MEVLÂNA CELALEDDİN, SELÇUKLULAR, MOĞOLLAR
MEVLÂNA CELALEDDİN, SELÇUKLULAR, MOĞOLLAR[1]
“Selçuklu Türkiye’sindeki Moğol Gerçekliğinden, Günümüzde Ajan Çıkartmak”
İslam Ortaçağ dünyasında, gerek Büyük Selçuklular, gerekse Türkiye Selçukluları dönemlerinde yaşamış, ismi, kimliği, görevi bilinemeyen birçok devlet adamı, âlim, sufi ve bilim adamı vardır. Hakkında malumat sahibi olduğumuz İslam Ortaçağ ünlülerinin büyük bölümünün biyografilerinin detayları ise oldukça sınırlı olmakla birlikte hem bilimsel hem de öğretici yönde ne yazık ki tam anlamıyla tatmin edici değildir. Bunun birçok nedeninin detayına konumuz dâhilinde olmadığı için girmiyoruz. Lakin İslam Ortaçağ ünlülerinden biri var ki, bu söylenenlerin aksine, hatta önceki, sonraki ve kendi dönemlerindeki birçok büyük devlet adamı, âlim, sufi ve bilim adamından daha fazla hayatı hakkındaki detaylar, süzülmüş, berrak bilgilerle günümüze gelebilmiştir. Bu isim tabii ki XIII. yüzyılın Hanefî-Maturidî âlim ve ârifi Mevlâna Celâleddin’dir.
Mevlâna’nın biyografisinin bu kadar net ve berrak olmasının nedenleri, biri kendisi hayatta iken başlanan ve muhtemelen oğlu Sultan Veled tarafından bitirtilen, diğeri ise vefatından 45 yıl sonra torunu Arif Çelebi’nin isteğiyle başlanıp (718 h./1318 m.), 85 yıl sonra (754 h./1358 m.) tamamlanan iki menakıpnamesidir. Bunların yanı sıra, öncelikle oğlu Sultan Veled’in eserleri (Özellikle Velednâme/İbtidânâme olmak üzere İntihânâme, Dîvan, Rebâbnâme, Maârif), Şems-i Tebrizî’nin Makalât’ı, kendisine ait başta Mesnevî olmak üzere diğer eserleri (Dîvân, Fîhi mâ fih, Mecâlis-i Seb’a, Mektûbât), Seyyid Burhaneddin’in Maârif’i ile kısmen de olsa Selçuklu kroniklerinde yer alan bilgiler toplamında meydana gelen külliyat derecesindeki doğrudan dönemle alakalı kaynaklardır. İlk Hanefî tabakat kitabı sayılan, Abdülkadir el-Kureşî’ye ait ve XIV. yüzyılda kaleme alınan el-Cevâhirül muḍıyye fî ṭabaḳâtil Ḥanefiyye isimli kitapta da Baha Veled, Mevlâna ve oğlu Sultan Veled’e ayrı ayrı yer verilmiştir. Mevlâna’ya ait uzun bölümde onun Hanefî fakihi olduğu, aynı zamanda Hanefî fıkhı konusunda büyük bir otorite sayıldığı zikredilmiştir. XV. yüzyıl Nakşi mutasavvıfı Abdurrahman Câmi, bu külliyata farklı bilgilerle yenilerini eklemiş, çağdaşı Devletşah’da bu geleneği devam ettirerek, Mevlâna’dan 214, Eflâki’den de 129 yıl sonra yeni bilgi ve iddialarla Mevlâna biyografi külliyatının genişlemesini devam ettirmişlerdir. Yaşadığı dönemden itibaren Selçuklu Konya’sı ve İslam Coğrafyasının büyük bölümünde ismi duyulan Mevlâna’nın, aynı zamanda yetiştiği çevre, aldığı eğitim, okuduğu eserler, etkilendiği şahıslar sonucunda oluşturduğu birikim de bu kez onun ilim biyografisi hakkında detaylı bilgiler vermektedir. Babası Baha Veled ve onun Maârif’i bu kişiler ve eserlerin başındadır. Ebû Hanîfe Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî es-Semerkandî, Ahmed Gazzâlî, Muhammed Gazzâlî, Feridüddin Attar, Nizamî-i Aruzî-i Semerkandî, Ebû Nuaym İsfahânî, İbn Kuteybe, Ebû Saîd-i Ebül Hayr, Muhammed b. Münevver, Zemahşerî, Ebû Nasr es-Serrâc, Fahreddin Râzî, Ebül Hasan el-Harakânî, İbnül Arabî, Şems-i Tebrizî… gibi uzayıp giden kişiler ve onlara ait eserler bize bu ilim biyografisinin kesinlikle çok az bir miktarını vermektedir.
Elimizde özellikle Türkiye Selçuklularıyla ilgili belgelerin kısıtlı olmasının yanında, Mevlâna’nın her anlamda çeşitliliği bol bir külliyatla karşımızda durması onun hayatının her bir dönemiyle ilgili detayları öğrenmemizi kolaylaştırırken, keyifli bir İslam Ortaçağ okumasını da sağlamaktadır. Bu sebeptendir ki, onun yaşadığı yüzyıldan itibaren hem kendisi defalarca çeşitli bahislere konu olmuş hem de başta Mesnevî olmak üzere eserleri üzerine de büyük bir külliyat halini alan şerhler yapıla gelmiştir. Geleneksel Mevlâna okumaları özellikle Osmanlı yüzyıllarında büyük bir yekûnu kaplarken, onun öğretileri sayesinde başta İslam dünyası olmak üzere tüm dünyada Mevlâna, İslam’ın sağlam kaideler üzerindeki güler yüzü olmuştur. Günümüzde ise Mevlâna portresi bu yüzünü halen ziyadesiyle korurken, çok da alışık olunmayan iddia ve ithamlar dolayısıyla farklı bir şekilde de gündemdedir artık.
Aşağıdaki tabloda Mevlâna’nın doğumundan vefatına dek kendi hayatındaki önemli gelişmeler çerçevesinde, bu yüzyıldaki Türkiye Selçuklu Devleti ve Moğolların hareketleri ile dönemin olayları karşılaştırmalı olarak gösterilmiştir. Bu sebepten dolayı bir giriş anlamında Mevlâna’nın hayatının kısa bir özetini vermeye gerek duymuyoruz. Ama yeri geldikçe onun hayatından konu dâhilindeki farklı detaylara değineceğiz. Bunun yanı sıra aşağıdaki kronolojik tablodan metnin takip edilmesi konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Şimdi asıl konumuz olan Mevlâna-Moğol iddialarını ve bunların ne denli tarihsel gerçekleri yansıttığı üzerinde durmaya çalışacağız.
Mevlâna’nın doğduğu yıllarda en önemli merkez olan aynı zamanda askeri ve siyasi olarak da güçlü bir yapıya sahip olan Harzemşahlar, özellikle Alâeddin Muhammed Tekiş’in 1194’te İran ve Irâk-ı Acem’i almasından sonra, kendilerini Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasi varisi olarak tanımlamışlardır. Tekiş’in bu atılımından rahatsız olan Abbasi Halifesi, Ebul Abbas Ahmed en-Nasır Lidinillah, onunla çatışmaya girdiyse de başarılı olamamıştır. Daha sonra yerine geçen oğlu Alâeddin Muhammed’in başarıları sayesinde Harzemşahlar, Siriderya’dan, Irâk-ı Arab’a kadar geniş bir sahada hâkimiyet tesis ettiler. Alâeddin Muhammed, İsmâilî fedailerini dahi kendi rakiplerini öldürtmek için kullanmaktan kaçınmayan Halife Nasır’ın ismini hutbeden çıkartarak, yerinde Seyyid Tirmizî’yi halife olarak ilan etti. Bu aslında, Bağdat’a karşı düzenleyeceği askeri harekâtın meşruiyeti anlamına geliyordu fakat ordusu galip gelemedi. Halife ile Harzemşahlar arasındaki siyasi mücadele hem ulema hem mutasavvıflar hem de halk nezdinde fazlasıyla hissediliyordu. Halife’nin Müslüman hükümdarları birbirine düşürmek, Gurluları Sultan Muhammed’in aleyhine teşvik etmek hatta Cengiz Han’a mektuplar yazmak gibi Müslüman, Hristiyan, Putperest ayrımı yapmaksızın yürüttüğü kişisel hırsını önceleyen tavırları vardı. Bunun yanında Harzemşah’ın aşağıda değinileceği üzere ulema, mutasavvıf ve halk nezdindeki imajı da hiç iyi değildi.
Otrar Hadisesi ve Cengiz Öfkesinin Moğol İstilasına Dönüşmesi
Alâeddin Muhammed’in başarıyla geçen yıllarındaki en büyük hatası onun sonunu getirdi. 1218 yılında 450 kişilik bir Moğol ticaret kervanının Otrar’da öldürülmesi üzerine, Cengiz Han (Timuçin)’ın suçluların iadesi ve malların tazminatının ödenmesi için gönderdiği elçileri de Alâeddin Muhammed öldürttü. Aslında güçlü bir devlet imajı veren Harzemşahlarla en azından Çin ve Tangut harekâtını henüz tamamlamayan Cengiz’in bir mücadele düşüncesi yoktu. Lakin Otrar hadisesi üzerine Cengiz Han, 1219 yılını askeri hazırlıklarını tamamlamakla geçirerek, bu yılın sonunda Harzem topraklarına girdi. Otrar, Sığnak, Hucent, Buhara, Semerkant Moğolların eline geçmekle kalmadı yüzbinlerce Müslüman öldürüldü, İslam şehirleri büyük bir yıkımla yok edildi. 1220’de Harzemşah Devleti çok kısa bir süre içerisinde çöküşe doğru gitmiş, Muhammed Haremzşah da bu tarihte hastalanarak ölmüştür. Otrar olayı bir anlamda Moğolların batıya doğru hareketinin başlangıcı olmuş, Cengiz Han ve soyu, yönlerini bu tarafa doğru çevirerek Anadolu içlerine kadar gelip bu yıkım ve katliamlara ileri dönemlerde devam etmişlerdir.
Veled ailesi Otrar hadisesinden muhtemelen 6 veya 7 yıl önce Belh’ten çıkmışlar, Cengiz’in, Semerkant’ı yakıp yıktığı (1220) tarihten önce 1210’lu yıllarda da oradan Hac için ayrılmışlardı. Cengiz’in yıkımının Mevlâna ve ailesi tarafından daha sonra duyulmaması imkân dâhilinde olamaz. Muhtemelen Hac sonrası Bağdat, Şam ve sonrasında 1218-22’li yıllarda Malatya’da olan Veled ailesi, Otrar olayının üzerinden henüz iki yıl geçmiş olmasına rağmen Moğolların, ata topraklarındaki yıkımından mutlak surette haberdardırlar. Konumuzla doğrudan alakalı olmasa da, mevzunun daha iyi anlaşılması için Baha Veled ve ailesinin Belh’ten çıkış nedenleri üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Mevlâna’nın menakıpları, Belh’ten çıkışın ana nedeninin Fahreddin Razi ile Baha Veled arasındaki fikir ayrılığının sonucu olduğunu ısrarla söylemişlerdir. Aralarında yaklaşık olarak 2 yaş fark olan, biri Şafi-Eşarî, diğeri Hanefi-Maturidî, iki âlimin, benzer konularda farklı görüşlere sahip olmasının bir fikri entelektüel boyutu mutlak surette vardır. Lakin dönemin siyasi olayları da bu göçteki ana sebeplerin içerisinde olmalıdır. Üstelik Fahreddin Râzi, Veled ailesinin Belh’ten çıktığı zaman olarak menakıplarda iddia edilen tarihten önce 1210’da vefat etmiştir. Her ne kadar Mevlâna’nın menakıplarında ve diğer eserlerinde her hangi bir bilgi olmasa da, Abdurrahman Cami, Baha Veled’in XIII. yüzyılın büyük sufisi Necmeddîn Kübra’nın müridi olduğunu iddia etmektedir. Bunun iddia kısmını bir kenara koyarak, Veled’in, Kübreviyye ile olan bağlantısı dolayısıyla göçü gerektiren sebebin bir başka yönü olabilir mi sorusu burada akla gelmektedir. Kübra’nın önemli halifelerinden Mecdüddin Bağdadî, Harzemşah Sultanı Alâeddin Muhammed tarafından 1216’da nehirde boğdurulmak suretiyle katlettirilmiştir. Eğer bu söylenen bilgi doğruysa Veled ailesinin göç sebeplerine bir neden daha eklenmiş oluyor. Tüm bunların yanı sıra Veled ailesi, menakıpların bildirdiği tarihten önce belki de Otrar hadisesinin yaşandığı tarihlerde, muhtemel bir Cengiz saldırısına binaen göç kararı aldılar.
Elimizdeki bilgilere göre, Baha Veled’in Erzincan Akşehir’inde olduğu tarihlerde Cengiz Han, Harizm’in merkezi olan Gürgenç’e 1221’de girmiştir. Gürgenç, özellikle X. ve XI. yüzyılın ilk yarısından itibaren; tıp, astronomi, matematik, fizik, coğrafya, felsefe, edebiyat, tarih ve dinler tarihi gibi alanlarda; İbn Sînâ, Bîrûnî, Ebû Sehl el-Mesîhî, İbn Irâk, İbnü’l-Hammâr, Ebû Mansûr es-Seâlibî gibi aralarında İslam bilim dünyasının yıldız şahsiyetlerinin de yetiştiği merkez olmuştur. Harizm merkezi olan Gürgenç, Necmeddin Kübra’dan dolayı konumuz için önem arz etmektedir. Cami, Necmeddin Kübra’nın Moğollar karşısında savaşarak şehit oluşunu şöyle anlatır:
“Cengiz, Harizm’e geldiği zaman Necmeddin Kübra, sayıları 600’ü aşan müritlerini toplayarak kendi memleketlerine gitmelerini söyler. Müritleri, Kübra’nın da kendileriyle şehri terk etmesi için çok ısrar etseler de o kabul etmeyerek, “ben burada şehit olmak isterim” şeklinde cevap verir. Kâfirler (Moğollar) şehre (Gürgenç) girdiklerinde Kübra geriye kalan arkadaşlarını çağırarak, “Hadi, kalkınız! Allah ismi uğruna onun yolunda savaşalım” der ve kendisi de evine gidip, hırkasını giyer. Hırkanın önünü açık bırakır ve iki koltuğunun altını taşla doldurur, eline de bir ok alır. Dışarı çıkıp taşları bitene kadar düşmanları taşlar. Taşları bitince kâfirler onu ok yağmuruna tutarlar; bir ok sinesine isabet eder. Oku çekip çıkarır, oraya düşer ve şehit olacağı sırada bir kâfirin perçemini tutar. Şehadetten sonra kâfirin perçemini kesinceye kadar hiç kimse o perçemini elinden kurtaramaz.”
Baha Veled ve ailesi, menakıpnamelerin rivayetlerinden hareket edersek, Erzincan Akşehir’inde kendileri adına yaptırılan medresede idiler ve muhtemelen Baha Veled, şeyhi Necmüddin Kübra’nın kâfir Moğollarla savaşarak şehit düştüğü haberini yeni almıştı. Bu haber aileyi Mecdüddin Bağdadî’den sonra çok daha üzmüş, bunun yanı sıra aile içerisinde Kübra’nın şehadeti uzun müddet konuşulmuş olmalıdır. O dönemde 14 yaşlarında olan Muhammed Celâleddin’in dimağında bu olay fazlasıyla yer tutmuş olmalıdır ki, yıllar sonra doğrudan bu olayı Divân-ı Kebîr’deki bir beytinde şöyle dillendirecektir: “Kapıyı ört de şarap sun; senin için yüzleri sararıp solanların kızıl şarap içecekleri çağ geldi. Onlar bir elleriyle halis iman şarabını içerler; öbür elleriyle kâfirin perçemini tutarlar.”
Peki, Mevlâna Otrar hadisesi ve Cengiz istilası hakkında bir şeyler söylemekte midir? O dönemde Cengiz istilası insanların gündemlerini o kadar yoğun bir şekilde işgal etmiştir ki, Mevlâna haricide birçok kişi, ileriki zamanlarda Anadolu’nun işgaline kadar ilerleyecek olan bu yıkım hareketini değişik vesilelerle ama hemen hemen aynı bilgi ve hikâyeyle dillendirmişlerdir. Mevlâna’nın bu konuda söyledikleri elbette vardır ama onun haricinde Otrar hadisesi hakkında kimler ne söylemiş öncelikle bunlara bakmakla konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz. Bir örnek olarak, Malatyalı İbnü’l-İbrî (İbrâlı’nın oğlu-İbrânî’nin oğlu) lakabıyla tanınan Ebul Ferec (1225-1286) bu olayı şöyle aktarır:
“… Dört yüz kadar tacir toplanmış ve bunlarla birlikte İran hükümdarı Sultan Muhammed’e bir elçi gönderilmişti. Bu elçi sultana şu sözleri söyledi: “Bundan böyle yeryüzündeki bütün memleketler arasında sulh olmasını emrediyoruz. Tacirler korkmadan her yere gidip gelecekler. Zenginler ve fakirler barış içinde yaşayarak Allah’a şükredecekler.” Elçi ile tacirler buradan hareket ederek İranlıların bir şehri olan Othrar’a vardıkları zaman vali keyfiyeti sultana bildirdi. Sultan bunların evindeki mallara göz dikerek ismi İnashluk (lnalshuk) olan valiye bunların hepsini gizlice imha etmesini emretti. Vali bu emri tatbik ettiği sırada içlerinden biri Allah’ın yardımı ile kaçtı ve gidip keyfiyeti Cingiz Han’a bildirdi. O da bu haberi alınca müthiş bir surette hiddetlendi. Cingiz bizzat kalktı, bir dağın tepesine çıktı, başını açarak yüzünü toprağa sürdü ve yemeden içmeden üç gün burada kaldı. Cingiz gökyüzüne bakarak şu sözleri söyledi: “Ey cihanın rabbi ve halikı, gayemin ne olduğunu ve iyiliği hedef tanıdığımı biliyorsun. Düşman ise kötülüğe başladı ve kötülük istiyor. Ben de düşmanı ameline göre cezalandırmanı diliyorum.” Sonra bu andan başlayarak İranlıların topraklarına küme küme askerler göndermeğe, şehirleri, daha sonra anlatacağımız gibi, kılıç ucu ile imha etmeğe koyuldu.”
Diğer farklı kaynaklarda da benzer şekilde Otrar hadisesi ve Cengiz’in bu olaya verdiği tepki dillendirilmiştir. Mevlâna ise Otrar hadisesi ile ilgili Fîhi Mâ Fîh’te bu olayı şöyle dillendiriyor: Mevlâna’ya birisi, “Moğollar, bu ile ilk geldikleri vakit çıplaktılar. Binekleri öküzdü, silâhları tahtadandı. Şimdiyse ululandılar, doydular. En iyi Arap atları, en güzel silâhlar onların” diye soru şeklinde hayıflanma yapıyor. Mevlâna buna mukabil şöyle diyor: “Gönülleri kırık, kendileri arık, güçsüz-kuvvetsiz bir haldeyken Allah onlara yardım etti, yalvarışlarını kabul etti. Şimdiyse ululandılar, kuvvetlendiler. Onların, kendi güçleriyle-kendi kuvvetleriyle değil, Allah yardımıyla üst olduklarını, dünyayı o yüzden zapt ettiklerini bilsinler diye Ulu Allah, halk zayıf bile olsa gene de onları kahreder. Onlar, ilkin bir ovadaydılar, Halktan uzak, azıksız, yoksul, çır-çıplaktılar. İhtiyaç içindeydiler. Ancak içlerinden bazıları alışveriş için Harezmşah’ın iline gelirler, alımda-satımda bulunurlar, kendilerine elbise yapmak için kaba keten kumaşlar alırlardı. Harezmşah onları menetti, tacirlerinin öldürülmesini buyurdu, onlardan vergi alınmasını da emretti. Tacirlerinin ülkesine girmesini de menetti. Tatarlar (Tatar burada ve metnin tamamında Moğol anlamındadır), padişahlarının tapısına gidip öldük diye yalvardılar. Padişahları, onlardan on gün mühlet istedi. Gitti, bir karanlık mağaraya girdi. Oruç tuttu yalvarıp yakarmaya koyuldu. Ulu Tanrı’dan, yalvarışlarını duydum duanı kabul ettim, dışarıya çık, nereye gidersen üst olacaksın diye ses geldi. İşte sebep buydu, dışarı çıkınca Tanrı buyruğuyla üst oldular, dünyayı zapt ettiler.”
Görüldüğü gibi Cengiz’in anonim halini almış bu hadise karşısındaki tavrı İbnül Esir vb. diğer müellifler tarafından da benzer şekillerde dillendirilmiştir. Mevlâna’nın bu olayı dillendirmesindeki üslup Moğollar ve Cengiz’i iddia edildiği gibi lahuti bir şahsiyet olarak değerlendirmesi gibi insafsızca bir itham ve yorumun ötesinde, anonim halini almış bir bilgiyi aktarmaktan başka bir şey değildir. Mevlâna bunu yaparken de olaya kâfir de olsa adalet penceresinden bakarak, asırlardan bu yana kabul edile gelmiş olan, dünyanın her tarafında tacirlerin ve elçilerin dokunulmazlığı ilkesinin ihlalinin, daha sonra meydana gelecek istilasının fitilini nasıl ateşlendirdiğini kendine has üslubuyla anlatmaktan başka bir şey değildir. Zaten başında da Mevlâna, onlar zulümlerine devam ettikleri müddetçe velev ki “halk zayıf olsa da, Allah onları yine kahreder” diyerek açık bir şekilde Moğolların zulümlerinin ilelebet devam etmeyeceğini söylemektedir.
Moğollar Türkiye’de
Burada Selçuklu Konya’sını değerlendirirken şunları göz önüne almamız gerekmektedir. Selçuklu tahtı I. Alâeddin Keykûbad’a kadar güçlü sultanların her anlamda söz sahibi olduğu devlet yapılanmasından müteşekkildir. Oğlu II. Gıyaseddin’in, Kösedağ’da yenilmesi ve ardından ölmesi sonucunda ise Türkiye Selçuklu Devleti’nin artık tam bağımsızlığından söz etmemiz mümkün değildir. Gıyaseddin’in oğulları arasındaki taht mücadelesinde ise kazanan taraf hangisi olursa olsun her anlamda tek başlarına devlet idaresinde söz sahibi olamadıkları bir Selçuklu devlet yapısı vardır artık. Bu durum, dolayısıyla da idaredeki boşlukları meydana getirmektedir. Artık birinci adamlar yani sultanların değil, bu boşluklardan yararlanan, ikinci adamlar yani vezir konumundaki kişilerin idare içerisindeki hükümlerinin daha fazla geçmesi bir problematik olarak karşımızda bu dönemde durmaktadır. Bunun yanı sıra Celaleddin Karatay gibi bir devlet adamı ikinci adam pozisyonunda olsaydı, Moğol vassalı Selçuklu Devleti daha çabuk toparlanma imkânına kavuşmuş olabilirdi. Lakin kendilerini, aile eş ve dostlarını önceleyen ikinci adamlar sebebiyle devlet idaresindeki boşluklar suiistimalleri beraberinde getirmiştir. Bu büyük fetret döneminde Selçuklu toprakları üzerindeki kişiler de farklı yollara başvurmuşlar, kimi kendi çıkarlarını öncelemiş kimi ise sadece hayat hakkının devam etmesinden başka gaye gütmemiştir. Ama Konya ve çoğu Selçuklu şehirlerindeki kişilerin bir bölümünün Moğol istilasının başladığı yerlerden ve bu istilanın önünden Türkiye’ye gelmeleri yani bu tecrübeyi ya yaşamaları ya da duymaları sebebiyle kendileri de çeşitli pozisyonlar almışlardır. Mevlâna’nın, Moğol vassalı Selçuklu Konya’sındaki durumu, tavrı; gerek ulema-tasavvuf erbabı gerekse halk-devlet adamları ile ilişkileri onun gerçekten Moğol yanlısı bir çizgi içerisinde mi olduğunu bize göstermektedir.
İddiaya göre Mevlâna’nın, Moğollarla yakınlaşması, Şems-i Tebrizî eliyle olmuştur. Şems Konya’ya 29 Kasım 1244’de gelir, yani bu da II. Gıyaseddin’in, Kösedağ’da Moğollar karşısında 3 Temmuz 1243’deki yenilgisinden 8 ay sonraya dek gelmektedir. Moğolların Konya’ya gelmeleriyse, Sultanhanı Savaşı sonrasında Ekim 1256’da yani Şems’in Konya’yı terk ettiği veya katledildiği 1247 sonu, 1248 başı veya 1249 baharında, en yakın tarihle 7 yıl, en uzak tarihle 9 yıl sonraya tekabül etmektedir. Şems Konya’da ortalama 2,5 yıldan biraz fazla kalmış olmalıdır. Kösadağ ile bu tarih aralığı içerisinde II. Gıyaseddin ölür ve vassal Selçuklu tahtı özellikle II. İzzeddin ile kardeşi IV. Rükneddin arasında halen el değiştirmektedir.
Şems’in bir Kalenderî olduğu iddiasından hareketle Kösedağ Savaşı’ında Kalenderîlerin Moğol saflarında yer aldığı, Kayseri’yi Moğolların muhasarası sırasında ise Şems’in onlara yardım ettiği iddia edilmektedir. İlk olarak Şems’in, Kayseri’de Evhadeddin Kirmanî ile Battal Mescidinde tartışmalardan bahsedilerek, Şems’in tâ 1234’den önce burada bulunduğu (Kösedağ’dan 9 yıl önce) için iddiaya göre bu süre zarfında da Moğollarla işbirliği yaptığı söylenmektedir. Lakin burada iki farklı durum söz konusudur. Birincisi, Kirmanî’nin menakıpnamesinde, Battal Mescidinde Evhadeddin ile diyaloğu olan Kâmil Tebrizî isimli kişi eğer Şems-i Tebrizî ise (ki iddia bu yönde) burada herhangi bir tartışma veya takışma yoktur, aksine bu Kamil Tebrizî yani Şems-i Tebrizî sayesinde Evhadeddin Kirmanî o dönemde geçirdiği bir göz iltihabından kurtulmuştur. Bunu da Evhadeddin Kirmanî’nin sözlerinden anlıyoruz ki, aslında Kâmil Tebrizî kendisinden kemal ve keşif yönünden daha üstündür. İkinci husus da Şems’in Makalat’ında bir sözden hareketle Alâeddin Keykûbad ve Ahiler’in aleyhinde olduğu iddia edilmektedir. Yine Evhadeddin Kirmanî’nin menakıpnamesinde sözü edilen Kâmil Tebrizî için şöyle denilmektedir: “Hz. Şeyh (R.A) Kayseri‘de bulunuyordu. Kamil-i Tebrizi denilen bir kişi vardı. Delişmen ve meczub bir adamdı. Sultan Alâü’d-din (Allah izzetini artırsın) ve bütün beyleri ona çok itibar ediyor, ihtiram gösteriyor, intisab ve itikad ediyorlardı. Deruni halleri ve kuvvetli cezbesi olan bir adamdı. Sözü ve duası halk tarafından makbul tutuluyordu…” Eğer burada sözü edilen kişi de Şems ise Evhadeddin’ e göre sonradan iddia edildiği gibi hiç de Keykûbad ve adamlarıyla yani (iddiaya göre) Ahilerle bir problemi yoktur. Şems’in Kayseri’de bulunduğu ve Moğollar tarafından şehrin muhasara edilip yerle bir edildiği sırada, bir Kalenderî (?) olarak buradaydı ve Moğollara yardım ediyordu, iddiasına gelince. Burada akla şöyle bir soru geliyor: Şems, Evhadeddin Kirmanî ile görüştüğü 1234 yılından birkaç sene öncesinde mesela 1230 yılından 1243 yılına kadar yani 13 yıl boyunca Kayseri’de Moğollar için mi durdu, onlar için istihbarat mı topladı? Bunun yanı sıra kaynakların bildirdiğine göre Şems’in 1233-37 aralıklarında Şam’da olma ihtimali de yüksektir. Sadece Şems’in Kalenderî olduğu iddiasından hareketle böyle bir sonuca varmak ne kadar doğrudur?
Peki, Şems’in Moğollara bakışı nasıldır? Makalat’ında Şems, gönül sahibi olmanın, gönüller yapmanın en güzel fazilet olduğundan bahsettiği bir sohbetinde kötü huyluluğu Moğol tavrına benzeterek, “Tatarlık (Moğolluk) sendedir. Tatar huyluluk da sendeki kahır sıfatıdır.” şeklinde örneklendirir. Yine başka bir bahiste bir adamın, “Kardeşimi Tatarlar öldürdü, ne bilgin adam idi!” sözüne karşılık Şems, “Eğer sende de bilgiden eser varsa onu Tatarlar kılıç darbesi ile ebediyen diriltmişlerdir” diyerek Moğol zulmü karşısında ümitsizliğe kapılmamayı öğütlemiştir. Aynı bahsin devamında Şems şöyle devam eder: “Vaizler o hayatı ne bilsinler? Kürsüye otururlar, bağırmaya başlarlar. Dünya müminin zindanıdır derler. Biri zindandan kaçmışsa ona ağlamak gerektir. Yazık niçin buradan kaçtı diye acınır ona. Zindana Tatarlar delik açtılar. Eğer o başka sebepten kaçtı ise, bir yerden başka bir yere göçmüştür. Hâlbuki sen o kazmayı o zindanın duvarına niçin vurdular, diye ağlıyorsun! O taşa niçin vurdular diyorsun! Onlara acınmaz. O güzel mermer belki onun ayağına takılmış bir tomruk idi. O da dışarı fırladı. Hâlbuki sen feryat ediyorsun, başını yüzünü yumrukluyor, ne yazık ki o tomruğu kestiler, diyorsun. Yahut içine düştüğün kafesi kırsalar, eyvah niçin bu kafesi parçalasınlar ki, bu kuş kendini kurtarsın, içindeki cerahatlar, pislikler dışarı çıksın diye. Sen hemen feryadı bastırıyorsun: O çıbanı niçin deşsinler? İçinde birikmiş olan cerahat niçin dışarı aksın?” Şems, tıpkı diğer sufiler gibi Moğol istilasını ilahi bir gazap olarak görüyor. Bu arada dönemin vaizlerini de eleştirerek bir anlamda madem dünya müminin zindanı alın size zindandan Moğollar eliyle bir delik açıldı, buna ağlayıp feryat edeceğinize, içinizdeki cerahatları, atın, Moğolla mücadele edin demekte. Bir başka sufi, örneğin Evhadeddin Kirmanî’nin de, “Yüce Allah’ın öyle kulları var ki, ilahi öfke ve gazabın özüdürler. Hışm ettiği yerlere onları gönderir. Şimdi ise Amu (Amuderya) nehrini geçmelerine (ilâhi) izin çıkmıştır. Bunlar Moğollardır.” dediği gibi.
Şems mi Evhadeddin mi Kalenderî?
Peki, iddia edildiği gibi Şems bir Kalenderî miydi? Şems, Makalat’ında Kalenderîleri o kadar tasvip etmez ki onlardan dolaylı olarak yalnızca bir yerde livata sebebiyle bahseder. Eflâki bir bahiste de Şems’in Irak’ta bir yerde sema ederken kendisine çarpan bir Kalenderi’den rahatsız olduğunu ve oradakilerin biraz öteye gitmesini söylemelerine rağmen Kalenderînin meydanın geniş olduğunu söylemesi üzerine Şems’in orayı terk ettiğini ve o Kalenderi’nin de o anda düşüp öldüğünü zikreder. Lakin bunun yanı sıra Evhadeddin Kirmanî’nin Kalenderî bir meşreple yazdığı şiirler kendisi hakkında bazı bilgileri edinmemizi sağlamaktadır. Kirmanî’nin tasavvufi meşrebi onun bir Kalenderî dervişi olabileceği fikrini akla getirmektedir. Evhadeddin’in menakıbındaki 17. hikâyede şöyle bir olay nakledilmektedir: Evhadeddin, kızı Âmine Hatunla Şam’a vardıklarında onları, Kalenderi-Cevlâki tarikatının kurucusu Cemâleddin Sâvî’nin şeyhi (veya müridi) olan kalenderî Osman Rumî (Konya’da türbesi olan Osman Rûmi bu zat olmalıdır) karşılamış ve burada Evhadeddin’e hizmetlerde bulunmuş, onun yanından hiç ayrılmamıştır. Evhadeddin beraberindeki kişilerin fazlalığı ve iaşenin kıtlığı sebebiyle her gün üç dervişinin dilenciliğe çıkmasını istemiştir. Osman Rumî de her gün Evhadeddin’in yanına gelerek dilencilikte toplanan ve zenbilde getirilen yiyeceklerden yemeyi tercih ederek, dilencilikle toplanan yemeklerin kendisine huzur verdiğini söylemiştir. Dilencilik, gezgincilik, yoksulluk gibi adetlerin hepsi Kalenderîlere atfedilmiştir. Evhadeddin’in zaruret halindeki dilenciliğe müsaadesi kimi tarihçilere göre onun entelektüel Kalenderîliğe bağlı olduğu yönündedir. Bunun yanı sıra Evhadeddin Kirmanî’nin halifesi Zeyneddin Sadaka’nın Konya’daki zaviyesinin konumu da, Evhadeddin ve müritlerinin sosyal çevreleri ve meşrepleri hakkında bilgi vermektedir. İddia edildiği gibi Evhadeddin’in halifesi Zeyneddin Sadaka’nın zaviyesi, Konya’daki Sedirler Mahallesi’nde değildir. Menakıpnamede geçen Sadr-ı Hakim Zaviyesi, muhtemelen günümüzde Konya’da Sedirler olarak bilinen yerdeki Sadır Sultan’a ait olan bir zaviyedir ki, burada bir ara sema tertip edilmiş olmalıdır. Bunun yanı sıra Kâtip Çelebi’nin verdiği bilgiye göre de Sadır Sultan’ın XIV. yüzyılın sonlarında yaşadığı zikredilmektedir. Zeyneddin Sadaka’ya ait olan zaviye ise günümüzde Musalla Mezarlığı içerisinde, Kalenderhane türbe ve tekkelerinin olduğu yerdedir. Fatih’in oğlu Bayezid zamanında düzenlenmiş Karaman vilayeti tahrirlerinde, Konya’daki “Şeyh Sadaka Vakfı” olarak geçen yer, Konya hurufatlarında, Musalla mevziisindeki “Şeyh Sadaka ve Şeyh Evhadüddin Kirmani Vakfı” olarak geçmektedir. Halen günümüzde de Konya’daki Musalla Mezarlığı içerisinde Evhadeddin Kirmani’ye atfedilen bir makam türbenin varlığı dikkati çekmektedir. Buradan şu sonucu çıkartabiliriz ki, Evhadeddin Kirmanî’nin halifesi Zeyneddin Sadaka’nın tekkesi Konya’da yine Kalenderîlere ait olan Halkabegûş Türbesi’nin karşısında ve buradan başlayarak Selçuklu Konya’sının kuzey doğu tarafının bir bölümünü çevreleyen Kalenderîlerin farklı kollarının olduğu tekkelerin dâhilindedir. Yine Evhadeddin’in tasavvufî meşrebinin ayırıcı özelliği olan şahidbâzlık inancı da onun bir Kalenderî olduğunu göstermektedir. Şems ve Mevlâna bu yönde mahbubperestlik karşıtı çizgidedir ve bu sebepten de Kirmanî’yi eleştirmişlerdir.
Bu iki sufinin karşı karşıya getirilmesi ve bunun da siyasi bir olaya bağlanması ne kadar doğrudur? Kalenderîlerin bir kolunun Kayseri’de Moğol saflarında yer alması olayı üzerinden tüm Kalenderîlerin aynı siyasi çizgide bir araya getirilme çabası da çok insafsız bir tutumdur. Bunun yanı sıra II. Gıyaseddin döneminde bir dini, toplumsal isyana dönüşen, aynı zamanda Selçuklu Devleti’ne karşı başlatılan Babai ayaklanması içerisinde de Türkmenlerle beraber Kalenderîlerin de olduğu bilinmektedir. Babai isyanının Selçuklular tarafından şiddetli bir şekilde bastırılması sonucu bu isyan önlenmiş lakin Selçuklu ordusu da çok yıpranmıştı. Babai isyanı sonrasında dağılan bu grupların Kösedağ ve daha sonrasında Selçuklulara karşı cephe almış olabilecekleri ihtimal dâhilindedir.
Mevlâna Çevresinin Moğollarla İlişkilendirilmesi
Mevlâna ve çevresi, her anlamda Moğollarla işbirliği içerisinde bir sülale, ayrıca dostları, akrabaları ve sevenlerinin de bir bütün halde işgalci Moğol istilacılarıyla hareket eden kişiler olarak gösterilmektedir. Tarihler ve olaylar çeşitli zorlamalarla bir tarafından Mevlâna ile ilişkilendirilip, karşımıza Harzem ülkesinden itibaren ailenin bir proje dâhilinde Konya’ya gelmeleri gibi bir portre çizilmektedir ki bu insaf ölçülerini aşan bir yorumdur. Peki, olay gerçekten böyle midir?
İşe Seyyid Burhaneddin’den mi başlanmalı? Çünkü Baha Veled vefat ettiğinde henüz Moğollar Türkiye’de değildir, üstelik Veled, Alâeddin Keykûbad’ın da şeyhidir. Şemseddin Isfahanî’nin Seyyid Burhaneddin’in öğrencisi olduğundan hareketle, Moğollarla ilişkisi iyi olan Isfahanî’nin bu sebepten vezir yapıldığı ve dolayısıyla Burhaneddin’in de Moğollarla iyi ilişkiler kurup Mevlâna ve çevresiyle de irtibat sağladığı iddia edilmektedir. Moğollar 1243’te Kösedağ’la birlikte resmen Türkiye’ye girerler. Isfahanî, 1245’te Batu Han’a gidip anlaşmayı yeniler ve vezir olarak geri döner. Sultan Veled, Burhaneddin’in Konya’ya gelişinin, Baha Veled’in vefatından bir yıl sonra olduğunu söyler. Bunun yanında Burhaneddin’in Mevlâna ile 9 yıl geçirdiğini de kaydeder, böylelikle Seyyid Burhaneddin’in 1240-41’de vefat ettiği sonucu ortaya çıkmış olur. Dolayısıyla Burhaneddin, Kösedağ’dan iki veya üç yıl, Isfahanî’nin yeniden vezir olmasından ise dört veya beş yıl önce 1240-1241’de vefat etmiştir. İddia edilen eğer daha Moğollar Kösedağ’dan önce Burhaneddin ile ilişki içerisinde ise bunun delili nerededir? Mevlâna ve çevresi Kösedağ’dan itibaren Burhaneddin vasıtasıyla da Moğollarla ilişki içerisindeyse Burhaneddin savaştan yaklaşık iki veya üç yıl önce vefat etmişse bu ilişki nasıl meydana gelmiştir? Eflaki bir yerde, Seyyid Burhaneddin’in ilahi aşk halindeyken Moğollar’ın Kayseri’yi yağmalamaları ve Seyyid’i öldürmeye gelen bir Moğol askerinden bahsetmektedir. Birincisi, Mevlâna hakkında en muteber bilgileri veren Sultan Veled’in Burhaneddin hakkındaki bilgilerini yukarıda vermiştik. Bunun yanında eğer Şems bu dönemde veya öncesinde Kayseri’deyse Burhaneddin ile görüşmemeleri imkân dâhilinde değildir ve dolayısıyla böyle bir olayı da Sultan Veled’in aktarmaması söz konusu olamaz. İkincisi eğer Eflaki’de anlatılan bu olayın bir aslı varsa yine Sultan Veled bunu mutlaka anlatmalıdır. Zaten tarihlerin uymaması bu olayı Eflâki’nin Seyyid Burhaneddin’in bir kerameti olarak göstermek istemesinden başka bir şey değildir.
Mevlâna ve Moğollar
Mevlâna gerek önceki gerekse kendi dönemindeki İslam ve Türk dünyasının önemli büyük devlet adamlarını bir imge olarak eserlerinde dillendirmiştir. Aşağıda örneklerini vereceğimiz isimleri onun kadar zikreden bir başka kişinin görülmemesi, Mevlâna’nın Büyük Selçuklulardan itibaren Türkiye Selçuklu Devleti’ne geçiş ve sonraki dönemlerde ortaya koyduğu hayat ve devlet fikri hakkında malumat edinmemizi sağlamaktadır. Bu sebepten öncelikle Mevlâna’nın bu büyük Türk devlet adamalarını anış şeklini görerek onun gerek Anadolu’nun Türkleşmesi gerekse sonraki zamanlarda meydana gelen işgalci Moğol istilasına bakışını daha net görme imkânına sahip olacağız. Büyük Selçuklu Devleti Sultanı ve Anadolu fatihi Alparslan (ö. 465/1072)’ı Mevlâna Divan’ında şöyle anmaktadır: “Okçulardur gözleri, hoş nişandur kaşları… Öldürür yüz süvari, kimdir ol Alparslan?” Yine hakeza son Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer (ö. 552/1157)’i Mevlâna Divan’ında değişik vesilelerle birçok kez andığı bir beytinde şöyle demektedir: “Yiğitlerin kaçtıkları gün biz, savaşın tâ içinde Sencer gibi savaşır, ayak direriz.” Mevlâna büyük sultan Alâeddin Keykûbad (ö. 634/1237)’ı da değişik vesilelerle anmıştır: “Aşkın İzinin tozu kutludur, hutbe, onun adına okunuyor; bu Keykûbad’ın gölgesi eksik olmasın başımızdan.”; “Adam sinek doğurmaz, sen de sinek olma; adam ol, Cemşîd, Husrev; padişah ol, Keykûbad kesil.”
Yukarıda sadece birkaç örneğini verdiğimiz beyitlerde dikkat edilirse Mevlâna, Türk sultanları üzerinden verdiği tasvirlerle Büyük Selçuklulardan itibaren vücuda getirilmiş Türk devlet yapısından hareketle doğrudan dönemin içerisinde bulunduğu şartlara gönderme yapmaktadır. Yılgınlık, korku, Mevlâna’nın semtine uğramadığı gibi, devlet hafızası üzerinden işgalci Moğol istilası karşısında kendi tavrını da ortaya koymaktadır.
Gelelim asıl konumuza. Baycu Noyan, Aksaray’da Sultanhanı Savaşı’nda Selçuklulara karşı kazandığı galibiyetin ardından Konya’ya gelmiş ve şehri 1256’da muhasara etmiştir. Bu muhasara esnasında Ahmed Eflâki’nin bildirdiği bir menkıbevi rivayetle Baycu, Konya’ya zarar vermemiş ve şehir Mevlâna sayesinde kurtulmuştur. Lakin Mevlâna, Divân’ında gördüğü bir rüyada (A. Gölpınarlı’ya göre rü’yet) Baycu’nun gelişini şöyle dillendirmektedir: “Uzaklaştır şu vahşi hayvanları da aklı, fikri paralamasınlar… şunun, bunun boş laflarını duymamak için pamuk tıkayalım kulağımıza. Bir, iki-üç soluk kaldı ömür; ne vakte dek heveslere bağlı hayaller kuracağız? Evde hiç kimse yok; yer altında oturmaya kalkışma. Gece geçti, seher oldu; kalk, hiçbir şeyden habersiz, uyuyup durma. Zaten din güneşinin ışığı, habersiz bir hale getirir de uyutur mu seni? Bölük-bölük gelen Tatarlar yörük bir ordu; Tan yeri kinden, fitneden gebe kalmış… hadi göğün bile karnını yarıver, olur ya, belki bu vakti tamam olmamış çocuk doğuverir. Yürü, aydınlığa dal; niceye bir Tatar’dan, Ermeni’den söz edeceksin? Ne vakte dek yeninden, yakandan bahsedeceksin? Kefen giy, kılıç kuşan, yürü. Zilkade ayının beşinci cumartesi gecesiydi; yıllardan da altı yüz elli dörttü.” Mevlâna’nın aslında hiçbir söze hacet kalmadan Moğollar hakkında söylediği sözler onun bu konudaki kanaatini doğrudan ortaya koymaktadır. Onlara “vahşi hayvanlar” nitelemesi yaparken, Moğol ordusunun gelişiyle tan yerinin “kin ve fitneden gebe kaldığını” söylemektedir. Bunun yanı sıra “kefen giyip, kılıç kuşanarak” onlara karşı cihat edilmesi gerektiğini vurgulayarak, sonunda da verdiği tarihle de bu olayın kaynaklarda geçtiği tarihi örtüştürür.
Gelelim Mevlâna’nın Moğollara bakışı konusuna. Mevlâna’nın Moğollar hakkındaki görüşü dönemin diğer sufi ve ilim adamları ile paralellik arz etmektedir. Onları Allah tarafından gönderilen ilahi gazap olarak görmektedir. Mevlâna’nın sohbetlerinin derlenmesi sonucunda oluşan, kimi ayet, hadis tefsirleri ve diğer bazı konularda kendisine sorulan soruları yanıtladığı Fîhi Mâ-fîh isimli eserinde Moğollar hakkında kendisine sorulan sorulara doğrudan verdiği cevaplarla onun Tatar istilasına bakışı hakkında çok net bilgi sahibi oluyoruz. Bunun yanında vassal Selçuklu Konya’sında onun kadar yüksek sesle Moğolları eleştiren kişi sayısı çok azdır. Bu cümlenin daha iyi anlaşılabilmesi için İbnül Esir’in XIII. yüzyıldaki olayları anlatırken verdiği örnek Mevlâna’nın aşağıdaki olaylar karşısında söylediği sözler özelinde değerlendirildiği zaman ne kadar haklı bir yargı olduğunu da ortaya koymuş olmaktadır. İbnül Esir şöyle rivayet ediyor; “Moğollardan birisi adamın birini yakalamış, fakat bu Moğol askerinin yanında adamı öldürecek bir şey olmadığı için adama; “başını şuraya yere koy ve sakın hareket etme” demiş, adam da hiç yerinden hareket etmeksizin başını yere koyup beklemiş. Moğol askeri de gidip bir yerden kılıç bulup getirerek adamı öldürmüştü.”
Yukarıda belirttiğimiz gibi, vassal Selçuklu Konya’sında devlet nizamının kontrolden çıkması sonucunda halkın tedirginlik, korku ve daha ötesinde yılgınlık halini alan psikolojik durumları aşağıdaki diyaloglarda belirgin bir şekilde görünmektedir. İnsanlar korku içerisindeler ve Moğolların aldıkları (muhtemel) vergilerden dolayı da yılmış vaziyetteler. Devlet idarecilerinin de Moğollar karşısındaki tutumları, Selçuklu tahtının sık aralıklarla iki kardeş arasında el değiştirmesi, Selçuklu topraklarındaki insanların, ileride değinileceği üzere, ümitlerini artık güçlü Müslüman ülkelere bağlamasını beraberinde getirmiştir. Tüm bu olup bitenlerin tam da ortasında Mevlâna gibi kanaat önderi kişiler halkı her anlamda diri tutmaya çalışmış, aşağıdaki örneklerde görüldüğü gibi bu fetret döneminden bir anlamda daha az kayıpla çıkmanın yoluna bakmıştır.
Mevlâna’ya birisi, “Tatarlar da öldükten sonra dirileceklerine inanıyorlar, bir yargılanma olacak, mutlaka bir gün soru-sual, hesap-kitap olacak diyorlar” şeklindeki sualine Mevlâna, “Yalan söylüyorlar. Biz de ikrar ediyoruz, biz de biliyoruz demek, böylece de Müslümanlarla kendilerini eş tutmak istiyorlar. Deveye, nerden geliyorsun demişler, hamamdan demiş. Dizinden-ökçenden belli demişler. Şimdi haşre inanıyorlarsa nerde izi, eseri bu inancın? Şu suçlar, şu zulüm, şu kötülük, kat kat toplanmış karlara, buzlara benzer. Özünü Allah’a veriş, pişman oluş, öbür dünyadan haber alış, Allah’tan korkuş güneşi doğunca bütün o suç karları, o suç buzları erir-gider; tıpkı güneşin karları-buzları erittiği gibi. Bir kar, bir buz, ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi bana vurdu dese, fakat olduğu gibi buz halinde, kar halinde kala kalsa akıllı kişinin inanmasına imkân yoktur. Çünkü Temmuz güneşi vursun da karı-buzu eritmesin, mümkün değil. Ulu Allah, iyiliğin-kötülüğün karşılığını kıyamette vermeyi vadetmiştir ama peşin olarak da onun örneği, dünya yurdunda soluktan-soluğa, bakıştan-bakışa belirip durmadadır.” şeklinde cevap veriyor. Mevlâna’nın buradaki bakış açısı aslında izaha gerek kalmayacak kadar nettir. Ama burada Moğollar karşısındaki Konyalıların tutumları diyaloglarda dikkati çekmektedir. Sanki kendi düşmanını seviyormuş gibi bir diyalog da burada dikkatimizi çekmektedir. Stockholm sendromunu hatırlatan bu tutum karşısında yani insanların çaresizliği durumda dahi Mevlâna’nın tavrı gayet nettir ve “yalan söylüyorlar” diyerek onları ve işgallerini içselleştirmemelerini söylemektedir.
Yine benzer bir konuda, Moğolların insanların mallarını almaları ve zulmetleri bahsinde Mevlâna’ya birisi, “Moğollar, bizim mallarımızı alıyorlar; bazen de bize mal bağışlıyorlar. Acaba hükmü nasıldır?” şeklinde bir sorusuna Mevlâna şöyle cevap verir: “Moğol, neyi alırsa Allah’ın eline düşmüş, haznesine girmiş sayılır. Hani denizden bir testi yahut bir küp su doldurursun; o, senin malın olur. O su, testide yahut küpte durdukça kimse ona dokunamaz; kim senden izin almadan o küpü götürürse gasp etmiş olur. Fakat tekrar denize dökülürse herkese helâl olur; senin malın olmaktan çıkar. Şu halde bizim mallarımız onlara haramdır, onların mallarıysa bize helâldir.” Mevlâna’nın bu konuda verdiği fetva tam anlamıyla Moğollara bakışını anlatmaktadır. Belki de bu fetva tüm söylenen, iddia edilen Moğollarla alakalı tezlerin hepsini kökünden çökertmektedir. Mevlâna’nın Moğol idaresini legal bir yapılanma olarak gördüğü iddia edilmektedir. Lakin burada bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Eğer iddia edildiği gibi Mevlâna Moğol idaresini legal görmüş olsaydı, en azından İslam hukuku konusunda ciddi anlamda medrese eğitimi almış bir âlim olarak Mevlâna, Müslümanların malları onlara haram, Moğolların malları Müslümanlara helal diyemezdi. Şu halde Mevlâna, Moğolları kesinlikle benimsememiş ve iddia edildiği gibi onların idaresinin meşruiyetini kesinlikle kabul etmemiştir.
Türkiye Selçuklularının bu vassal döneminde en fazla tartışma konusu olan kişilerden biri de Muineddin Süleyman Pervâne’dir. Bu anlamda Mevlâna’nın Moğollara yakın bir emirle sıklıkla görüşmesinden dolayı günümüzdeki Moğol iddialarına konu edilmiştir. Peki, işin aslı ne olabilir? Mevlâna ile Muineddin’in aralarındaki diyalogların tamamı nasihat şeklindedir. Pervâne’nin yanı sıra diğer Selçuklu emirleri de Mevlâna’ya kimi zaman gelmişler ve kendisinden nasihat istemişlerdir. Dönemin Selçuklu idarecilerinin en güçlülerinden olan Pervâne’nin, hırslarını dizginleyebilen yegâne kişi Mevlâna olmuş, ona kimi zaman nasihat vermiş, onu kimi zamanda yönlendirmiş, aşağıda görüleceği üzere kimi zaman da onu şiddetli bir şekilde eleştirmiştir.
Pervâne bir defasında Mevlâna’ya gelerek, “Bundan önce kâfirler, putları öperler, putlara secde ederlerdi. Biz de şu zamanda onun tıpkısını yapıyoruz. Gidiyor, Moğollara secde ediyoruz; sonra da kendimizi Müslüman sayıyoruz. Ayrıca içimizde hırs, istek, kin, haset gibi bunca put var; bunların hepsine de itaat etmedeyiz; hem içten, hem dıştan biz de aynı işi yapıyoruz; sonra da kendimizi Müslüman sayıyoruz” şeklinde Moğollarla olan mecburi ilişkisinin kendi iç hayatındaki sıkıntısından ve vicdani sorumluluğundan hayıflanarak bahsetmiştir. Mevlâna’nın tam da bir öğütçü olarak ona söylediği sözler aslında Moğollar karşısındaki dengenin bu geçiş döneminde Pervâne’ye yaptığı nasihatler anlamında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Mevlâna, Pervâne’ye cevaben şöyle diyor; “Ama burada bir başka şey var. Hatırınıza şu kötüdür, beğenilmeyecek bir şeydir düşüncesi geliyor ya; gönül gözünüz, kesin olarak niteliksiz bir pek büyük şey görmüştür ki bu, size kötü, çirkin görünüyor. Acı su, tatlı suyu içmiş olana acı gelir. “Her şey, zıddıyla meydana çıkar.” Şu halde Ulu Allah canınıza inanç ışığını vermiş ki bu işleri çirkin görüyorsunuz. Demek ki güzelin karşısında bu çirkin görünüyor. Böyle olmasaydı neden başkalarında bir dert yok; ne haldeyseler hallerinden memnunlar; iş bundan ibaret diyorlar. Ulu Allah, size dileğinizi verecektir; elde etmeye çalıştığınızı elde edeceksiniz. Kuş, kanatlarıyla uçar, inanç sahibi himmetiyle.”
Yine benzer bir diyalogda Pervâne, Mevlâna’ya hitaben, “Canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Moğollarla uğraşmaktan, onların işleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza gelemiyorum” diyor. Mevlâna da, “Bu işler de Allah işidir, çünkü Müslümanların emin olmalarına, aman bulmalarına sebep olmada. Onların gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz. Şu halde bu da hayırlı bir iştir. Ulu Allah mademki böyle bir hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Allah yardımına mazhar oluşunuza delildir. Fakat bu meyilde bir gevşeklik, bir usanç hâsıl oldu mu bu, Allah yardımından mahrum oluşunuza delildir. Çünkü ulu Allah, usanca uğrayan adamın, o işin öylesine bir hayırlı işe sebep olmasını istemez. Hamam gibi hani. Hamam sıcaktır ama o sıcaklığı, külhanda yanan ot, odun, tezek gibi şeylerdendin. Ulu Allah, görünüşte kötü görünen, insanı tiksindiren sebepler meydana getirir; görünüşte kötüdür ama adamın hakkında yardımdır, lütuftur. Hamam bunlarla kızar, halka da faydası dokunur.”
Bu diyalogda Mevlâna, iddia edildiği gibi Moğollara hizmet etmenin Hakk’a hizmet etmek olduğunu mu söylemektedir? Veya yine iddia edildiği gibi Moğolların Müslümanların emniyet ve güvenini sağlamakta olduğunu mu söylemektedir? İnsafsızca yapılan değerlendirmeler karşısında aslında yukarıdaki diyaloglar izaha ihtiyaç bırakmamaktadır. Mevlâna doğrudan bu Moğol taifesinin zulmü karşısında Pervâne’ye Müslümanların selameti için Müslümanca tavsiyelerde bulunmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Moğolları da pisliğe benzeterek, bu tiksindirici şeylere sabredilmesini, bunu Müslümanların huzuru için yapması gerektiğini söylemektedir. Hatta Mevlâna, Pervâne ile diğer yukarıda verdiğimiz diyaloglarda sanki şöyle söylemektedir: Moğollar bugün İslam ümmetinin başının derdi ama İslam ümmetinin başındakiler kendi dertlerinde, kendi ikballerinde. Mevlâna, iki kardeş arasında sıklıkla değişen vassal Selçuklu Konya’sında bir şey yapmaya çalışıyor. Osman Turan’a göre de 1262 yılından itibaren yani Muineddin Süleyman Pervane’nin devlet üzerindeki hâkimiyeti zamanında başlayan devletteki kısmi nizamla birlikte, Selçuklu topraklarındaki insanlar biraz olsun nefes alabilmiş, iktisadi ve medeni kalkınma devam edebilmiş, huzur imkânı sağlanabilmiştir. Tüm bu diyaloglardan görünen şudur ki Mevlâna, Pervâne gibi hırslı bir adamı, manevi olarak dizginleyen ona nasihatler veren bir kişidir.
Lakin Mevlâna, Pervâne’nin hırsını ve onun kendi çıkarı için Selçuklu sultanını öldürtecek kadar ileri gidebileceğini de gayet iyi bilmektedir. Buna bir örnek olarak Eflâki’de geçen bir diyalogda Mevlâna, Süleyman Pervâne’ye lafını hiç esirgemeden söylediğini görmekteyiz. Bir gün Pervâne Mevlâna’dan kendisine nasihatte bulunmasını ister. Mevlâna, Pervane’ye muhtemelen 664 (1266)’de bir tertiple ortadan kaldırttırdığı IV. Rükneddin Kılıçarslan olayından veya aşağıda değinilecek olan gerek Mısır Sultanı Baybars’a ikili tavrı gerekse İlhanlılarla olan gayri ahlaki münasebetlerden dolayı kızgındır. Bu sebepten dolayı da Mevlâna, Pervâne’nin yüzüne önce bakmaz. Sonra da ona şöyle der; “Emir Muineddin, Kur’an’ı hıfz ettiğini, ayrıca hadisleri de Şeyh Sadreddin Konevî hazretlerinden Camiülusül dersi aldığını duydum. Mademki, Allah ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bahsettiğin ve bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsan ve hiç bir ayet ve hadisin muktezasınca amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın?” diye çıkışır.
Mevlâna bir taraftan Moğolların bela ve zulümleri noktasında devlet adamlarına ve halka telkinler veriyor bir taraftan da anlaşıldığı kadarıyla Selçuklular içerisinden yeniden derlenme ve toplanmanın pek de mümkün olmadığını görüyordu. İşte bundan dolayı Mevlâna, Muindeddin Süleyman Pervâne’ye bazı telkinlerde bulunmuş olmalıdır. Lakin Mevlâna’nın hayatında hiçbir zaman bir yılgınlık emaresinin olmadığını görmekteyiz. Selçuklu ülkesinin başkentinde tüm bu olup bitenlere rağmen o hayatının her bir döneminde coşkunluğunu korumuş bir kişilik olarak karşımızda durmaktadır. Divân’ında bunu şöyle dillendirmiştir:
“Sevgilinin küpünden bir erlik sağrağı doldurdum mu, iki dünyayı da gizli âlemi de tümden, işten-güçten alı korum. Dağın ardından çıkarım; aşk bayrağını yüceltirim… granit kayaların, mermer taşların gönüllerinden ikrar soluğunu çıkartırım. Sen, kuyunun dibinden birini ancak yüz yılda çıkarabilirsin… fakat ben öyle bir deli divaneyim ki onu tutar, birdenbire çeker, çıkarı veririm. O yüce dağın beline aşk kemerini bir bağladım mı, münafığın belindeki zünnârın ucunu tutar, sokuveririm. Bana karşı ben de yoktur, biz de… başsız-ayaksız yokluğum ben… Sevgiliden baş çıkarıp görüneyim diye başımdan da vazgeçtim, gönlümden de. Sana duvar görünürüm de kendime kapı açarım… arada ne el var, ne kol; öyleyken gene de kapıdan girerim, duvardan aşarım ben. Sen, işe işler katar, başını, sarığını gösterirsen ben de tutar, her kılının dibinden baş çıkarır, sarık belirtirim. Vakit geçti diye neden aksamadasın; karanlık geceden niye korkuyorsun? Batı tarafından ışıklar saçan Ay’ı doğduruveririm ben. Sen Tatar’dan korkuyorsun, çünkü Allah’ı tanımıyorsun… oysaki ben Tatarlar’dan İki yüz iman bayrağı yücelteceğim. Hele bir soluk susayım da aşk şarabını içeyim; savaş zırhını giyineyim de salları yarayım, orduyu kırıp geçireyim.”
Moğol Altınorda devleti hükümdarı Bereke Han, tarihte ilk Müslüman olan Moğol devlet hanıdır. Onun İslam’ı kabulünde aynı zamanda Baha Veled’in de şeyhi olan Necmeddin Kübra’nın halifelerinden Seyfeddin Bâharzî (ö. 659/1261)’nin büyük rolü olmuştur. Bereke Han zamanında en parlak dönemini yaşayan Altınorda devleti, Moğolistan’daki büyük kağanlıktan ayrılarak bağımsız bir devlet kurmuştur. İlhanlıların, Azerbaycan’ı işgal edip, Altınorda tüccarlarını öldürmeleri, tarihin bu kez ters bir şekilde yeniden tekerrürünü sağlamıştır. Otrar hadisesinin bir benzeri ondan yaklaşık 45 yıl sonra bu kez biri Müslüman iki Moğol asıllı devleti karşı karşıya getirmiştir. 1263’te meydana gelen savaşta Hülagü ağır bir yenilgiye uğramış, bu olay tüm İslam dünyasında büyük bir sevinçle karşılanmıştır.
İşte Müslüman Altınorda ile Şaman İlhan Devleti arasındaki Selçuklular bu dönemde Memlük Sultanı Baybars’la yakın ilişki içerisinde olmuşlardır. Aynı zamanda Mevlâna’nın muhibbi ve koyu bir Moğol karşıtı olan II. İzzeddin Keykâvus ilk olarak Baybars’la 1262’de ittifak yapsa da Pervâne’nin tazyiki ile bir türlü başarı elde demez. Nitekim İzzeddin, gerek kardeşi Kılıçarslan gerekse Pervâne ile giriştiği 16 yıllık çok zor hükümdarlığının sonunda vatanını terk ederek, önce İstanbul sonra da Kırım’a gitmiştir. İzzeddin’den sonra Kılıçaraslan’ı da bertaraf eden Pervâne tam anlamıyla tek başına at koşturur bir durumdadır artık. Pervâne bu dönemde bir yerden İlhanlılar’ı çoğu zaman kendi menfaatleri doğrultusunda idare ederken diğer taraftan da Altınorda ve Baybars’la iyi ilişkiler kurma yönünde adımlar atıyordu. Süleyman Pervâne, Baybars’a mektuplar yazmış ama bir yerden de İlhanlılar’dan korkusundan ikili siyaseti sürdürmüştür. Tabi ki bu ikili siyaseti onun daha sonra sonunu da getirmiştir. Süleyman Pervâne’nin Baybars’la yakınlaşması kendi kişisel çıkarını öncelediğindendir lakin Türkiye’de artan İlhan zulmü ve ağır vergiler gibi sebeplerden dolayı ona Baybars’la irtibat kurmasını muhtemelen Mevlâna öğütlemiştir. Çünkü Mevlâna onun bu ikili siyasetini ağır bir şekilde eleştirmiş, İslam ümmetinin kurtarıcısı olarak o günlerde tüm Selçuklu âlim, arif ve kimi devlet adamları tarafından beklenen Baybars’a Pervâne’nin tam manada destek vermemesinden dolayı da ona ateş püskürmüştür. Mevlâna, Kur’an tefsiri yaptığı sırada şunları söylemektedir: “Bu tefsiri Emir Pervâne’ye şunun için söyledim dedim ki, sen önce Müslümanlığa kalkan oldun. Kendimi feda edeyim, Müslümanlığın kalması, Müslümanların çoğalması için aklımı, tedbirimi kullanayım da Müslümanlık kalsın dedin. Kendi fikrine güvendin. Allah’ı görmedin, her şeyi Allah’tan bilmedin. Böyle olunca da Ulu Allah o sebebi, o çalışmayı, Müslümanlığın zararına sebep etti. Çünkü sen Tatar’la bir olmuşsun, (Baybars’ı kastederek) Şamlıları, Mısırlıları yok etmek, İslâm ülkesini yıkmak için onlara yardım ediyorsun. Allah, Müslümanlığın kalmasına sebep olan tedbiri, Müslümanlığa zarar vermeye sebep kıldı. Şu halde Allah’a yüz tut, çünkü korkulacak bir hal bu…”
Buradan anlıyoruz ki, Süleyman Pervâne’nin Baybars’la mektuplaşması daha Mevlâna hayattayken muhtemelen 1273’den de daha önce başlamıştır. Burada kısaca yaşanan tarihi olayları anlatmakla konu daha iyi anlaşılacaktır. Muineddin yanındaki Moğol beyleriyle 1276’da İlhan Abaga’ya giderken Türkiye’de meydana gelen en büyük olay Hatiroğlulları’nın Moğollar’a karşı cihat bayrağını açmaları olmuştur. Sultan Baybars’a Hatiroğlu Ziyaeddin ile Toruntay’ın oğlu Sinaneddin giderek onu Türkiye’ye davet ettiler. Hatiroğlu Şerafeddin, Baybars’a Pervâne ve Moğol beylerinin Abaga’ya gitmelerini fırsat bilerek, diğer Selçuklu beyleri ile Gıyaseddin’i de alıp onun huzuruna yetişeceğini bildirdi. Hatiroğlu, Kayseri’ye vardığı 1276 Haziran’ına kadar uç beyleri, Karamanoğlu Mehmed Bey, Atabeg Mecdeddin Muhammed, Kırşehir Emiri Nureddin Caca’nın oğulları gibi kişileri örgütledi. Tüm bu olaylardan önce bir görüşme dikkati çekmektedir. Mevlâna’nın vefat ettiği Aralık 1273’ten önce Pervâne, Hatiroğlu Şerefeddin ve Ziyaeddin birlikte Mevlâna’yı ziyarete geliyorlar ve ondan bir konuda kendilerine öğüt vermelerini istiyorlar. Pervâne ve Hatiroğlulları’nın Mevlâna’yı ziyaret etmelerinin nedeni muhtemelen Baybars’la Pervâne ve diğerlerinin görüşmeleri konusunda idi. Mevlâna, Pervâne’ye verdiği öğütte onun muktedir olduğunu ve hiç gevşeklik göstermeden hizmet etmesi gerektiğini söylüyor. Mevlâna metaforik olarak verdiği öğütlerden anladığımız kadarıyla Pervâne’nin korkmadan hizmet etmesini telkin ediyor. Bunun yanı sıra Pervâne’nin Mısır Sultanı Baybars’ı yarı yolda bırakacağını Mevlâna bilmektedir ki kendi vefatından sonra Türkiye’deki tüm Selçuklu halkının umudu olan Baybars’ı Pervâne yarı yolda bırakmıştır.
Son olarak Mevlâna’nın Hülagü’yü tıpkı Cengiz gibi lahuti bir şahsiyet olarak gösterdiği iddia edilmektedir. Hatta Mevlâna’nın putperest Moğollarca Bağdat’ın Hülagü tarafından zaptında atlar ve askerlere üç gün süreyle oruç tutturulup bu sayede Bağdat’ın alındığını söylediği iddia edilmektedir. Bu iddianın kaynağı Eflâkî’nin yazdığı menakıpnamedir. Tarih disiplini açısından menakıplardaki bilgilerin bir süzgeçten geçirildikten sonra değerlendirilmesi gerektiği malumdur. Birincisi Ahmed Eflâkî’nin menakıpnamesindeki bilgilerin bir bölümü diğer çoğu benzer eserde olduğu gibi tarih ve olay hatalarının olduğu metinlerdir. Zaten menkıbe yazarları bir vakanüvis gibi olayları ve tarihleri esas almaktan ziyade bağlı bulunduğu ekolün inanç değerlerini kimi abartılı ibarelerle anlatırlar. İkincisi Eflâki, Bahaeddin Veled’in göç yolunda Bağdat’a uğradıkları sırada görüştüğü söylenen halife Ebul Abbas Ahmed en-Nasır Lidinillah (ö. 622/1225) ile Hülagü’nün şehit ettiği son Abbasi Halifesi Müsta’sım billah (ö. 656/1258)’ı karıştırmıştır. Eflâki’nin bu anlattığı olay yukarıda değindiğimiz Harzemşah ile halifenin siyasi gerginliği sebebiyle o dönemde çoğu kişinin rahatsızlığına sebep olan durumun, Bahaeddin Veled tarafından Halife Nasır’a olan tepkisinin dillendirilmesidir. Ama Eflâki bunu yaparken muhtemelen kurguladığı bu son olayla Abbasi halifelerini karıştırmış, Müsta’sım’ı, Nasır gibi göstermiştir. Her tarafından problemli bu rivayetten Mevlâna’nın Cengiz’den sonra Hülagü’yü de lahuti bir şahsiyet olarak görmesi sonucunun çıkartılması, Eflâki’nin zorlama rivayetinden daha da içerisinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Eflâki’nin tarihleri karıştırması tabii ki bilinen durum olmakla birlikte eğer burada iddia edilen, her ne kadar tarihler karıştırılmış olsa da, dönemin enformasyonu içerisinde Mevlâna’nın Moğollar hakkındaki tarafgir siyasi kanaatinin gösterilmesi midir? O zaman yine Hülâgü bahsinde anlatılan şu olay her ne kadar menkıbevi rivayet olsa da dönemin tarihsel olaylarıyla doğrudan ölçüşüyor. Bu bağlamda da Mevlâna’nın hakikaten Moğol tarafgiri mi yoksa onun yukarıda belirttiğimiz gibi kendi döneminde Moğolları yüksek sesle eleştiren yegâne kişi mi olduğuna birlikte karar verelim. Eflâki 16. hikâyede iyi Arap atlarını yetiştirmekle ünlü olan Celaleddin Kassab’dan Mevlâna’nın 3 farklı zamanda 3 atı istediğini lakin fil gövdeli iri yarı atların geri geldiklerinde inceldiğini, iki kat olduğunu söylemektedir. Bu üçüncü günde Mevlâna, yine toz toprak içerisinde gelip Kassab’a şu şiiri okumuştur; “Müjde ey dirlik içinde yaşayan güruh! O cehennem köpeği, yine cehenneme gitti.” Sonrasında ise bir ayetle, “Nefislerine zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun” demiştir. Anlatılan menkıbenin geri kalan bölümünü doğrudan Eflâki’den alıntılayalım: “Hülâgü, 657 (1258) senesinde Şam üzerine yürüdü, Halep’i aldı ve Ketboğa’yı büyük bir ordu ile Şam’a kadar gönderdi. Moğol askerinin Şam’ı muhasara ettiği sırada, Şam halkı, Mevlâna hazretlerinin oradaki İslam askerinin yardımına geldiğini ve Moğol askerini kırdığını gözleri ile gördüler. Moğol askeri tamamen bozguna uğradı ve eline bir şey geçmeden geri döndü.” Ayn Câlût’da, Ketboğa Noyan kumandasındaki Hülâgü ordusunun Baybars tarafından bozguna uğratılmasının anlatıldığı bu hikâye dönemin hem siyasi hem de tarihi olayları ile paralellik göstermektedir. Ortaçağ Konya’sının enformasyonu içerisinde, bu olayın keramet kısmını bir tarafa koyarsak, Mevlâna’nın İlhanlı Hülâgü’ye ve halifeyi şehit eden Moğollara karşı tutumunu çok net görmekteyiz. Hülâgü ve Moğollara “cehennem köpeği” diye söz söyleyen bir kişi nasıl olur da onu lahuti bir şahsiyet olarak görebilir?
Mevlâna’nın Moğollar hakkındaki kanaatini ve dönemin olaylarının yalnızca bir kısmını örneklendirmeye çalıştığımız bu değerlendirmede onun bu istila karşısındaki tutumunun ne olduğu aslında çok açıktır. Mevlâna daha doğduğu yıllardan itibaren Moğollarla ve bu istilayla yüz yüzedir ve bu tecrübeyi gayet iyi bilmektedir. “Tatar almaya değil öldürmeye geliyor” sözü bu istilaya bakışı noktasında gayet belirgindir. Bunun yanı sıra, “Tatar, dünyayı savaşla yıktı amma yıkık yerde senin definen olur, ne diye gönlümüzü sıkalım, ne diye daralalım?” diyerek de hiçbir zaman ümitsizlik tarafında da değildir. Mevlâna’nın dönemin devlet erkânı ile diyaloğu da bir Müslüman âlim ve ârifin fetret döneminde yapması gerekenden ziyadedir. Onun işgalci Moğollara karşı söylediği sözler, yaptığı işler ve yönlendirmeleri de yukarıda sarih bir şekilde verilmiştir. Ömrünün son demine kadar bir çaba içerisinde olan Mevlâna acaba hangi diyaloğunda işgalci Moğollarla birlikte olmuş, onların meşruiyetini kabullenmiştir? Mevlâna, dönemin bozuk olan siyasi ve sosyal şartlarında, Muineddin Pervâne, Sahip Ata Fahreddin Ali, Hatiroğlulları gibi bazı devlet erkânını ile yukarıdaki örneklerini verdiğimiz diyaloglarında Moğol hükümranlığındaki Müslüman toplumun biraz olsun rahatı ve huzuru için onları müspet tarafa yönlendirmiştir. Mevlâna, bunun yanı sıra Şaman İlhanlılarına hiçbir manada bel bağlamadığı gibi yeri ve fırsatı geldiğinde de Memlük Sultanı Baybars’ın Selçuklularla birlikteliğini de en yüksek tondan dillendirmiştir. İlk başta ifade ettiğim gibi İslam Ortaçağ dünyasında hayatı hakkında en fazla bilgi sahibi olduğumuz Mevlâna’nın, asırlar boyunca bize kadar gelebilen ve tüm insanlığı etkileyen hayatının detayları karşısında, kimi yeni çalışmalarla ortaya konmaya çalışılan biyografilerle onu, dönemin net olmayan simalarıyla karşı karşı getirilmesi de ilim âleminin takdirindedir. Mevlâna’nın insanı merkeze alan İslam, ahlak ve hayat anlayışının kendi döneminden itibaren sonraki yüzyıllara bıraktığı pörsümez mirası, gelecek kuşaklara da hakkaniyet ölçüsünde aktarılacağına inancımız sonsuzdur.
KAYNAKÇA
ABDURRAHMAN CAMİ, Nefahatü’l-Üns Evliya Menkıbeleri (çev. Lamiî Çelebi), Marifet yay., İstanbul 1998.
ABDÜLKADİR EL-KURAŞÎ, el-Cevâhirü’l-Mudiyye fî Tabakâti’l-Hanefiyye (tahkik: Abdülfettah Muhammed el-Hulüv), Hecr yay., 2. Baskı, Rıyad 1993; (Mevlâna için: C. 3, s. 343-346.; Sultan Veled için: C.1, s. 313-315.)
AHMED EFLÂKÎ, Ariflerin Menkıbeleri (çev. Tahsin Yazıcı), Kabalcı yay., İstanbul 2012.
ALGAR, Hamid, “Necmeddîn-i Kübrâ”, DİA, C. 32, İstanbul 2006, s. 498-500.
BARTHOLD, Vasilij Vladimiroviç, Moğol İstilasına Kadar Türkistan (haz. Hakkı Dursun yıldız), Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 19120.
BAYRAM, Mikail, Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlânâ Mücadelesi, Nüve Kültür Merkezi yay., Konya 2005.
__________, Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Kömen yay., Konya 2005.
__________, Selçuklular Zamanında Konya’da Dini ve Fikri Hareketler, Nüve Kültür Merkezi yay., Konya 2007.
__________, Ahi Evren Hâce Nasirü’d-Din Mahmud ve Ahi Teşkilâtının Kuruluşu, Çizgi Kitabevi yay., Konya 2018.
DEVLETŞAH, Tezkire-i Devletşah (çev. Necati LUGAL), C. 1, Milli Eğitim Bakanlığı yay., Ankara 1967.
ERDOĞRU, M. Akif, “Murat Çelebi Defteri 1483 Yılında Karaman Vilayetinde Vakıflar I”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XVIII, İzmir 2003, s. 120-160.
__________, “Murat Çelebi Defteri 1483 Yılında Karaman Vilayetinde Vakıflar II”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. XVIII, İzmir 2003, s. 99-140.
EVHADÜ’D-DİN HAMİD EL-KİRMANÎ, Evhadü’d-Din Hamid el-Kirmanî Menakıb-Namesi (çev. Mikail Bayram), Nüve Kültür Merkezi yay., Konya 2008.
FERÎDÛN BİN AHMED-İ SİPEHSÂLAR, Mevlâna ve Etrafındakiler (çev. Tahsin Yazıcı), Tercüman Gazetesi yay., İstanbul 1977.
GORDLEVSKİ, Vilademir, Anadolu Selçuklu Devleti (çev. Azer Yaran), Onur yay., Ankara 1988.
GÖLPINARLI, Abdülbâki, Mesnevî Tercemesi ve Şerhi, C. VI, İnkılap Kitabevi yay., İstanbul 1983.
____________, Mevlânâ Celâleddin, İnkılap yay., İstanbul 1999.
GREOGORY ABÛ’L-FARAC, Abû’l Farac Tarihi, C. II (çev. Ömer Rıza Doğrul), Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1987.
GÖKSU, Erkan, Türkiye Selçuklularında Ordu, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 2010.
GÜRBÜZ, Meryem, “Tekiş, Alâeddin”, DİA, C. 40, İstanbul 2011, s. 364-365.
HACIGÖKMEN, Mehmet Ali, “Anadolu Selçukluları Zamanında Sadrü’d-din Konevî’nin Türkmen İsyanlarına Bakışı”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, S. 10, Konya 2001, s. 39-49.
İBN BİBİ, el-Evamirü’l-Ala’iye fi’l-Umuri’l-Ala’iye, C. I, II (haz. Mürsel Öztürk), Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1996.
İBNÜ’L-ESÎR, el-Kâmil Fi’t-Tarih, C. 12 (çev. Ahmet Ağırakça, Abdülkerim Özaydın), Bahar yay., İstanbul 1987.
KAFALI, Mustafa, “Cengiz Han”, DİA, C. 7, İstanbul 1993, s. 367-369.
KAFESOĞLU, İbrahim, Harezmşahlar Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1984.
KAYMAZ, Nejat, Pervâne Mu’înü’d-Dîn Süleyman, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi yay., Ankara 1970.
KERÎMÜDDİN MAHMUD-İ AKSARAYÎ, Müsâmeretü’l-Ahbâr (çev. Mürsel Öztürk), Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 2000.
KESİK, Muharrem, “Muînüddin Süleyman Pervâne”, DİA, C. 31, İstanbul 2006, s. 91-93.
KONUKÇU, Enver, “Berke Han”, DİA, C. 5, İstanbul 1992, s. 506-507.
KÜÇÜK, Osman Nuri, Mevlâna ve İktidar Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusu İddiaları, Rûmî yay., Konya 2007.
LEWİS, Franklin, Mevlâna Geçmiş Şimdi Doğu ve Batı (çev. Gül Çağalı-Hamide Koyukan), Kabalcı yay., İstanbul 2008.
MEVLÂNA, Mecâlis-i Seba (çev. Abdülbaki Gölpınarlı), İnkılap yay., İstanbul 2010.
____________, Mektuplar (çev. Abdülbaki Gölpınarlı), İnkılap yay., İstanbul 1999.
____________, Mesnevi, C. IV (çev. Derya Örs- Hicabi Kırlangıç), Konya Büyükşehir Belediyesi yay., Konya 2007.
____________, Mesnevi, C., I, IV (çev. Veled Çelebi İzbudak), Konya Büyükşehir Belediyesi yay., Konya 2016.
____________, Rubâiler (çev. Abdülbâki Gölpınarlı), İnkılâp yay., Ankara 1982.
____________, Dîvan-ı Kebîr, C. I-VII (çev. Abdülbâki Gölpınarlı), İş Bankası yay., İstanbul 2015.
____________, Fîhi Mâ-Fîh, (çev. Abdülbâki Gölpınarlı), İnkılâp yay., İstanbul 2017.
MOSTAFAVİ, Moharrem, Evhadeddin-i Kirmani ve Anadolu Tasavvufundaki Yeri, Kitap yay., İstanbul 2016.
OCAK, Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1992.
____________, Babailer İsyanı, Aleviliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslam-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, Dergâh yay., İstanbul, 2011.
OĞUR, Özcan, Karaman Eyaleti Konya Merkez Kazası Hurufat Defterlerine Göre Konya ve Civarının İdari ve Sosyal Durumu (16120-1839) (Kırıkkale Üniversitesi SBE, Yayımlanmamış Doktora Tezi), Kırıkkale 2018.
ÖNGÖREN, Reşat, “Mecdüddin el-Bağdâdî”, DİA, C. 28, İstanbul 2003, s. 230-231.
ÖZAYDIN, Abdülkerim, “İbnü’l-İbrî”, DİA, C. 21, İstanbul 2000, s. 92-94.
____________, “Sencer”, DİA, C. 36, İstanbul 2009, s. 507-511.
ÖZDEMİR, Hacı Ahmet, “Türkiye Selçuklularının Büyük Bilgini Mevlâna’nın Düşünce Dünyasında Moğol İmajı (Mesnevî ve Fîhi Mâ Fîh Örneği)”, II. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Sempozyumu Selçuklularda Bilim ve Düşünce Bildiriler, C. 2, Selçuklu Belediyesi yay., Konya 2013, s. 485-496.
____________, “Müsta’sım-Billah”, DİA, C. 32, İstanbul 2006, s 126-127.
SEYYİD BURHÂNEDDÎN MUHAKKIK-I TİRMİZÎ, Maârif (çev. Abdülbâki Gölpınarlı), İnkılâp yay., İstanbul 2014.
SULTAN VELED, İbtidâ-nâme (çev. Abdülbaki Gölpınarlı), Konya ve Mülhakatı Eski Eserleri Sevenler Derneği yay., Konya 2001.
ŞAHİNOĞLU, M. Nazif, “Bahâeddin Veled”, DİA, C. 4, İstanbul 1991, s. 460-462.
ŞEMS-İ TEBRİZÎ, Makâlât (çev. Mehmed Nuri Gençosman), Ataç yay., İstanbul 2018.
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat yay., İstanbul 1971.
TANERİ, Aydın, “Hârizmşahlar”, DİA, C. 16, İstanbul 1997, s. 228-231.
____________, Mevlâna Ailesinde Türk Milleti ve Devleti Fikri, Ocak yay., Ankara 1997.
UZ, Mehmet Ali, “Sadır Sultan”, Konya Ansiklopedisi, C. 7, Konya Büyükşehir Belediyesi yay., Konya 2014, s. 242.
YAVUZ, Yusuf Şevki, “Fahreddin er-Râzi”, DİA, C. 12
[1] Makaleyi alt tarafta tablo halinde verilen kronoloji ile birlikte okumanızda fayda vardır.