.”
Hüsameddin’in bu denli rolü dolayısıyla Mevlânâ, Mesnevî’nin adını «Hüsâmî-nâme» olarak da yâd eder:
“Ey gönüllerin hayatı Hüsameddin, çoktan beri, Mesnevî’nin bu altıncı cildinin yazılmasını istemektesin. «Hüsâmî-nâme», senin gibi çok bilgili bir insanın himmeti ile, gayreti ile dünyayı dolaşmakta, herkesçe tanınmaktadır. Ey manevî er, Mesnevî’nin son cildi olan altıncı cildi de sana armağan olarak sunmaktayım.”
Çünkü Hazret-i Mevlânâ, susmak istediği ve yazmayı arzu etmediği anlar olunca, talebesi Hüsameddin araya girip de onu konuşturmak için çırpınmış ve Mesnevî’nin meydana gelmesinde büyük emekler sarf etmiştir. Bu itibarla Hazret-i Pîr, ona karşı hoşnutluk ve hoşgörüsünü şöyle dile getirir:
“Ey Celâl sahibi Allah’ın ziyası olan Hüsameddin; hakikati gördüğün hâlde neden söz istiyorsun?
Gâliba, senin bu isteğin, ezelî sevgiliye olan fazla muhabbetten ileri geliyor! Bir Arap şairin sâkîye; «Bana şarap ver ve ‘Bu şaraptır!’ de!» demesi gibi. Onun kadehi şu anda senin ağzındadır, fakat kulak da; «Kulağın payını ver!» demektedir!
Ey kulak; senin payın, sevgiliye dair olan sözlerden coşmak, mest olmaktır! İşte sana coşkunluk ve mestlik verecek sözler! Fakat kulak «Ben bundan daha fazlasını istiyorum; benim düşkünlüğüm, bundan daha fazla!» diyor!”
Fakat yine de Hazret-i Mevlânâ, içinde kaynayan deryaya göre sözü kısa ve özlü söyleme yolunu tutmuştur. Bir bakıma 26 bin beyitlik Mesnevî, onun söyleyebileceklerinin binde biri bile değildir. Bu gerçeği şöyle dile getirir:
“Ey mânâ eri, gönül uyanıklığını anlatsak, binlerce Mesnevî’ye sığmaz!
Dehşetinden göklerin bile titrediği azabı, o kahrı anlatsam, bu Mesnevî’ye sığmaz!
Kin denizinin, yani Kızıldeniz’in Firavun’a neler yaptığını, şu yeryüzünün Kārun’u yuttuğunu…
Ebâbil kuşlarının Fil Ashâbı’na neler ettiğini, bir sivrisineğin Nemrud’un başını nasıl yediğini..
Davud -aleyhisselâm- eli ile taşı kaldırıp atınca, taşın altı yüz parça olup bir orduyu kırıp geçirdiğini…
Hazret-i Lût’un düşmanları üstüne taş yağdırdığını ve onları kapkara suyun içinde dalgaların yuttuğunu, boğulup gittiklerini bilmiyor musun?
Dünyada senin cansız sandığın şeylerin, Allah’ın emri ile peygamberlere nasıl yardım ettiklerini söylersem…
Mesnevî o kadar büyür ki, o derece hacimli olur ki, kırk deve bile onu taşıyamaz, âciz kalır.
Hülâsa; her kim Allah’ı severse, isterse, Allah da ona rağbet eder, onu sever. Bunu anlatmaya, açıklamaya kalkışsam, Mesnevî seksen cilt de olsa, sonu gelmez.
Ormanda ağaçlar kalem olsa, derya da mürekkep olsa, yine Mesnevî’ye son yoktur. Dünya var oldukça, insanlar yaşadıkça, Mesnevî’nin şiiri de yaşar durur, okunur, zevk alınır.
Dünyada toprak kalmasa, balçık da kuruyup tozsa, Mesnevî’nin hakikat denizi coşar, köpürür. Köpüklerinden kıyılarında yeni topraklar meydana gelir.”
Bu ifadeler, Hazret-i Mevlânâ’nın engin gönül dünyasındaki sonsuzluk ufkunu ve basiretini de göstermektedir. O, insanı, basamak basamak yüceliklere doğru götüren beyitler yazmış, tefekkür sahasını alabildiğine açmış ve onun aşk bahçesi, bütün bir kâinat olmuştur. Bu sebeple Mesnevî, onu vukûfiyetle okuyanlara bin bir kanat takmakta, derinleştirmekte, enginleştirmekte, zâhirde de bâtında da ötelere, daha ötelere götürmektedir. Bu hususta Yahyâ Kemâl’in:
“Türkler Viyana’ya, bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak gitmişlerdir.” ifadesi, doğru bir tespittir.
Ancak buna bir ilave yapmak lâzım. Mesnevî, Viyana’dan daha ötelere gitmiştir. Tüm kıt’alara kadar. Nihayet bugün tahtı ve saltanatı, bütün dünyaya şâmil olmuştur. Hazret-i Mevlânâ’nın yukarıdaki beyitler içerisinde «yeni topraklar» ifadesi de âdeta bir keramet olarak tecellî etmiştir. Bu ifade aynı zamanda Mesnevî etrafında yapılan yığınla çalışma ve hakkında yazılan sayısız eserleri de içine almaktadır ki, bu da, Hazret-i Mevlânâ’nın yüzyılları aşan bakışı, basireti ve muvaffakıyetidir. Bugün öz ve söz vadisinde en büyük ihtiyaç, o bakış, o basiret ve o muvaffakıyettir. Mevlânâ’daki aşk ve derinliktir. Ondaki heyecan ve ifade tecellîsidir.
Ancak böyle bir kıvam için Hazret-i Mevlânâ, damıta damıta altı cilde sığdırdığı ve kırk devenin taşıyamayacağı kadar çok ve ağır bilgilerin derinliğine inilmesini ister. Söylenenlerin sırrına vâkıf olabilmek için Mesnevî’yi yaşamak dâhil, bazı şartlar koşar:
“Sen Mesnevî’yi sadece okumak yahut yalnız dinlemekle istifade edebileceğini mi sanıyorsun? Ondan feyz almak için önce îman sahibi olmak, sonra onun ettiği tavsiyeleri tutmak ve Mesnevî’yi yaşamak gerekmektedir. (Çünkü Mesnevî’nin kaynağı Kur’ân ve sünnettir.)
Sen yüksek hakikatler, ilâhî hikmetler, gizli sırlar kolayca kulağına girer, ağzına, aklına geliverir mi sanıyorsun? ”
Yazılanları nasıl bir dağarcık ve aşk ile dile getirdiğine işaretten sonra Hazret-i Mevlânâ, söyledikleriyle ilgili sırları perde perde bize şöyle açar:
“Harfin görünüşünü, sözün duyuluşunu mânâ bağına, o güzel bahçeye dikilmiş eşek başı bil.
Ey Hak ziyası Hüsameddin! Şu eşek başını getir de o kavun-karpuz tarlasına dik. Eşek, derisi yüzüldüğü yerde ölüp gitti. Sen de onun başını getir dik de, bostana başka bir gelişme sağlasın.
Olabilir ki, ince, üstü kapalı olan sırlar, gizli kinayelerden kurtularak daha açık, daha anlaşılır bir tarzda ifade edilir.
Sır, ancak sırrı bilene söylenir, bu sırdan anlayana açılır. Sır onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez.
Dün gece biraz bir şey yemiştim; yemeseydim söz yularını, senin anlayışının eline tam verirdim. Yani konuyu daha çok açıklardım.
Aslında, dün gece biraz bir şey yemiştim demem de masal… Çünkü her ne gelirse O’ndan, o müsebbibu’l-esbâb olan Allah’tan geliyor.”
Bağrındakileri dile dökebilmek için yediklerinin bile tesiri üzerinde duran Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’deki asıl muvaffakıyetin Allah’tan olduğu şuurundadır. Bu itibarla yazarken tefekküre nispetle tevekküle daha çok sarılır. Mesnevî’yi yazmayı nasip eden ilâhî kaderin hükmüne sığınarak eserini bitirebilme endişesi içerisinde Cenâb-ı Hakk’a niyaz eyler:
“Ey gönlümdeki istekleri, doğacak çocuk gibi oynatıp duran Rabb’im! Mademki şu Mesnevî’nin tamamlanmasını istiyorsun; onun yazılmasını kolaylaştır, yol göster, beni başarıya ulaştır. Müsaade et de, kitap tamamlansın. Eğer başarımı istemiyorsan, bu isteği benden al, beni Mesnevî ile meşgul etme!
Sen’in iraden, Sen’in yardımın olmadan gece gündüz şiir söylemeye, kâfiyeler bulmaya kimin gücü yeter? Ey her şeyi bilen Allah’ım! Şiir de, cinas da, kâfiyeler de korkudan Sen’in emrine kul, köle olmuşlardır.”
Meseleyi şiir mevzuuna getiren Hazret-i Mevlânâ, bu hususta ilâhî ilhamın en temel şart olduğunu bilmektedir. Kendisinin yaptığı da, Hak’tan gelen ilhamı, belli bir üslûp ve tarz içerisinde ifadeye dökmektir. Ancak bunda da ince bir sanat zevki ve kabiliyetini gerekli görür ve şiirde bir müzehhip titizliğinde işçilik ister. Der ki:
“Tashihsiz yazan ancak Cenâb-ı Hak’tır…”
Çünkü şiir yazarken ilk akla gelenlerin tashihten geçmemiş hâlleri, sadece ham malzemedir. Bunlardan kimi, mobilya yapılacak ağaç tomrukları gibidir. Ustasının elinde iyice işlenmezse, şiire değil ancak sobaya malzeme olurlar.
Yani şuurla aynı kökten gelen şiir, bin bir maharet ve gayret ister. Fakat öncelikle gönül mahsûlü olmalıdır. Sonra da muhatapların hâllerine göre işlenmelidir. Çünkü netice itibarıyla Hazret-i Mevlânâ’nın yazmasına sebep ve enerji, Hüsameddin olmuştur. Eğer Hüsameddin olmasaydı, Mevlânâ yazamazdı. Mesnevî’yi yazarken o Sadr-ı Cihan’ın karşısında eğer Şems olsaydı belki binlerce beyit daha yazılacaktı ve mevcut altı cilt, kim bilir yüzlerce cilt hâline gelecekti…
İşte şiir böylesi incelikler etrafından şekillenen gönül ve ruhtan tezahür eden incilerdir. Zihin, şiir meselinde sadece bir yardımcıdan ibarettir. Yani sırf zihnî gayretle şiir yazılmaz. O, illâ ki kaynamaya başlayan bir gönülden fışkırmalıdır. Aşk bulutunun hikmet damlaları olarak yağmalıdır. Yoksa boş şeyleri şiir olarak kaleme almak, kelimeleri katletmekten başka bir şey değildir. Böyle bir katlin mezbahanesi olan bayağı şiirlere de ancak acınır.
Şiirde Mevlânâ’nın üzerinde durduğu ilham ve irfan güneşi penceresinden bakıldığında görülecektir ki baştanbaşa kâinat, ilâhî şiirlerle doludur. Her yanda sessiz şiirler âlemi süslemektedir. Ve bu tabiî şiirler, ancak Hakk’a yaklaşanların gönlünde tezahür etmektedir. Mehmed Âkif, işte bu nazarla bakıp da kızgın çöllerin ortasında bir cennet bahçesi misâli yer alan Ravza-i Mutahhara’yı anlatırken ne güzel söyler:
O cehennem gibi vâdîde bu cennet ne güzel!
En büyük şi’r-i tezâdın mıdır, ey Hüsn-i Ezel?
Sana bir mısra’-ı bercestedir etmiş ki sünûh:
Duyar ammâ varamaz yükselen âhengine rûh.
Çünkü içinde Hazret-i Peygamber’in bulunduğu kubbe-i hadrâ, âdeta bir mısra-ı bercestedir. Yani bir bakıma mânâ verilemeyen, kelimenin hududunu sonsuzlaştıran bir şiir…
Ezan da böyle bir mısra-ı berceste gibidir. Dinleyenin gönlüne göre her vakit bin bir mânâ açar.
Hâsılı şiir, işte bu ilâhî denge ve âhenge yaklaşabildiği ölçüde gerçek ve ölümsüz bir şiir olur. İşte Hazret-i Mevlânâ, bunu başarmıştır. Bunu başardığı için ona, artık kâfiye de ölçü de sadece bir vasıtadır. Ayak bağı değildir. Kanattır, boyundaki kement değildir. Şiir yazarken kâfiye düşünmeye ihtiyaç yoktur, o kendiliğinden doğar artık. Düşünülecek olan sadece mâşuktur. Bu noktaya gelişini Hazret-i Pîr, şöyle anlatır:
“O’nun aşkıyla söylediğim Mesnevî beyitlerinin düzgün ve kâfiyeli olmasını düşünüyorum. Sevgilim ise, bana; «Benim yüzümden başka bir şey düşünme.» diyor.
Ey benim kâfiye düşünenim, benim karşımda hoşça otur, sen benim için devlet ve saadet kâfiyesisin. Duyguların açığa vurulması için kâfiyeye, harfe ne lüzum var? Harf nedir ki, sen onu düşünüyorsun? Harf nedir? Üzüm bağının, aşk bahçesinin dikenden duvarı.
Harfi de, sesi de, sözü de, birbirine vurup kırayım da bu üçü olmadan seninle konuşayım, duygularımı sana açayım.”
Böyle bir kıvamda yine Mevlânâ’nın ifadesiyle:
“Onlarca güzel bir şiir, yüz top kumaştan daha iyidir. Hele deniz dibinden inci çıkaran, yani o vakte kadar söylenmemiş söz bulup söyleyen bir şairin şiiri olursa…
Bilmeli ki söz; harfi, sesi, nefesi bırakınca, hepsinden ayrılınca deniz kesilir. Söz söyleyen de, söz dinleyen de, sözler de her üçü de sonunda can olur.”
Bahsedilen bu noktalarda bir kesinti ve tıkanıklık olursa, gönüldekiler kalemin ucuna akmaz hâle gelir, araya fâsıla girer. Aslında bu fâsıla anları da şiir denilen hilâlin dolunay hâline gelme aşamalarıdır. Yani verilen fâsılalar, ortaya çıkacak olan mahsûlün hazırlık harmanından ibarettir. Yine bazı fâsılalar, tıpkı bulutun yağmaya başlayacak kadar bir yoğunluk elde etmesi için geçen zaman gibidir. Bu bakımdan Hazret-i Mevlânâ, yazmaya zaman zaman ara verse de aynı heyecan ve şevk içinde kaldığı yerden Mesnevî’ye devam etmiştir:
“Bu Mesnevî’nin yazılması bir müddet gecikti. Kanın süt hâline gelmesi için bir zaman lâzımdır. Ey hakikati arayan kişi! Senin bahtın, yeni bir çocuk doğurmadıkça, kan, tatlı süt hâline gelmez. Bunu iyi dinle.
Hak’ın nûru olan Hüsameddin Çelebi, mânâ âleminin yüceliklerinden, yine bu âleme yöneldi. İlahî sevgi ile kendinden geçmiş «mahv» olmuşken, tekrar «sahv»e yani kendine geldi.
O, mânen yükselmiş, hakikatler mîracına gitmişti. Bu yüzden onun baharı olmayınca, irfan goncaları açılmamıştı. Yani Mesnevî yazılmasına devam edilmemişti.
Hüsameddin Çelebi, vahdet denizinden, kesret kıyısına dönünce, Mesnevî şiirinin çengi de, yeniden düzene girdi, çalışmaya başladı.
Sanki bir bülbül buradan uçup gitti. Benim gönlümdeki mânâları avlamak için, yani beni söyletmek için, doğan kuşu oldu da yine geri geldi.
Padişahın bileği, bir doğan kuşunun yurdu olsun. Bu hakikat kapısı, ebedî olarak açık kalsın… Âmîn!..
Ey Hakk’ın ışığı olan Hüsameddin! Hastalığın yüzünden geç yazmaya başladığın için özür dilemeyi bırak da, Allah’ın sırlar hazinesini aç!
Senin gücünü, kuvvetini veren Allah’tır. Yoksa bedeninde duyduğun sıcaklık, atan damarlarından değildir. Şu güneş kandilinin de parlaklığı; fitilden, pamuktan, yağdan değildir. O göz kamaştırıcı parlaklık, Allah’ın ona ihsan ettiği nurdandır. Her zaman şu başımızın üstünde duran gök kubbenin de çok yukarılarda duruşunun; direkle, iple ilgisi yoktur.
Cebrâil -aleyhisselâm-’ın da akıl almaz kuvveti, mutfakta pişen yemekten değildir. Yaratan ve kullarını seven Allah’ın kuvvetindendir. Bunun gibi, Hakk’ın «abdal» olan has kullarının mânevî güçlerini, kuvvetlerini de; yemekten, tabaktan değil, Hak’tan bil!”
Hazret-i Mevlânâ, şiirde bu bilgiler ışığında yazabilmek için âdeta beynini de gönlünü de bir mum gibi aşk ateşinde erittiğinden dolayı zaman zaman yorulur ve Hüsameddin’e der ki:
“Bu nükteyi başka bir yerde anlatmak sana borcum olsun, ey Mesnevî’yi yazan Hüsameddin Çelebi, şimdi bana mühlet ver, yoruldum, hâlim yok; artık susayım.”
O aşk kutbu Mevlânâ, bazen de kendinin ilhamında veya Hüsameddin’in heyecanında bir kabz/tutukluk hâli sezerse yazmaya ara vermiştir:
“Ey aziz varlık, ey Hüsameddin, ben bir iki lokma yemeden evvel, alışmış olduğun gibi Mesnevî’nin mânevî ekmeğini yiyordun.
Şimdi, o alışkanlıkla bu kuru, tatsız ekmeği de yemeğe kalkışıyorsun. Fakat, mânâ artık toprakla karıştı. O ekmek, toprağa bulandı. Kaskatı, dili ve damağı yırtar bir hâle geldi. Ey deve gibi sabırlı ve uysal olan Hüsameddin, artık bu ottan perhiz et, ondan sakın.
Söz toprakla iyice karıştı, su busbulanık geliyor. Kuyunun ağzını kapa. Kapat da, Cenâb-ı Hak onu yine durultsun, hoş bir hâle getirsin, gönül kuyusunu bulandıran Allah, onu elbette bir gün durultur ve mânevî feyizle doldurur.
Dilek ve isteği ancak sabır elde ettirir. Sen de sabret, acele etme ki Mesnevî’nin devamına olan arzun artsın, doğruyu en iyi bilen Allah’tır.”
Mesnevî’yi yazarken bu denli titizlik, aşk ve gayretler neticesinde ortaya çıkan yüksek eseri, ters bakışlarla haksız yere tenkit edenler, o devirlerde olmuştur. Bunlardan arsız hicivlere kalkışanlara Hazret-i Mevlânâ’nın cevabı, Mesnevî sekineti içindedir. Der ki:
“Abdalın biri ansızın eşek ahırından başını çıkarmış da, her şeyi kınayan ihtiyar bir kadın gibi demiş ki:
«Bu söz (yani Mesnevî) değersiz bir eserdir. Onda ne var ki? Peygamber’in hikâyesini mi, Peygamber’e uymayı mı anlatıyor? Velîlerin ulaştıkları makamlardan, onların kerametlerinden ve yüce sözlerinden bahis yok. Cenâb-ı Hak’tan başka, her şeyden vazgeçerek, yokluk mertebesine ulaşmaktan ve Allah’a kavuşmak için basamak basamak yukarılara doğru yükselmekten Mesnevî’de söz edilmemektedir.»
Bunu derken düşünmüyor ki, Allah’ın kitabına da, yani Kur’ân’a da bu sözler söylendi. Kâfirler, onu da böyle kınadılar. Dediler ki: «Bunlar, geçmiş zamanlarda gelen insanların hikâyeleri, eskimiş masalları, bunda öyle derin bahisler, hakikatlere dair sözler yok. Küçük çocuklar bile bunu anlıyor, hoşa gidecek, gitmeyecek, yapılacak, yapılmayacak şeyleri anlatıyor. Yusuf ve onun, büklüm büklüm, halka halka saçları anlatılmada, Yâkub ile Züleyhâ’nın gam ve kederleri söylenmektedir. Bunlar meydanda olan şeyler, bunları herkes anlar, bilir. Orada, aklın derinliklerinde kaybolacağı bahisler yok.»
Böyle itiraz edenlere karşı Cenâb-ı Hak da buyurdu ki: «Eğer bu sana kolay görülüyorsa, sen de bu çeşit kolay ve basit bir sûre söyleyiver.»”
Hazret-i Mevlânâ haksız tenkitlere bu şekilde cevap verdikten sonra Mesnevî’ye kaba gözlerle bakıp onu sadece bir hikâye kitabı zannedenlere de şu mukabelede bulunur:
“Kardeşim, hikâye ölçeğe benzer. Mânâ da içindeki tanedir. Akıllı kişi, mânâ tanesini alır, alınıp götürülse bile ölçeğe bakmaz.
Her ne kadar aralarında bir söz yoksa da, sen gül ile bülbülün arasında geçenlere kulak ver; bunlar için yazılan şiirleri oku!
Azîz dost! Mum ile pervanenin başından geçenleri, oluşturulan hikâyeleri dinle de, sen söylenenlerin ötesine geç, mânâsını anla!
Aslında bunlar arasında bir söz yok, macera yok, ama sözün sırrı var, mânâsı var. Sen kendine gel de yükseklerde uç! Mânâ yönüne var, baykuş gibi aşağılarda uçma!
Sûrette kalan nice kişiler Mesnevî’yi fıkralardan, hikâyelerden ibaret sanırlar. Bu zanları yüzünden dövüşte yenilmiş koç gibi geri geri giderler.
Kim bu Mesnevî’yi masal diye okursa, onun için masaldır. Fakat kendisinin hâlini bu kitapta gören kişi de er kişidir.
Çocuklar masal söylerler, eğlenirler, ama masallarda nice sırlar, nice öğütler vardır. Masallar arasında alaylar da vardır, saçma sapan sözler de bulunur. Fakat sen yıkık yerlerde define aramaya bak!
Bil ki Hakk’ı arayanlar için bu söylenilen sözler hikâye değildir. Sâdık ve merhametli olan mânâ dostunun huzurunda durumu anlatmaktır.
Yine bil ki şaka ve latîfe de bir şey öğretmeye yarar. Onu ciddî olarak dinle, güldürücü fıkranın ve hikâyenin dış yüzünde kalma. Gerçek olan, ciddî olan her şey bile alaycılara göre alaydır. Fakat böyle alaylı fıkralar, akıllı kişilere göre gerçektir, ciddîdir. Derin mânâlar taşır.”
İşte Mesnevî…
Mecaz semâlarından ötelere ulaşmış hakikat ve irfan sayfaları. Aşk yaprakları. Ezelî muhabbetin kitabı…
Hayalleri, hayalperestlikten çıkartıp gerçeğin hizmetçisi yapan bir gönül eseri… Masal ve fıkraları bile hakikatin eşiği hâline getiren bir mânâ iksiri…
İçerisinde her çeşit aklı da gönlü de pişiren mâneviyat, muhabbet ve mârifetler fırını…
Kâfir olsun, mü’min olsun herkesin ebedî ihtiyacı olan yüce Kur’ân’ın ve Hazret-i Peygamber’in mutfağında hazırlanmış îman ve irfan gıdası…
Bu itibarla;
Şimdiye kadar bilinen bilinmeyen kaç kişi Mesnevî sofrasında hidayet kevserini içti. Onun semasından beslendi. Kaç meçhul kişi de onun testisinden hidayet beklemektedir…
Onun için Mesnevî, okuduğumuz eserlerin ilk sıralarında yer almalı… Çünkü o zaman Mesnevî’yi Mevlânâ’nın gözüyle tanıyabilmek ve anlayabilmek biraz daha mümkün olacaktır.
O zaman belki de yeniden Viyana’ya diyeceğiz. Sonra daha ötelere diyeceğiz. Sonra Mesnevî’nin ulaştığı her yere biz de kanat açabileceğiz…