MEVLÂNA DOSTLARI – Feyzi HALICI
MEVLÂNA DOSTLARI
Feyzi HALICI
Bizim nesil Mevlâna sevgisiyle doğdu, büyüdü. Doğduğum ev Mevlâna Türbesinin hemen arkasında Celâl sokağında idi. Bütün Çelebi ailesi bu mahallede otururlardı. Ezanı Muhammedi ile birlikte kulaklarıma ney seslerinin de döküldüğünü anam söyler. Her Cuma, Mevlâna Dergahında Mevlevî mukabelesi yapılır, mukabeleden sonra ziyaretçilere aşure ikram edilirmiş. Bu aşurelerden de epeyce nasibimizi almışız. Konya’nın tarih, kültür ye inanç dunyasında gönüller sultanı Mevlâna’nın sevgisiyle bir fidan gibi boy verdik. Çocukluk günlerimin şiir dolu akvaryumunda ilk yayınlanan şiirimi Mevlâna sevgisine adamıştım. Bir dörtlüğü şöyleydi: “Dört bir köşesinde eski eserler/ Camiler, türbeler yükselmiş yer yer/ Ney sesiyle dolmuş taşmış bu yerler/ Bu makamla şakır kuşu Konya’nın… Bu bir Konya şiiridir. Amma ne çıkar. Konya demek Mevlâna demektir. Bir inanç adamının, bir mutasavvıfın, dahası bir aşk adamının Konyamıza mührünü vurmuş olması madde ye mâna olarak en büyük kazançtır.
Mevlâna Anma Törenleri konferanslar halinde 1950 yılından önce başladı. 1943 yılında Konya Halkevi Kültür Dergisi Mevlâna özel sayısı yayınlamıştı. Mevlâna’nın Hak’ka vuslatının 670. yılını anmak için 17 Aralık 1942 gecesi bir toplantı yapılmıştı. Avukat Hulki Karagülle’nin başkanlığında bu toplantıya (şahsen veya bildirileriyle) katılan Mevlâna dostları’ndan bir kısmının isimlerini yazıyorum: Zamanın Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, Veled Çelebi, Ferid Kam, Halit Ziya Uşaklıgil, Prof. Dr. M. Ali Ayni, Fuat Hulûsi Demirelli, Mithat Baharî, Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu, Or. Osman Şevki UIudağ, Tahir Olgun, M. Muhlis Koner, İbnül Emin M. Kemal, Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Mehmet Kadir Keçeoğlu (Yaman Dede), Sadettin Nüzhet Ergun, Naci Fikret Baştak, Midhat Şakir Altan, Sait Sungur, Muvaffak Sami Onat, Cenap Kendi, Şahabettin Uzluk. Bu muhterem zevatın yüzde doksan beşi Hak’kın rahmetine ulaştılar. Ruhları şad olsun… Mevlâna’yı Anma törenleri elli’li yıllara kadar yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi görkemli bir şekilde olmamakla beraber Muhlis Koner üstadın başkanlığında konferanslar halinde devam etti. 1952 yılından itibaren Mithat Baharî Beytur, sonra da Sadettin Heper başkanlığında İstanbul ve Ankara’dan Konya’ya gelen mutrip heyeti Mevlevi müziğinden, Âyin-i Şeriflerden ve saz eserlerinden örnekler verdiler. 1950-1960 yılları arası Mevlevi Semâ Gösterileri için âdeta bir hazırlık dönemi oldu. 1960 yılından itibaren tam anlamıyla mutrıp ve sema heyetlerinin katılmalarıyla semâ törenleri icrâ edilmeğe başlandı. Ve bu gün milletlerarası bir ilgiye kavuştu.
Gönüller Sultanı Mevlâna Celâleddin yedi yüz yıldır insanlık âlemine, bir “Yaşama sevinci” sunuyor. Onları hiç bir zaman ümitsizliğe düşürmüyor. Bir öğretmen olarak onları, ahlâkın, faziletin, dürüstlüğün, iyilik ve yardımseverliğin potasında yuğuruyor. İnsanoğluna ölümün bile güzelliğini tatlı mısralarla, öz düşüncelerle ne güzel anlatıyor. Ölümü, Mevlâna “Düğün Gecesi”, “Vuslat Gecesi” olarak yorumluyor. İnsanı “Eşrefi mahlûkat” olarak arştan bile yüce tutuyor. Hak’kın birliği yolunda insanlar arasında asla bir ayırım yapmıyor. İnsanoğluna şiirin altın kalıpları içinde şöyle sesleniyor: “Ey dost, sevgiyle eşiz, dostuz seninle. Her nereye ayak basarsan, yeryüzü kesiliriz sana.” Mevlâna, bir insanın günah işlemiş olsa da Hak’kın rahmetinden, mağfiretinden ümit kesmemesini, tövbe ve istiğfar kapısının son nefese kadar açık olduğunu, ve tekrar Hak yoluna dönmesi gerektiğini vaaz, şiir ve sohbetlerinde tekrar tekrar söylüyor. O, bütün eserlerinde İslâm’ın yüceliğini, Hak’kın rahmeti bol deryasını bir damla olarak da insanoğlunun katılmasını diliyor.
İslâmiyetteki hoşgörü Mevlâna’nın dilinde yumuşacık bir hale bürünür. Cenab-ı Hak Hz. Musa’ya bir hitabında; “Yâ Musa ben Rabbül mü’minin değil, Rabbül Âleminim” der. Bu hitap İslâm düşüncesine yeni ufuklar açmaktadır.
- yüzyılda Türk-İslâm düşüncesinin Mevlâna’nın diliyle bütün insanlık âlemini kucaklaması bütün dikkatleri Mevlâna’nın ve eserlerinin üzerine çekti. Mevlâna: “Bir ayağım İslâm prensipleri üzerinde diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” derken, aynı çağda yaşayan bir ümmî, gönül şairi Yunus Emre de; “Yetmiş iki milleti bir göz ile görmeyen/ Şar’ın evliyasıysa hakikatte âsidir” beytiyle aynı hoşgörüyü bütün insanlık âlemine sebil edercesine sunmaktadır. İslâm velileri, yukarıdaki iki örnekte görüldüğü gibi, Batı dünyasının karanlık bir cehalet deryasında bocaladığı sırada, tertemiz inancın, insan sevgisinin yanında olmuşlardır. Batı dünyası hem maddenin keşfiyle meşgul olurken, doğu âlemi insanın keşfiyle uğraşmıştır. İnsanı böylesine seven, böylesine önemsiyen, insanın sonsuz mutluluğunu dileyen gönül erlerine karşı batı insanının ilgisi geç te olsa başlamıştır. Şimdi Türk-İslâm düşüncesine ışık tutan, gönül erlerinin eserleri dünya ilim âleminde, dünya üniversitelerinde en ince nüanslarına kadar araştırma konusu yapılmaktadır.
Yıllar öncesi Güney Afrikalı bir zat Mevlâna törenlerine gelmişti. Esmer, sakallı, genç ve hareketli bir insandı. Kendisinin Güney Afrika İslâm Ulemâ Naibi olduğunu, Güney Afrikaya Konyalı bir hocanın 150-160 yıl öncesi gelerek İslâmiyeti yaydığını söyleyince hayranlıkla kendisine ismini sordum. İsmail Abdurrazzak dedi. Mevlâna’dan bahis açtı. Başladı Mesnevî’yi Farsçasından bülbül gibi okumaya. Üç gün Konya’da Mevlâna Törenlerini birlikte seyrettik. Görüşmelerde bulunduk. Bana sonunda şunları söyledi: “Niçin Mesnevîyi ve Hz. Mevlâna’nın diğer eserlerini her dile çevirmiyorsunuz? Mevlâna’yı bilen, onun eserlerini, Mesnevî’yi okuyan Hz. Mevlâna’ya âşık olur” dedi. Yine bir İhtifal sonrası salonda bulunan zevatı uğurluyordum. Baktım kalpaklı, mâvi gözlü bir zat, yanında bir genç, sahneyi tetkik ediyorlar. Kim olduklarını sordum. “Ben Azerbeycan’dan geliyorum. Kendim bestekârım” dedi. İsmini sordum; “Fikret Emirof” dedi. “Reyhan türküsünün bestekârı Emirof mu? “dedim. “Ta kendisi” diye karşılık verdi. Hemen dost oluverdik. Yanındaki genç Dış İşleri Bakanlığından bir mihmandar imiş. Hemence Şahin oteline götürdüm. Rahmetli Ulunay, Halil Can, Sadettin Heper, Ulvi Ergüner ve diğer arkadaşlarla sabaha kadar süren bir sohbette bulunduk. Ayrılırken bana şunları söyledi: “Senfonileri siz Avrupadan üç yüz yıl evvel bulduğunuz halde niye bu eserlerinizi Batıya tanıtmıyorsunuz? Bu akşam programda Rebab ve Ney taksimlerini dinledim, ikisi de gerçek Türk sazlarıdır. İnsan hançerisine bu kadar yakın başka bir enstrüman yoktur. Bu gece bu programda bulunmaktan sevinç ve gurur duyuyorum.” Fikret Emirof bir saz eseri besteleyip gönderme vaadinde de bulundu amma, ömrü vefa etmedi. Geçen yıl ölüm haberini aldık.
Geçen yıl Ankara radyosunda bir öğle programını dinliyordum. Arabamla Ankara’dan Konya’ya geliyordum. Konuşan Fransanın Strazburg Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü başkanı Prof. Dr. İrene Melikoff’tu. Türkiye’de ihtisas yaptığını, Türk tarihi ve edebiyatı üzerine araştırmaları bulunduğunu söyledikten sonra sözü Mevlâna’ya getirdi: “Mevlâna’nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz.”
Roma Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü başkanı Ord. Prof. Dr. Anna Masala bir uluslararası kongre için Konya’ya gelmişti. Bildirisinde şunları söylemişti: “Batı insanı maddeye esir oldu. Bu hal onu psikolojik bir bunalıma çekti götürdü. Siz Türkler engin bir gönül zenginliğine sahipsiniz. Sizde muhteşem bir tarih ve Kültür varlığı, hoşgörüye dayanan bir inânç sistemi var. Bu kutsal varlığa sahip olmasını biliniz. Bir gün batı dünyası, kendisine lâzım olan mânevî huzuru ve ferahlığı temin için sizin kapınızı çalacaktır!”
Batı dünyasının neyi aradığını otuz beş yıldan beri bilmekteyiz. Yılda en az beş yüz bin turist sahip olduğumuz inânç ve Kültür turizmimizden nasibini almak üzere yurdumuza, dolayısıyle Konya’mıza geliyorlar. Bu inânç yolunun başlangıcı Vaşingtondur. Londra, Paris, Roma üzerinden yurdumuza giren bu akım Konya’da da tevakkuf eyleyip Hz. Mevlâna’nın gönül eğitimini bir “Nefes sıhhat” örneği yudumladıktan sonra İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistanda son bulur. Dünya bir arayış içindedir. Dekart’ın “Düşünüyorum, o halde varım” düşüncesine ondan yüzlerce yıl önce “Hareket ediyorum, o halde varım” diyordu Mevlâna. “Ku ku” diye güvercinler gibi aramayı tavsiye ediyordu. Balıktan ay’a kadar cümle mevcudatın ve mahlûkatın arayış içinde olduğunu söylüyordu Mevlâna. İlâve ediyordu: “Bir can var canında o canı ara/ Ey yürüyüp giden dost bütün gücünle ara/ Ama dışarda değil, aradığını kendi içinde ara.”
Konya’mıza her gün yüzlerce gönül ve mânâ adamı geliyor. İnsanlar daimi bir hareket halindeler. Kimi gayb âleminden gelir, hiç bir iz bırakmadan, menzil bu menzil diye gönül erleriyle görüşür, sessizce çekip gider. Kimi dalgasını, denizini beraberinde getirir, ihtişam ile gözleri kamaştırır. Gönülleri yakar tutuşturur gider. Kiminin geldiğinden, gittiğinden kimsenin haberi bile olmaz.
Mevlâna örneği bir gönül eri de yedi yüz yıldır insanları Hak’kın birliğine, güzele, faydalıya, sınırsız, süresiz ve sonsuz bir mutluluğa ilahî bir sevgiyle, ilâhi bir gönül musikisiyle çağırıyor. Böylesi bir varlığa sahip olmanın âh, değerini bir bilebilsek…!