MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ: HAYÂTI VE DÜŞÜNCESİne “aşkı arayış” eksenli bir bakış – Dilaver Gürer

A+
A-

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ: HAYÂTI VE DÜŞÜNCESİne “aşkı arayış” eksenli bir bakış

Doç. Dr. Dilaver Gürer

Bugün burada sizlerle ünlü sûfî ve düşünür Mevlânâ üzerine bir sohbet yapacağız. Sizlerle Mevlânâ’nın hayâtını konuşacağız. Mevlânâ’nın hayâtı bana âdetâ bir şiir ve bir beste gibi gelir ve her defâsında, her yorumcunun sunuşunda ben ayrı bir tat alırım ve o büyük gönül erinin hayâtını dinlemekten zevk alırım. Umarım ben de bu mecliste sizlere böyle bir tat verebilirim. Ayrıca, burada belirtmeliyim ki, sizler gibi seçkin, Hz. Mevlânâ’nın gönüldaşı ve fikirdaşı olmuş özel bir topluluğa hitap etmekten son derece büyük bir şeref ve mutluluk duymaktayım.

A) HAYÂTI

Mevlânâ ilgili çok sıfat sayılabilir; fakat bir terim var ki onunla özdeş olmuştur: “İlâhî aşk’ta erimiş tefekkür”. Onun hayâtı beşerde tecellî eden ilâhî aşkın hikâyeleri ve mutlak güzeli/güzelliği (mutlak cemâli) aramanın, bulmanın, bilmenin ve onu doya doya tadarak fânî dünyâ hayâtında ebedî olan hayâtı yaşamanın örnekleri ve hikâyeleri ile dolu doludur. Makâlemizin ileriki sayfalarında onun bu iki yönüne işâret eden örnekler vereceğiz.

Mevlânâ’nın asıl adı Muhammed. Daha çok kısa olarak Mevlânâ, biraz uzun olarak da Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî şeklinde anılır ve bilinir. “Mevlânâ” terimi eski kültürümüzde “efendi, beyafendi” gibi anlamlarda kullanılırmış. Babasının adı Bahâeddîn Veled. Bahâeddîn Veled’in lakabı “Sultânü’l-Ulemâ/Âlimler Sultânı”. Bu lakap bize Mevlânâ’nın nasıl bir aile ve kültür ortamında doğduğunun ve yetiştiğinin ipuçlarını veriyor. Doğumu hakkındaki yaygın kanaat onun m. 1207’de doğduğudur. Ancak biz bu târihin doğru olmadığını tahmin ediyoruz. Çünkü hayâtının merhaleleri dikkate alındığında Mevlânâ’nın 1200 yılından önce doğmuş olması gerekir. Doğum yeri Belh; bugün Afganistan sınırları içerisinde kalıyor.

Âlimler arasındaki kıskançlık veyâ yaklaşan Moğol tehlikesi sebebiyle Sultânü’l-Ulemâ (Mevlânâ’nın babası) memleketini terkederek, ailesi ile birlikte Anadolu’ya doğru yola çıkar. Belh’ten çıkış ile Konya’ya geliş arasında yaklaşık 10 sene olduğu rivâyet edilir. Bu yolculuk esnâsında Mevlânâ kutsal yerleri görür, Mekke’yi, Medîne’yi ziyâret eder; Ferîdüddîn-i Attâr ve İbn Arabî gibi ünlü sûfîlerle tanışma imkânı bulur. Ailesi ile birlikte Konya’ya yerleşen Mevlânâ’nın hayâtı, Şems-i Tebrîzî ile karşılaşıncaya kadar monoton diyebileceğimiz bir ortamda geçmiştir. Bu esnâda Mevlânâ, aynı zamanda hocası ve şeyhi olan babasını 628/1231 kaybetmiştir. Bunun üzerine Konya’ya gelen, babasının halîfelerinden Burhâneddîn-i Tirmizî, Mevlânâ’ya şeyhlik ve hocalık yapmıştır. Onu temkîn ve sahv ehli yâni şer’î hususların zâhirine sıkı sıkıya bağlı bir sûfî olarak yetiştirmiş, dînî ilimlerde daha da iyi olması için çeşitli ilim merkezlerine götürerek orada tahsil yaptırmış ve devrin ünlü ilim ve fikir adamları ile tanıştırmıştır. Böylece Mevlânâ dînî ve sosyal ilimleri iyi tahsil etmiş kuvvetli bir “din âlimi”, medresede talebelerine dersler okutan bir “din hocası” ve dergahtaki müridlerine tasavvufî bir eğitim veren bir “tarîkat şeyhi” olmuştur.

1244 yılı Mevlânâ’nın hayâtındaki en önemli dönüm yılı oldu. Bu yıl Konya’ya Şems-i Tebrîzî isimli bir şahıs geldi; ders ve irşad ile meşgul olan, büyük bilgin, tam bir zâhid ve temkin ehli bir sûfî olan Mevlânâ’yı bu gizemli zat kendinden geçirdi, aşk denizine attı ve coşkun bir Hak âşığı yapıverdi.

Şems ile karşılaştıktan sonra Mevlânâ’nın hayâtına tamâmiyle o yön vermeye başladı. İki Hak âşığı halvete çekiliyorlar ve Hakk’ı anlamada birbirlerine ayna oluyorlardı.

Mevlânâ için Şems; iffetin sembolü olan Hz. Yûsuf, sabrın sembolü olan Hz. Ya’kûb, Cenâb-ı Hak ile konuşma şerefine ulaşmış Hz. Mûsâ, sevginin timsâli Hz. Îsâ ve yaratıcı hakîkati temsil eden Hz. Muhammed idi; aşk ve hakîkat şehîdi Hallâc-ı Mansûr idi…1 Şems sûret değil idi, o mânâ ve öz idi. Zira “dönemin meşhur tasavvufî bir şahsiyeti olarak Şems’n en bâriz husûsiyetlerinden birisi, derin melâmet anlayışından kaynaklanan coşkun tavrıdır. Bu mânevî kemâl yolunda insanı asıl olgunlaştıran şeyin şeklî unsurlardan ziyâde, ilâhî aşk olduğunu kabul eden Şems’in Mevlânâ’nın hayâtına girmesiyle onda alevlendirdiği “ilâhî aşk” ateşi, artık Mevlânâ’nın tasavvufî neşvesinin aslî unsuru olmuştu.

Şems ile karşılaştığında Mevlânâ’nın kırk yaşın üzerinde, Şems’in de altmış yaşlarında olduğu bâzı kaynaklarda kaydedilmektedir. Tasavvufî neşvesi îtibâriyle rind meşrep bir derviş olduğu anlaşılan Şems, Mevlânâ’daki aşk ateşini tutuşturmuş, ancak onun bitip tükenmek bilmeyen alevi Şemsi de yakmıştır.

Sûfînin mânevî tekâmülü, diğer bir ifâdeyle psiko-tarih açısından Şems ile karşılaşmasından sonra Mevlânâ’nın “zâhirci” “kuralcı” “şekilci” bir tasavvuf anlayışını terkederek, bunun yerine coşkun bir tasavvufî neşveyle tebârüz ettiğini söylemek mümkündür. İlerlemiş yaşına ve sahip olduğu şöhrete rağmen Mevlânâ’nın “Hak âşığı” birini özlemle beklemesi, ondaki ilâhî aşk anlayışının o âna kadar tatmin edilmediğinin bir göstergesi sayılabilir.2

Aslında olayın bir de öbür yüzü, Şems tarafı var. Çoğu zaman bu yön ihmal edilir. Biz burada bir-iki cümleyle de olsa bu yönden de bahsetmek isteriz. Şems için de Mevlânâ bir sırdaş, bir dost, bir hakîkat aynasıdır. Şems için Hz. Peygamber’den sonra en değerli insan Mevlânâ’dır. Şöyle der:

“Allâh’a yemin ederim ki, Allâh’ın peygamberi Muhammed’den sonra Mevlânâ gibi güzel söz söyleyen hiç kimse dünyâya gelmemiştir. Mevlânâ’yı tanımaktan âcizim. Bana onun hâlinden ve fiilinden her gün, bir gün önce bende bulunmayan bir feyiz açılıyor. Onun güzel yüzüyle ve sözleriyle kanâat etmeyiniz. Onda bu güzelliklerin de üstünde daha yüksek ve daha derin bir şey arayınız.”3

Mevlânâ kendisini tamâmen Şems’in sohbetine vermiş, onda âdetâ kendisini kaybetmişti. Artık, medreseye de, dergâha da çıkmaz ve müridleri ve talebeleri ile ilgilenmez olmuştu. Bu durum kıskançlıklara ve dedikodulara sebep oldu. Şems küstü ve ansızın kayboldu. Mevlânâ âdetâ deliye döndü, yıkıldı, hayâtı söndü… Hep onu aradı durdu. Nihâyet, Şems’in izi Şam’da bulundu. Mevlânâ ona mektuplar gönderdi:

“Ey gönlümün nûru, gel.. Ey didinmelerimin maksadı, gel… Biliyorsun ki, hayâtımız senin ellerinde. Kölelerine zorluk çıkarma: Gel.. Ey aşk! Ey mâşûk! Engelleri aş, inadı bırak, gel!..”

Sonunda Şems iknâ edildi. Konya’ya geri döndü. Bunun üzerine ziyâfetler verildi, kurbanlar kesildi, Mevlânâ ve dostları günlerce bayram ettiler.

“Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi; vuslat da ayrılık bağlarından kurtuldu, hür oldu.

Ey canların etrâfında döndüğü Hak ankâsı! dedi, çok şükür ki, Kaf Dağından tekrar geldin.

Ey aşkın, kıyâmet meydanının İsrâfîli! Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!

Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek arzusuyla aklım başımdan gitmişti.

Sence bilinen benim kalp (değersiz) sözlerimi, hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin…”4

İki dost tekrar halvete çekildiler. Şems ile Mevlânâ bir bedende iki ruh gibi oldular. Kimbilir, belki de ezelden beri öyle olduklarını düşünüyorlardı. Mevlânâ, Şems ile arasındaki bu ruh berâberliğini Mesnevî’nin bir yerindeki şu mısralarıyla dile getirir:

“Birisi, sevgilisinin kapısına gelip kapıyı çaldı. Sevgili: “Kapıyı çalan kim?” dedi.

“Benim” diye cevap verdi. Sevgili: “Git, şimdi zamânı değil; böyle bir sofra ham kişinin makâmı olamaz.

Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, nifaktan onu ne kurtarabilir?” dedi.

Adamcağız gitti, tam bir yıl dostunun ayrılığıyla yanıp yakıldı.

Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi. Sevgilisinin evinin etrafında dolaşmaya başladı.

Kapıya varıp, ağzından edep dışı bir söz çıkmasın diye, yüzlerce korku ile edepli edepli halkayı çaldı.

Sevgilisi: “Kim o?” dedi. “Gönlümü alan sevgili, sensin” diye cevap verdi.

Sevgili: “Mâdemki bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor” dedi.”5

Fakat çok geçmedi, kıskançlıklar ve dedikodular eskisinden daha fazla oldu. Şems’i sevmeyen ve onu Mevlânâ’nın etrâfından uzaklaştırmak isteyen bir grup, karanlık bir gecede onu evinden dışarı çağırdı. Bir daha Şems’ten haber alınamadı. Mevlânâ Şems’i çok aradı. Onun ayrılığıyla, gönülleri yakan, sızlatan nice şiirler söyledi.

Sultan Veled, gönül dostunu kaybettikten sonra babasının hâlini şöyle anlatır: “Şeyh onun ayrılığından sonra âdetâ deli oldu. Fetvâ veren şeyh, aşkla şâir kesildi. Zâhiddi, meyhâneci oldu. Fakat üzümden yapılan şarabı içip, satan meyhâneci değil; nûrânî can, nur şarabından başka bir şey içmez ki…”6

Şems’i aramak için iki kere Şam’a gitti. Fakat onu bulamadı. Artık, Mevlânâ gece gündüz semâ ediyor, gazeller, şiirler söylüyordu. Ağlayışı ve feryâdı herkesi yürekten yaralıyordu. Şems’i gönül dünyâsında aramaya başladı. Nitekim onu orada buldu da… Bundan sonra kendini ilim tedrîsine ve irşâda verdi. Bir yandan da gönlü yeni bir dost arayışı içerisindeydi.

Mevlânâ, Şems’i sûretâ bulamamıştı belki ama onu kendi içinde bulmuştu. Ay gibi kendi varlığında beliren Şems’i kendinde görmüştü. Daha doğrusu Şems’in sembolize ettiği gerçek aşka kendi içinde kavuşmuş, maddeden mânâya, sûretten öze ulaşmıştı. Aslında onun gerçek aşkı bulması için Şems de bir vesîle, bir bahâne idi. Bu husustaki duygularını şöyle ifâde eder:

“Onda (Şems’te) doğma sona erdi; şimdi aşkta doğdum.

Ben kendimden daha fazlayım, çünkü ben iki defa doğdum.”7

Bu dönemde o içine kapandı, aşk şiirleri söylemeye başladı. Şu şiir onun bu hâlini anlatmaktadır:

“Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cansız ikimiz de bir nûruz.

Ey bir şeyleri arayan kişi! İster onu gör, ister beni; ben oyum ve o da ben…”

Mevlânâ’nın hayâtında ilâhî aşkın ikinci bir aynası Salâhaddîn-i Zerkûbî’dir (Kuyumcu Salâhaddîn). Mevlânâ bir gün Salâhaddîn’in kuyumcular çarşısındaki dükkânının önünden geçmektedir. İçeride varak (altın yaprak) yapmak için çekiçle altın dövmekte olan Ku­yumcu Salâhaddîn ve çıraklarının çekiç darbele­rinden çıkan sesleri duyan Mevlânâ, o hoş seslerin ahengi ile cezbeye gelir ve vecd ile, kendinden geçip ilâhî aşka dalarak “semâ” etmeye başlar. Dışarıda Mevlânâ’nın semâ ettiğini gören Salâhaddin onun, çekiç dar­belerinin ahengine, ritmine uyarak semâ ettiğini anla­yınca, altınının zâyi olmasını düşünmez ve çıraklarına, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendi­si de dışarı fırlar, Mevlânâ’nın ayaklarına kapanır…

“ Zerkûbî’nin dükkânında bir hazîne zuhur etti; ne güzel sûret, ne güzel mânâ; ne güzellik, ne güzellik!…”

Bundan sonra Mevlânâ duygularını semâ ederek ve semâ esnâsında şiirler söyleyerek dile getirdi. Âdetâ hayâta tekrar döndü.

Salâhaddîn-i Zerkûbî’nin vefâtından sonra Mevlânâ’nın gözünün nûru, hayat aydınlığı Hüsâmeddîn Çelebi isimli mürîdi oldu. Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi’yi de çok sevdi, ilâhî aşkı onun yüzünde ve gönlünde de aradı ve gördü. Bir gün Hüsâmeddîn Çelebi için sırtında yiyecek taşıyan bir adamı görünce: “Keşke ben senin yerinde olsaydım” diyecek kadar ona muhabbet duyuyordu. Yine bir gün, bu yakın dostunun bir anlık ayrılığına dahi tahammül gösteremeyen Mevlânâ, bir seher vakti kalkmış, onun evine doğru gitmişti. Evin kapısına varınca onu rahatsız etmek istemedi, orada beklemeye başladı. Üzerine karlar yağıyordu. Ev halkı uyanıncaya kadar kapıyı çalmadı. Hüsmeddîn Çelebi, kapıyı açtığında gördüğü manzara karşısında çok duygulandı ve büyük bir üzüntü duydu.

Ünlü eser Mesnevî’nin yazılmasına da H. Çelebi vesîle oldu. O, Mevlânâ’dan müridler için bir kitap yazmasını ricâ etti. Bunun üzerine Mevlânâ sarığının içinden Mesnevî’nin ilk on sekiz beyiti ve Mevlevîlik’te çok öneli olan aşağıdaki beyitlerin yazılı olduğu kağıdı çıkarıp ona uzattı:

“Dinle neyden, ne hikâyeler anlatıyor! Ayrılıklardan nasıl şikâyetler ediyor.

Beni kamışlıktan kopardıklarından beri, figânım kadın ve erkeği ağlatmaktadır.

Şerha şerha olmuş bir gönül isterim ki, hasret derdinin şerhini ona açayım.

Her kim aslından uzak düşerse, kendisine vuslat rüzgârını rehber edinir.

Ben her toplulukta ağlayıp inledim. İyilerle de hemdem oldum, kötülerle de.

Herkes kendi zannınca bana yâr oldu, fakat içimdeki sırrı hiç kimse merak etmedi.

Benim sırrım benim inleyişimden uzak değildir, fakat her göz ve kulakta onu anlayacak güç nerede?

Ten candan, can tenden gizli değildir, fakat hiç kimseye canı görme izni yoktur.

Bu neyin sesi ateştir, hava sanma; kimde bu ateş yok ise yok olsun!

…”

Mevlânâ semâ ederek beyitler söylüyor, H. Çelebi de onları kaydediyordu. Mesnevî uzun ve yorucu bir dönemin ardından 8-9 yılda tamamlandı. Muhteşem bir edebiyat ve tasavvuf klasiği olan Mesnevî bu şekilde ortaya çıktı. Asıl gâyesi dervişlerin tasavvufî eğitimi olan Mesnevî, 6 cilttir ve yaklaşık 25 600 beyitten oluşur.

Mesnevî Şark-İslâm Edebiyâtında çok üstün ve eşsiz bir yere sâhiptir. Şark kültürünü şiir hâlinde sunan muazzam bir kültür hazînesi ve kaynağıdır.8 Kendisinden sonra “Mevlevî Edebiyâtı” adıyla anılan bir edebiyat türünün doğmasında büyük pay sâhibidir.9 “Anadolu’da yazılan en eski Türk eserlerinde Mesnevî’nin te’siri çok büyük ölçüde göze çarpar.”10

Umûmiyetle muhtevâsı ve mesajları ile herkesin beğeni ve takdîrini cezbetmesi sebebiyle, Mesnevî’yi okumak ve okutmak bilhassa Osmanlı kültürünün ayrılmaz bir parçası olmuş, Dârü’l-Fûsûslarda (özel olarak Fusûs okutulan yerlerde) İbn Arabî’nin ünlü ve zor eseri Fusûsu’l-hikem okutulduğu gibi, Dârü’l-Mesnevîlerde ve Mesnevî-hânelerde de kültürün yüksek seviyeden bir parçası hâline gelen Mesnevî kırâati “Mesnevî-hân” pâyesini taşıyanlar tarafından nesilden nesile aktarılmıştır. Eskiden vâizlerin anlattıkları konuda âyet ve hadîs zikrettikten sonra mutlakâ Mesnevî’den de bir beyit zikretmesinin gelenek hâlini aldığı ve cemâatin vâizden bunu beklediği söylenir. Mesnevî, Osmanlı kültürüne öylesine nüfûz etmişti ki, Osmanlı’nın son, Türkiye’nin ilk dönem kuşağından olan ünlü şâir Yahyâ Kemâl, önceki nesillerin medeniyetinin, hayat tarzının ne olduğu kendisine sorulduğunda, bu soruya Mesnevî’nin kültürümüz içerisindeki önemini ve yerini veciz bir şekilde dile getiren şu cümlesiyle cevap vermiştir:

“–Medeniyetimiz, pilav ve Mesnevî medeniyeti idi.”

Yâni ecdad, pilav yiyerek maddî cihad için güç toplarken, tasavvufta “büyük cihad” diye târif edilen nefisle mücâhede için ise gıdâsını Mesnevi’den alıyordu.11

Yeri gelmişken Mevlânâ’nın eserlerinden de burada hemen çok kısaca bahsedelim. Onun diğer bir manzum ve hacimli eseri Dîvân-ı Kebîr’dir. Mevlânâ şiirlerini Şems’e ithâfen söylediği için “Makâlât-ı Şems ve “Külliyât-ı Şems” gibi isimlerle de anılan Dîvân-ı Kebîr toplam 7 cilttir ve beyit sayısı yaklaşık 43 000 civârındadır. Bunlardan başka Mevlânâ’nın mensur Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât isimli eserleri de vardır. Mevlânâ’nın eserleri Farsça’dır.

Mevlânâ uzun ve yorucu bir hayâtın ardından ansızın ateşli bir hastalığın pençesine düştü. Dostlarının bütün tedâvî çabalarına rağmen yedi gün devam ettiği kaydedilen bu ateşli hastalıktan kurtulamadı ve 5 Cemâzilâhir 672/17 Aralık 1273 Pazar günü güneş batarken fânî dünyâdan göç etti. Onun öldüğü güne “Şeb-i Arûs” denir, “düğün gecesi” demektir. Bu ifâde ile iki sevgilinin, yâni Allâhü Teâlâ ile Mevlânâ’nın birbirine kavuşması kasdedilir.

Ünlü sûfî ve mütefekkir ve aynı zamanda Mevlânâ’nın çok yakın dostu olan Sadreddîn-i Konevî, hastalığı esnâsında onu ziyârete gelir: “Cenâb-ı Hak size âcil şifâlar versin” diye duâ eder. Bunun üzerine, Mevlânâ şöyle der: “Bundan sonra “Cenâb-ı Hak âcil şifâlar versin” duâsı sizin olsun; âşık ile ma‘şûk arasında kıldan bir gömlekten başka bir şey kalmamıştır. İstemez misiniz ki o gömlek dahi kalkıp nûr nûra ulaşsın!” Zîrâ tasavvufî düşünceye göre ölüm aslâ bir yok oluş değildir; bilakis tecellî-yi zâtîdir.”12

Vasiyeti:

Mevlânâ’nın ölüm döşeğinde iken yanındaki kişilere yaptığı vasiyet şöyledir:

“Ben size gizli ve açık bütün hallerinizde Allâh’a karşı takvâ sâhibi olmanızı; az yemek yemenizi; az uyumanızı; az konuşmanızı; günahlardan çekinmenizi; oruca, namaza devam etmenizi; şehvetlerden dâimâ kaçınmanızı; bütün insanlardan başınıza gelecek eziyetlere ve cefâlara sabır ve tahammül etmenizi; câhil ve basit insanlarla düşüp kalkmaktan uzak durmanızı; kerem sâhibi ve sâlih kimselerle berâber olmanızı vasiyet ederim. “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.” Sözün hayırlısı da az ve öz olandır”

Mevlânâ’nın cenâze törenine Konya’daki hemen herkes katıldı. Çok büyük bir kalabalık ve izdiham oldu. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudîler ve diğer inanç mensuplarından herkes onu son yolculuğuna uğurlamada âdetâ birbirleri ile yarış hâlinde idiler. Hattâ Müslümanlar, Müslüman olmayanları sopa ve kılıçla sav­maya çalışarak, şöyle diyorlardı:

“Bu merasimin sizinle ne ilgisi var? Bu din sultânı Mevlânâ bizimdir, bizim imamımızdır!” Onlar da şu cevabı veriyorlardı:

“Biz Mûsâ’nın, Îsâ’nın ve bütün peygamberlerin hakîkatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Bütün peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhib­bi ve mürîdi iseniz, biz de onun muhibbiyiz. Mevlânâ’nın zâtı, insanlar üzerinde par­layan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunun bir hakîkat güneşidir. Güneşi bütün dünyâ ister. Bütün evler onun nûruyla aydınlanır. Mevlânâ ekmek gibidir. Ekmeğe herkes muhtaçtır. Ekmekten kaçan bir aç insan gör­dünüz mü?”

Mevlânâ’nın kendi ölümü hakkında söyledikleri de ilginçtir. O kendi ölümünü Dîvân-ı Kebîr’deki bir şiirinde şöyle anlatır:

“Öldüğüm gün, tabutum yürüyünce, bende bu dünyânın gamı var, tasası var sanma; bu çeşit zanna düşme.

Bana ağlama, “yazık, yazık! Vah, vah!” deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır.

Cenazemi görünce “elfirâk, elfirâk!” deme. O vakit, benim vuslat ve görüşme zamânımdır.

Beni kabre indirip bırakınca, sakın “elvedâ, elvedâ!” deme; zîrâ mezar cennetlere açılan perdedir.

Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki!?

Sana batma görünür, ammâ aslında o, doğmadır, parlamadır. Mezar hapis gibi görünür, ammâ o, cânın kurtuluşudur.

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?

Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yûsuf’u ne diye kuyuda feryâd etsin?

Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç. Zîrâ senin hay-huyun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır.”

Yine Hak âşıklarının ölümü hakkında bir başka gazelinde de şöyle der:

“Gerçeklerden haberli olarak ölen Hak âşıkları, Sevgilinin huzûrunda şeker gibi erirler.

Rûh âleminde, elest meclisinde âb-ı hayât içenler bir başka tarzda ölürler.

Ötelerden haberdâr olanlar, Hak sevgisinde derlenip toparlananlar, şu insan kalabalıkları gibi ölmezler.

Hak âşıkları letâfette melekleri bile geride bırakmışlardır. Diğer insanlar gibi ölmek onlardan uzaktır.

Sen sanır mısın ki, arslanlar köpekler gibi kapı dışında can verir? Hak âşıkları sevgi yolunda ölürlerse, onları can pâdişâhı karşılar.

Âşıklar gökyüzünde uçarlar, münkirler ise cehennemin dibinde can verirler.

Ölürken, Hak âşıklarının gönül gözleri açılır da, öteleri görürler. Başkaları ise ölüm korkusu ile kör ve sağır olarak ölürler.

Geceleri ibâdetle geçirenler, Hak korkusuyla uyumayanlar, ölüm zamânı gelince, korkusuz ve rahatça ölürler.

Bu dünyâda boğaz derdine düşenler sâdece yemeyi, içmeyi düşünenler öküzleşirler, eşekler gibi ölürler.

Bugün yaşarken Hakk’ın nazarından düşmemek isteyenler, o nazarı, o bakışı arayanlar, o bakışa karşı neşeli bir halde, gülerek can bağışlarlar.

Can pâdişâhı onları lutuf kucağına alır; onlar öyle hor ve basit bir halde ölmezler.

Ahlâklarını Mustafâ’nın ahlâkına benzetenler, Ebû Bekir gibi, Ömer gibi ölürler.

Aslında Hak âşıklarından ölüm uzaktır. Onlar, ne ölürler, ne de yok olurlar. Ben bu sözleri şâyet ölürlerse, böyle ölürler diye söyledim.”

Yine şu beyit de ona nisbet edilir:

“Ölümümüzden sonra bizim mezarımızı yerde arama; bizim mezarımız âriflerin gönülleridir.”13

B) MEVLÂNÂ’NIN TASAVVUF VE KÜLTÜR TÂRİHİMİZDEKİ YERİ

Mevlânâ’nın tasavvuf târihindeki ve tasavvufî düşüncedeki yerini tesbit edebilmek için öncelikle tasavvuftan bahsetmek ve kısaca tarihî gelişimini ortaya koymakta yarar vardır. Tasavvuf (sünnî), İslâm Ahlâkı’nın belirlediği ahlâk prensiplerini, Fıkh’ın belirlediği ibâdet ve sosyal yaşam kurallarını ve Kelâm’ın belirlediği inanç esaslarını ferdin hayâtına geçirmeyi ve onları kendi metoduna göre hayâta geçirip, İslâmî/sünnî kurallar çerçevesinde, ibâdet ve mârifeti (hakîkat bilgisi) esas alarak, ârif ve âbid bir “insân-ı kâmil” yetiştirmeyi esas alan bir İslâmî-ilmî disiplindir.

Ticâret yapmak, mal mülk edinmek, makam mertebe peşinde koşmak gibi dünyevî ve maddî değerlerden yüz çevirerek, hayâtı mümkün olduğunca ibâdet, zikir, Kur’an tilaveti ve tesbihat ile geçirmek anlamına gelen ve Müslümanlığın ilk iki asrı boyunca devam eden “Zühd” hareketiyle müslüman toplumda kendini gösteren tasavvufî düşünce, Müslümanlığın üçüncü asrından îtibâren, zühd hareketine mârifet boyutunun daha derin bir sûrette katılmasıyla, çok daha etkili bir şekilde gelişmiş ve hicrî III./mîlâdî IX. Asırdan sonra, kendine has metodu, ıstılahları (terimleri), kaynakları, şahsiyetleri vs. ile ilmî bir disiplin hâlini almıştır. Hicrî 555/mîlâdî 1111 yılında vefât eden büyük İslâm âlimi ve “reformist”i İmâm Gazzâlî’nin İslâmî ilimlerin merkezine ve zirvesine Tasavvufu yerleştirmesiyle birlikte müslüman toplumda hızla hüsn-i kabul gören tasavvuf, Gazzâlî’nin hemen akabinde kurumsallaşmaya başlamış “tarîkatler” adını verdiğimiz kurumlar ile eğitim ve öğretimini gerçekleştirmiş ve bu sistem günümüze kadar devam etmiştir. VI/XII. Asırda kurulan ve günümüze kadar ulaşan ilk tarîkatler arasında Abdülkâdir-i Geylânî’nin kurduğu Kâdirîlik, Ahmed-i Yesevî’nin kurduğu Yesevîlik, Ahmed er-Rufâîin kurduğu Rufâîlik ve Ahmed el-Bedevî’nin kurduğu Bedeviyye’yi sayabiliriz.

Kelâm ve İslâm Felsefesi ile birlikte Müslüman düşüncesinin üç temel taşından birini temsil eden Tasavvufî tefekkür, 638/1240’ta Şam’da vefat eden ünlü sûfî İbn Arabî ile, ilmî ve tahkîkî boyutta zirveye ulaşmıştır. Çeşitli zamanlarda Konya’da da bulunmuş olan İbn Arabî ile Mevlânâ en az iki defa görüşmüştür. İşte Mevlânâ’nın Tasavvufî düşünce ve Tasavvuf Târihi açısından bir diğer önemi de burada karşımıza çıkmaktadır. O, İbn Arabî’nin tahkîk boyutunda, ilmî boyutta zirveye ulaştırdığı tasavvufî tefekküre ilâhî aşk boyutunu da ekleyerek tasavvufî tefekkürü mükemmelleştirmiştir. Böylece daha sonra gelen sûfîler bu iki zirvenin ışığıyla tasavvuf ve düşünce dünyâlarını aydınlatmışlardır.

Yine, Mevlânâ’nın, O’nun düşünce sisteminin, tasavvuf, din ve hayat anlayışının bir başka önemi de Osmanlı’nın sisteminde karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi Osmanlı sünnî esasları benimsemiş bir toplum ve devlet yapısına sâhiptir. Osmanlı’nın dînî yapısına baktığımızda karşımıza iki temel unsur çıkar: 1- Şer’î ve zâhirî yapı. 2-Tasavvufî yapı. Şer’î ve zâhirî yapıda Osmanlı inanç esaslarında Mâtürîdî, Fıkıh’ta ise Hanefî sistemi benimsemiştir. Diğer taraftan Tasavvufî yapıda Osmanlı’ya yön vermede iki büyük şahsiyetin, diğer tasavvufî sistem ve şahsiyetlere karşı çok daha baskın olduğu göze çapar. Bunlar; birisi İbn Arabî, diğeri ise Mevlânâ’dır. Dolayısıyla, Mevlânâ’nın ve eseri Mesnevî’nin Osmanlı devlet ve toplum yapısının oluşmasındaki ağırlığı, etkisi son derece büyük olmuştur. Bu topraklarda, Anadolu topraklarında yaşayan insanlar hayâta, varlığa ve diğer inançlara, moda tâbirle “öteki”ne

Burada, târihin bu döneminde Anadolu coğrafyası nokta-i nazarından bir başka husus daha dikkatimizi çekmektedir. Mevlânâ’nın üzerinde yaşadığı bu dönemlerde Anadolu bir yandan üç türlü sıkıntıya mâruz kalmışken, diğer yandan da üç türlü güzelliğe şâhit olmuştur. 1-Batıdan gelen Haçlı istilâlarına karşı, yine batıdan, tâ Endülüs’ten Konya, Malatya gibi Anadolu topraklarına gelen ve Anadolu’yu o muazzam tefekkür sistemiyle besleyen, ünlü sûfî ve düşünür İbn Arabî. 2-Doğu’dan gelen Moğol istilâlarına karşı, yine doğudan, Afganistan’ın Belh şehrinden gelerek Konya’ya yerleşen ve bu toprakların insanlarının ruh ve gönül dünyâlarına hayat veren Mevlânâ, 3-Yerli isyanlar ve kargaşalıklara karşı bölge insanını insanca ve kardeşçe yaşamaya ve düşünmeye külfetsiz ifâdeleriyle dâvet eden Yûnus Emre. Bir Tasavvuf Târihçisi bu durumu “celâl içre cemâl ya da cemâl içre celâl” diye ifâde eder. İlginçtir ki, İbn Arabî eserlerini Arapça, Mevlânâ Farsça, Yûnus Emre de Türkçe olarak vermiştir. Bu üç dil aynı zamanda İslâm kültürünün üç temel dilidir. Bir başka ifâdeyle Osmanlı bir yandan hâricî zor şartları göğüsledikten sonra ayakları üzerinde dikilmişken, diğer yandan İslâm kültürünün en güçlü temsilcilerinden ve en önemli unsurlarından beslenerek, ayakta sapasağlam kalmaya devam etmiştir. Dolayısıyla Mevlânâ’nın kültürümüzdeki yerinin çok büyük ve vazgeçilmez olduğunu söyleyebiliriz.

Günümüz dünyâsında da Mevlânâ’nın hayat, insan ve din anlayışının geçerliliğini kaybetmediğini görüyoruz. Bugün Batı’da olsun, Doğu’da olsun Mevlânâ’yı ve düşüncesini tanıyıp etkisi altında kalan insanların sayısı günden güne atrmaktadır. Mevlânâ ile ilgili binlerce yayın ve internet sitesi olduğu belirtilmektedir. Bu bir yana, şurası kesin ki, Mevlânâ Türbesi’nin ziyâretçi sayısı iststistiklere göre, bu yıllarda ortalama yıllık 1 milyon 200 binlerdedir. Dolayısıyla burada bizlere, Mevlânâ fikriyâtı ile ilgili kişilere, Mevlânâ gönüldaşlarına büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir. Bu da; Mevlânâ’yı iyi ve doğru tanımak, anlamak ve tanıtmak ve anlatmaktır…

Şimdi de Mevlânâ’yı, onun en dikkat çekici görüşlerinden birini “aşk (ilâhî aşk” görüşünü kısaca incelemek sûretiyle biraz daha yakından tanıyalım.

C) MEVLÂNÂ’YA GÖRE AŞK

Bütün sûfîler varlığın temelini yaratıcı ile mahlûkat arasındaki muhabbetten kaynaklanan ilişkiye dayandırırlar. Buna da bir kutsî hadîsi delil gösterirler. Sözü edilen hadîste Cenâb-ı Hak Hz. Peygamber’in diliyle şöyle der: “Ben gizli bir hazîne idim; bilinmeyi sevdim, halkı yarattım ve halk ile bilindim.” İşte bundan dolayıdır ki, bütün sûfîler gibi Mevlânâ da yaratılışın temelinde varlık ile insan arasında ezelden beri var olan bu “muhabbet”i, başka bir ifâdeyle “aşk”ı görür. Varlığın yâni mahlûkâtın içerisinde ise insanın apayrı bir yeri ve önemi vardır. İnsan yaratılışın zirvesi ve kemâl noktasıdır. Yaratıcının bütün vasıflarını özet ve örnek olarak, ama beşerî bir sûrette kendinde toplayan yegâne varlıktır. Diğer varlıklar Yaratıcının bir veyâ birkaç vasfına sâhipken, insan O’nun bütün vasıflarına sâhiptir ve Yaratıcının kemâlinin en fazla ve ev yoğun bir şekilde tecellî ettiği varlıktır. Bu yüzdendir ki, sûfîler âleme “büyük insan (insân-ı kebîr)”, insana da “küçük âlem (âlem-i sağîr)” derler ve mahlûkâtı ilk etapta, Yaratıcı ile arasındaki bu bağdan dolayı, başka hiçbir özelliliğne bakmaksızın severler ve bunu şu sözle dile getirirler: “Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü.”

Şimdi de aşk ile ilgili, Yaratıcı ile mahlûkât (insan) arasındaki en eski, en köklü ve en derin ilişki ile ilgili Mevlânâ’dan birkaç örnek görelim.

O, aşk ile kendi arasındaki ilişkiyi ve bütünlüğü şöyle dile getirir:

“Hak beni aşk şarabından yarattı; ölsem, çürüsem bile ben yine o aşkım.”

Aşk, der Mevlânâ, “öyle bir alevdir ki, parlayınca, sevgiliden başka ne varsa her şeyi yakar.”

“Cânında bir can var, o cânı ara; beden dağında bir mücevher var o mücevheri ara.

Ey yürüyüp giden sûfî, gücün yeterse ara; ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara.”

“Can konağını aramadaysan, cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin. Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir: Neyi arıyorsan sen osun.”

Mevlevîlikteki semâ esâsen bu arayışın, yâni insanın bu süflî âlemden ulvî âleme yükselişinin sembolük bir timsâlidir. Semâya bu gözle bakmak gerekir.

Aşk Mevlânâ’nın her şeyidir:

“Anamız aşk, babamız aşk; aşktan doğduk, aşkız biz. Bütün aşklar ilâhî aşka köprüdür…”

“İnsanı sevmek, Yaratıcıyı sevmektir.”

“Bizim peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz aşk oğullarıyız, bizim anamız da aşktır.”

“Aşıklık, ister mecâzî olsun, ister hakîkî olsun, nihâyet insanı Hakk’a ulaştırır.”

“Birisi bana: “Âşıklık nedir?” diye sordu; Ona dedim ki: “Benim gibi ol da gör!”

“Âşık ol, âşık ol da üzüntüden kurtul. Sen pâdişah oğlusun; ne zamâna kadar dünyânın esîri olarak kalacaksın?”

“Aşksız geçen ömrü hiç hesâba katma, yaşadım sayma. Aşk âb-ı hayattır, onu canla başla kabul et. Âşıklardan başkasını sudan çıkmış balık bil.”

“Aşk susuzdur, susuzu arar; bunlar gece ile gündüz gibi birbirlerini kovalar dururlar!

Gündüz geceye âşıktır; hem de çâresiz bir âşık! Fakat geceye bakarsan, o da gündüze daha da fazlasıyla âşıktır.

Onlar; birbirlerini aramaktan bir an bile vazgeçmezler; birbirlerinin arkasından koşar dururlar, bir an bile durup dinlenmezler.

O bunun ayağına yapışmıştır, bu onun kulağını tutmuştur! Bu ona dalmıştır, o da bunun yüzünden aklını kaybetmiş, kendinden geçmiştir!

Mâşuğun gönlünde ne varsa hepsi de “âşık”tır; Azrâ’nın gönlünde hep Vâmık vardır.”

“Âşık, vuslat ânında sarhoştur, küfürden de îmandan da yücelerde oturur.

Küfür ve îman onun iki kapısıdır; küfür ve îman kabuk, oysa saf özdür.

Küfür, atılan üstteki kuru kabuktur, îman içteki lezzetli kabuktur.

Kuru kabukların yeri ateştir, içe yapışık kabuksa hoştur, lezzetlidir.

Öze gelince, lezzette en yüce mertebede olandır; lezzeti veren esâsen de odur.

Bu sözün sonu yoktur..”

“Ben aşkın şerhini durmadan söylesem yüz kıyâmet gelir geçer de o bitmez. Çünkü kıyâmet târihinde sınır vardır. Allâh’ın vasfı olan yerde sınır ne gezer?

Ne söylüyorsam, senin anlayabileceğin kadardır. Doğru anlayana hasretten öldüm.”

“Topraktan yaratılan beden, aşktan nasîbini alınca göklere çıktı, yükseldi.

Âşıklık derdi gönül iniltisinden belli olur. Hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

Âşıklık hastalığı derdi diğer bütün hastalıklardan ayrıdır.

Âşık, Allâh’ın bütün sırlarını belli eden bir usturlab, bir ölçektir.

Âşıklık, ister nefsânî olsun, ister rûhânî olsun, sonunda bizi ötelere götürecek br rehber, bir kılavuzdur.

Aşkı anlatmak için ne söylersem söyleyeyim, kendim aşka gelince söylediklerimden utanırım.

Her ne kadar, dil ile açıklaması pek parlak da olsa, aşkın dile düşmemesi daha parlaktır.

Her bahsi yazmakta koşup duran kalem, aşk bahsine gelince dayanamadı, ortasından yarıldı.

Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi, âciz kaldı. Aşkın da âşıklığın da şerhini yine aşk söyledi.”

Aşk ile ilgili Mevlânâ’nın sözlerinin sonu yoktur. Biz sözü kısa keselim ve sizi daha fazla yormayalım. Sözlerimi Hz. Pîr’in çok sevdiğim ve onun düşüncesini gâyet veciz bir şekilde ifâde ettiğine inandığım şu rubâîsiyle bitirmek istiyorum:

“Yârimizdir gönül her kime aksa

İncimizden çakar, inciler çaksa

Üstü ‘elest-belâ’ damgalı altın

Bizimdir o hangi mâdenden çıksa.”


1 Aresteh, Reza, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, terc.: Bekir Demirkol-İbrahim Özdemir, Ankara-2000, s. 57.

2 Cebecioğlu, Ethem, “Psiko-tarih Açısından … Bir Yaklaşım” Tasavvuf, Ankara, 2005, sayı 14, s. 35.

3 Beytur, Midhat Buhârî, Mesnevî Gözüyle Mevlânâ, İstanbul, 1965, s. 114-115. Şems gözüyle Mevlânâ için bk.: Çetinkaya, Bayram Ali, “Benlik Duvarından Kerpiç Koparmak …” Tasavvuf, Ankara, 2005, sayı 14, s. 179 vd.

4 Şems-i Tebrîzî, Makâlât I, terc.: M. Nuri Gencosman, İstanbul, 1974, s. 20-21.

5 Mevlânâ, Mesnevî, terc. Veled İzbudak, İstanbul, 19120, I/245-246, beyit: 3056-3064.

6 Can, Şefik, Mevlânâ, Hayâtı, Şahsiyeti, Eserleri, İstanbul, 1995, s. 55 (Sultan Veled’in İbtidâ-nâme’sinden naklen).

7 Areste, a.g.e., s. 62.

8 Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ Celâleddîn, İstanbul, 1985, dördüncü baskı, s. 269.

9 Mevlevî Edebiyâtı hk. bk.: Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul, 1953, s. 441-454.

10 Köprülü, Fuad, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1991, yedinci baskı, s. 229.

11 Bk.: Demirci, Mehmet, Yahyâ Kemâl ve Mehmet Âkif’te Tasavvuf, İzmir, 1993 s. 30.

12 Konuk, A. Avni, Mesnevî Şerhi, Mevlânâ Müzesi Ktp., nr.: 7668 (VI. cild, 28. defter), (1392 numaralı beyitin şerhi).

13 Mevlânâ’nın hayâtını işlerken, dipnotlarda zikrettiklerimizin dışında şu kaynaklardan da istifâde ettik: Abdurrahmân-ı Câmî, Nefahâtü’l-üns min hazarâti’l-kuds, (terc. ve şerh : Lâmiî Çelebi, neşir : Süleyman Uludağ), İstanbul, 1993, (ikinci baskı), s. 516-520; Yeniterzi, a.g.e., s. 1-17; Meyerovitch, Eva de Vitray, Mesnevî-Mutlağın Aranışı, terc.: Mehmet Aydın, Konya, 1996, s.11-63 (bu çalışma Mevlânâ’nın fikriyâtının Aristocu felsefeden etkilendiği temeli üzerine binâ edilmiş gibidir); Hidâyetoğlu, A. Selahaddin, Hazret-i Mevlânâ, Hayâtı ve Şahsiyeti, Konya, 1995, s.11-35; Ritter, H. “Celâleddin Rûmî” İ.A., İstanbul, 1993, III/53-59.

Ayrıca, Reza Aresteh’in kitabı ise (bk.: Aresteh, a.g.e., s. 33 vd.) Mevlânâ’nın hayâtının ve fikriyâtının arka planını sunması açısından gerçekten takdîre şâyandır.