MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ – Ahmet Köseoğlu
MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ
Ahmet Köseoğlu
Horasan’ın Belh Şehrinde 6 Rebîülevvel 604’te (30 Eylül 1207) dünyaya geldi. Mevlânâ, Mesnevî’nin girişinde adını Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir. Lâkâbı Celâleddin’dir. “Efendimiz” anlamındaki “Mevlânâ” unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. “Sultan” mânasına gelen Farsça “hudâvendigâr” unvanı da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nisbetle “Belhî” olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu’ya nisbetle “Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî” ve müderrisliği sebebiyle “Molla Hünkâr, Mollâ-yı Rûm” gibi unvanlarla da zikredilmektedir.
Mevlânâ’nın babası, Bahâeddin Veled, Belh’e yerleşmiş bir ulemâ ailesine mensuptu ve “sultânü’l-ulemâ” unvanıyla tanınmıştı.
Bahaeddin Veled, çağdaşları Fahreddin er-Râzî ve Zeyn-i Kîşî gibi âlimlerle ve onların görüşlerine uyan Hârizmşah Alâeddin Muhammed’le görüş ayrılığına düşerek, ailesiyle birlikte Belh’ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Mevlânâ bu sırada beş yaşındadır.
Mevlânâ’nın babası müridleri ve ailesiyle birlikte yol üzerinde bulunan şehirlerde bir müddet konaklayıp sonunda Bağdat’a ulaşmış, orada Şehâbeddin es-Sühreverdî tarafından karşılanmış, Bağdat’tan Kûfe yoluyla Hicaz’a geçmişlerdir.
Eflaki; Bahâeddin Veled’in Hicaz’dan dönerken Şam’a uğradığını, 614’te (1217) Malatya’ya, 616’da (1219) Sivas’a geldiğini, daha sonra Erzincan üzerinden Akşehir’e geçerek kendi adına yaptırılan medresede dört yıl ders okuttuğunu, oradan Lârende’ye (Karaman) gittiğini, burada da adına yaptırılan medresede yedi yıl müderrislik yaptığını, ardından Sultan Alâeddin Keykubad’ın daveti üzerine Konya’ya yerleştiğini de belirtiyor.
Mevlânâ’nın on yedi veya on sekiz yaşında iken Lârende’de Semerkantlı âlim Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun’la evlenmiş, 623’te (1226) Sultan Veled, bir yıl sonra da diğer oğlu Alâeddin dünyaya gelmiştir.
Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun Lârende’de vefat etmiş, defnedildiği yere daha sonra Karaman Mevlevîhânesi inşa edilmiştir. Öte yandan Mevlânâ’nın Fîhi mâ fîh adlı eserinden Hârizmşah’ın Semerkant’ı kuşatması sırasında orada olduklarının anlaşılması yolculuk sırasında önce Semerkant’a gittiklerini göstermektedir. Ayrıca Bahâeddin Veled’in yol üzerinde bulunan Nişâbur şehrine uğradığı, burada Ferîdüddin Attâr’ın kendilerini ziyaret ettiği ve tasavvufi mesnevisi Esrârnâme’yi Mevlânâ’ya hediye ettiği belirtilmektedir. Bu görüşmede Ferîdüddin Attâr Mevlânâ için babasına, “Bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, âlemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler salacaktır” demiştir.
Mevlânâ, ilk hanımı Gevher Hatun’un ölümünden sonra Konyalı İzzeddin Ali’nin kızı Kira (Kerrâ, Gerâ) Hatun’la evlendi. Dul olan ve Şemseddin Yahya adında bir de çocuğu bulunan bu hanımdan Emîr Muzafferüddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya geldi.
Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled, Konya’da Altınapa (Altun-aba/Altunpâ) Medresesi’nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 18 Rebîülâhir 628 (23 Şubat 1231) tarihinde vefat etmiştir. Bu sırada yirmi dört yaşında olan Mevlânâ babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başladı. Ertesi yıl Mevlânâ’nın çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul olan, Bahâeddin Veled’in müridlerinden Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî şeyhini ziyaret etmek için Konya’ya geldi, ancak burada şeyhin vefat ettiğini öğrendi.
Seyyid Burhâneddin Konya’ya gelince Lârende’de bulunan Mevlânâ’ya mektup yazarak onu Konya’ya çağırmış, buluştuklarında babasının hem zâhir hem hâl ilimlerinde kâmil bir şeyh olduğunu, kendisinin zâhir ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi hâl ilimlerinde de kazanması gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin’e mürid olup dokuz yıl ona hizmet etmiştir. Seyyid Burhâneddin, buluştuklarından bir yıl sonra Mevlânâ’yı zahir ilimlerinde daha da ilerlemesi için Şam’a göndermiştir. Mevlânâ önce Halep’e uğramış, orada Hallâviyye Medresesi’nde aynı zamanda şehrin yöneticisi olan Kemâleddin İbnü’l-Adîm’den ders almıştır. Ardından Şam’a geçerek Mukaddemiyye Medresesi’ne yerleşen Mevlânâ’nın Halep’te ne kadar kaldığı bilinmemektedir.
Mevlânâ’nın Şam’da Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sa’deddîn-i Hammûye, Osmân-ı Rûmî, Evhadüddîn-i Kirmânî ve Sadreddin Konevî ile görüşüp uzun müddet sohbet ettikleri de bazı kaynaklarda belirtiliyor.
Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin’in vefatından beş yıl sonra Konya’da Şems-i Tebrîzî ile karşılaştı. Dönemin pirleri tarafından “Tebrizli Kâmil” olarak isimlendirilen ve birçok yer dolaştığı için “Şems-i Perende” (uçan Şems) diye anılan bu zat ilk önce Tebriz’de Şeyh Ebû Bekr-i Selebâf’ın hizmetinde bulunmuş, ardından birçok mutasavvıfla sohbet etmişti.
Mesnevi’nin ortaya çıkması Hüsâmeddin Çelebi’nin teşvikiyle olmuştur. Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi’nin hilâfet makamına geçişinden 10 yıl sonra rahatsızlanarak 5 Cemâziyelâhir 672 (17 Aralık 1273) tarihinde vefat etmiştir. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma zamanı (vuslat) olarak tanımlaması sebebiyle ölüm gününe “şeb-i arûs” (düğün gecesi) denmiş ve ölüm yıl dönümleri bu adla anılagelmiştir.
Eserleri:
Mevlânâ’nın şiirleri ve mektupları arasında Arapça olanlar bulunmakla birlikte eserleri Farsçadır.
- Dîvân-ı Kebîr (Divân-ı Şems-i Tebrizî):Gazel ve rubailerden meydana gelen eser çok geniş bir hacme sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr, gazellerde genellikle Şems, Şems-i Tebrîzî mahlasları kullanıldığından Dîvân-ı Şems, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla anılmaktadır. Şiirlerin çoğu Mevlânâ’nın Şems ile buluşmasından sonraki döneme aittir. Gazellerde mahlas olarak Selâhaddin (Selâhaddîn-i Zerkûb). Hüsâmeddin Çelebi isimlerine de rastlanır. Ayrıca “Hâmûş” mahlasının kullanıldığı şiirler de vardır. Bunlardan daha çok zâhidâne olanlarının ilk dönemde söylendiği sanılmaktadır. Eserdeki rubailer ayrı bir kitap olarak da derlenmiştir.
- Mesnevi:Tasavvufî düşüncenin bütün konularını içermekte ve İslâm kültürünün en önemli eserlerinden olup klasikler arasında sayılmaktadır. Diğer mesnevilerden ayırt edilmesi için Mesnevî-i Mevlevi, Mesnevî-i Ma’nevî ve Mesnevî-i Şerîf gibi isimlerle de anılan eser müellifi tarafından “Keşşâfü’l-Kur’an”, “Fıkh-ı Ekber”, “Saykalü’l-ervâh” ve “Hüsâmînâme” gibi lâkaplarla da adlandırılmıştır. Altı cilt (defter) ve yaklaşık 25.700 beyitten meydana gelen eseri bir çok dile çevrilmiştir.
- Fîhi mâ fih:Mevlânâ’nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen sohbetlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir.
- Mecâlis-i Seb’a:Mevlânâ’nın vaaz ve sohbetlerinde yaptığı konuşmalardan oluşmaktadır. Bu konuşmalarda konuyla ilgili âyet ve hadislerin açıklanmasının yanı sıra Senâî, Attâr gibi şairlerin şiirlerine, Mesnevi’de anlatılan bazı hikâyelere ve Dîvân-ı Kebîr’den şiirlere de yer verilmiştir.
- Mektûbât:Mevlânâ’nın değişik sebeplerle çeşitli kimselere yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Bunların arasında yakınlarına, çocuklarına ve müridlerine gönderilenler bulunmakla birlikte çoğu yöneticilere ihtiyaç sahiplerinin taleplerini bildirmek maksadıyla kaleme alınmıştır.
MEVLEVÎLİK
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mevlevî silsilenamesinde tarikatın pîri olarak sayılmaktadır. Eflâkî, Mevlevîliğin ilk kaynaklarından Menâkıbü’l-Arifîn’de Mevlânâ’nın tarikat silsilesini Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî, babası Bahâeddin Veled, Şemsü’l-eimme es-Serahsî, dedesi Hatîb-i Belhî, Ahmed el-Gazzâlî, Ebû Bekir en-Nessâc, Muhammed ez-Zeccâc, Cüneyd-i Bağdadî, Serî es-Sakatî, Ma’rûf-i Kerhî, Dâvûd et-Tâî, Habîb el-Acemî, Hasan-ı Basrî vasıtasıyla Hz. Ali’ye ulaştırır.
Mevlânâ’dan sonra da silsileyi Şems-i Tebrîzî ile sürdürüp onun Sultan Veled’e, Sultan Veled ile Hüsâmeddin Çelebi’nin Ulu Arif Çelebi’ye, Ulu Arif Çelebi’nin Şemseddin Emîr Âbid, Selâhaddin Zâhid ve Hüsâmeddin Vâcid çelebilere, Emîr Âbid Çelebi’nin Emîr Âdil Çelebi’ye telkin ettiğini söyleyerek kendi dönemine kadar getirir.
İlk tarikatlaşma faaliyetlerini başlatan Hüsâmeddin Çelebi’den (ö. 683/1284) sonra 691 (1292) yılında irşad makamına geçen Sultan Veled (ö. 712/1312) medresede, bir cemaathânede, büyük kubbeli veya eyvan örtülü bir mekânda, mescidde yahut kendisinin ya da mensuplarından birinin evinde eski sûfîler gibi zikir, semâ ve sohbet meclisleri düzenliyordu; onun da bir tekkesi yoktu. Konya Mevlevîhânesi türbenin yapımından sonra kurulmuştur.
Sultan Veled’in irşad makamına oğlu Ulu Arif Çelebi’yi bırakması tarikatın tarihinde dönüm noktasını oluşturmuş ve bu olayın ardından Mevlevîlik “çelebi” unvanıyla anılan Mevlânâ soyuna mensup şeyhler tarafından temsil edilmeye başlanarak Konya Mevlânâ Dergâhı ve çelebilik makamı Mevleviyye tarikatının idare merkezi haline getirilmiştir. Gittiği hemen her yerde bir zaviye kurarak Mevlevîliğin yayılmasına büyük katkı sağlayan Ulu Arif Çelebi, babası Sultan Veled’in sağlığında ve sonrasında Mevlânâ ailesinin Anadolu’daki yegâne dinî otorite temsilcisi hanedan olduğunu vurgulayan propaganda amaçlı seyahatlere çıkmış ve önce Moğol hâkimiyeti altındaki Selçuklular’ın doğu topraklarına giderek Sivas, Tokat, Bayburt, Erzurum, Irak, Tebriz, Merend ve Sultâniye’de önde gelen yöneticilerle görüşmüştür. Kastamonu, Denizli, Kütahya, Birgi gibi önemli beylik merkezlerini içine alan bu seyahatlerde Selçuklu Devleti’nin çöküşüyle yükselen Türkmen beylerinden Germiyan Emîri Alişiroğlu, Kütahyalı Yâkub Bey ve Aydınoğlu Mehmed Bey ona intisap ederek Mevleviyye’nin Konya dışındaki ilk önemli merkezlerinin temellerini atmışlardır. Böylece Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi’nin gayretleri sonucu yaygınlaşmaya başlayan Mevlevîlik XlV. yüzyılın ilk yarısında âyin, erkân ve kıyafet açısından da tekamülüyle XV. yüzyıla intikal etmiştir. Ulu Arif Çelebi’nin ardından çelebilik makamına sırasıyla Şemseddin Âbid Çelebi ve Hüsâmeddin Vâcid Çelebi geçmiştir.
Mevlevîliğin kuruluş döneminde Mevlânâ’ya büyük bir saygı ile bağlı olanlar, aralarında yönetici zümreye mensup kişiler de bulunmakla birlikte genellikle geniş halk kitleleriydi. Kendisini temsilen çelebilik makamına gelenler de halkın yanı sıra devlet adamları tarafından sevilmiş ve sayılmışlardır.
İlk devirlerde Karamanoğulları ile Ege’de Saruhanoğulları, Menteşeoğulları, Aydınoğulları gibi beyliklerde yaygın olan Mevlevîlik, Osmanlı topraklarına II. Murad tarafından Edirne’de açılan (829/1426) mevlevîhâne ile girebilmiştir.
XVI. yüzyılın ilk yarısında Mevlevîliğin yayılmasında Afyonkarahisar Mevlevîhânesi şeyhi Abâpûş-i Velî’nin oğlu Divane Mehmed Çelebi’nin büyük katkısı olmuştur. Halep, Burdur, Eğirdir, Sandıklı, Mısır (Kahire), Kudüs, Şam, Cezayir, Sakız, Midilli Mevlevîhâneleriyle muhtemelen Lazkiye, Tebriz, İsfahan, Bağdat ve Fas Mevlevîhâneleri onun tarafından tesis edilmiştir.
XVII. yüzyılda Sadrazam Bayram Paşa ikinci Kayseri ve Amasya Mevlevîhânelerini, Muslu Ağa, ikinci Tokat Mevlevîhânesini ve Türkmen Mustafa Ağa da Gaziantep Mevlevîhânesini kurmuşlardır. III.Selim ile II.Mahmud’un Mevlevî oluşları ve 1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşi tekkelerinin kapatılması sayesinde resmi itibarına bir defa daha kavuşmuştur. II.Mahmud Mevlevîliğe girince dergâhları ziyaret etmiş, maddi ve manevi destekte bulunmuştur. Onun döneminde de tarikate olan ilgi özellikle yöneticiler arasında sürdürülmüş, Mevlevî devlet adamlarından Hâlet Efendi sayesinde birçok Mevlevîhânenin bakım ve onarımı yapılarak şeyhlerine maaş bağlanmıştır.
Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde de devletin içinde bulunduğu iktisadi ve siyasi istikrarsızlık sebebiyle Mevlevîhânelere bağlı vakıf gelirlerinin ve yapılan bağışların azalmaya başlamasına rağmen Mevlevîliğin halk üzerindeki etkisini ve itibarını gözardı edemeyen devlet adamları Mevlevîhânelerin ihtiyaçlarını karşılamayı sürdürmüşlerdir.
Abdülhamit, Anadolu’daki çeşitli Mevlevîhânelere yardım göndermiş, bu arada Kütahya Mevlevîhânesi yeniden yaptırılırken Afyonkarahisar, Gelibolu ve Bursa Mevlevîhâneleri tamir ettirilmiştir.
Mevlevîhâneler XVIII. ve XIX.yüzyıllarda daha ziyade kendi şeyhleri tarafından açılmış, harap ve yıkılmış olanları yine onlar tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Urfa, İpek, (Hüdaverdi Paşa), Bahariye, Üsküdar ve Hanya Mevlevihaneleri ile Samsun, Manisa, Çorum ve Çankırı’daki ikinci Mevlevîhâneler bu devirde kurulmuştur.
Mevlevî muhibbi olan ve Mevlânâ neslinden gelen Konya Dergâhı postnişini Abdülhalim Çelebi’ye (ö.1926) kılıcını kuşattıran Sultan Reşad (V.Mehmet) döneminde Mevlânâ Dergâhı’nda Yenikapı ve Bahariye Mevlevîhânelerinde büyük onarımlar ve yenilemeler gerçekleştirilmiştir. Balkan, I.Dünya-Çanakkale savaşları sırasında Mevlevîhâneler sosyal dayanışma ve yardımlaşma görevi üstlenmiştir. Tren hattına yakın Yenikapı Mevlevîhânesi’nde bir hastane kurulmuş, postnişin encümeninin toplantı ve yönetim merkezi olarak kullanılan Galata Mevlevîhânesi’nde Şeyh Ahmet Celaleddin Dede’nin başkanlığı altında yardım toplanmış ve Kıbrıs, Girit gibi adalardaki Mevlevîhâneler Müslümanlar için bir sığınak ve Anadolu’ya geçiş yeri vazifesi görmüştür. I.Dünya Savaşı’na girilmesiyle cihad-ı mukaddes ilan edildiğinde Veled Çelebi’nin (İzbudak) kumandası altında Mücahidin-i Mevleviyye Alayı adını taşıyan bir gönüllü alayı kurulmuş ve bu alay Filistin cephesinde savaşmıştır.
Tekke ve zaviyelerin kanunla kapatılmalarına rağmen (1925) Hacı Bektaşi Veli ve Mevlânâ türbeleri 1926`da çıkarılan yeni bir kanunla müze olarak ziyarete açılmıştır. Mevlânâ`nın “Şeb-i Arus” denilen ölüm yıldönümü törenleri ise 1946 ve 1954 yıllarında Konya’da yapılan küçük çaptaki semâ gösterileri ile başlamıştır. Yurt içinden ve yurt dışından katılan Mevlânâ hakkındaki çalışma ve yayınlarıyla tanınmış pek çok ünlü isim, şeb-i arus törenlerinin dünya çapında ilgi alanı oluşturmasına katkıda bulunmuştur. Mevlânâ ve Mevlevîlik üzerine ABD ve Avrupa’da ve dahi Uzakdoğu ülkelerinde uyanan ilgi son yıllarda hızla artmıştır.
Konya’da yıllardır Aralık ayında yapılagelen “Şeb-i Arus” törenlerine de yurt içinden ve yurt dışından Müslüman, gayr-ı müslim binlerce insan gelmektedir.
MEVLEVÎ ÂYİNİ
Mevlevî âyini yahut kısa adıyla semâ, tasavvuftaki devran anlayışına uygun biçimde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, bulunduğu dinî toplantılarda duyduğu vecd ve zevk eseri olarak herhangi bir usul ve kaideye bağlı kalmaksızın zaman zaman yaptığı semâlardan (dönüş) alınan ilhamla, kendisinden sonra düzenlenip geliştirilerek şekillenmiş, diğer tarikatların zikir ve mukabele meclislerine benzer bir zikir toplantısıdır. Mevlânâ’nın düşüncelerinin bir tarikat kimliğine bürünüp teşkilâtlanması oğlu Sultan Veled’in zamanında başlamıştır. Ancak Mevlevî âyininin belli bir âdâb ve erkâna tâbi olarak yapılması XV. yüzyılda Sultan Veled’in torunu Emîr Âlim Çelebi’nin oğlu Pîr Âdil Çelebi dönemine rastlar. Bu konudaki son düzenlemeler ise Konya’daki âsitânenin şeyhlerinden Pîr Hüseyin Çelebi tarafından XVII. yüzyılda gerçekleştirilmiştir. “Mukâbele-i şerif” adıyla da anılan Mevlevî âyini haftada bir defa İstanbul dışındaki dergâhlarda cuma namazından sonra, İstanbul mevlevîhânelerinde ise haftanın belirli bir gününde öğle veya yatsı namazının ardından mevlevîhânelerin “semahane” denilen bölümünde yapılırdı. Ayrıca “ihya geceleri” adı verilen kandil ve bayram geceleriyle hilâfet merasimlerinde de âyin icra edilirdi.
Diğer tarikatlarda olduğu gibi Mevlevîlikte de âyin ve törenlerin sembolik anlamları vardır. Buna göre Mevlevî âyini kıyamet gününü tasvir eder. Mevlevi dervişinin başındaki sikke mezar taşı, tennure kefeni, sırtındaki hırkası da kabridir. Kâinatı temsil eden semâhânenin sağ tarafı görünen maddî âlem (nâsût âlemi), sol tarafı ise görünmeyen mâna âlemidir (gayb, melekût âlemi). Ney insân-ı kâmili, neyin üflenmesi ölümden sonra sûr sesiyle dirilmeyi anlatır. Kudümün ilk vuruşu Allah’ın “kün” (ol) emrinin ifadesi olup kalkarken yere ellerle vurma hem olmayı hem de sûru işitince kabirden kalkmayı (haşr) temsil eder. Semâhânenin hatt-ı istivanın başlangıcı sayılan noktası, yani şeyhin bulunduğu yer mutlak varlık âlemine, tam karşısındaki nokta ise insan mertebesine işarettir. Bu durumda posttan sağa doğru hareket mutlak varlıktan insana inişi (kavs-i nüzul), hatt-ı istivanın sonundan posta sola doğru yürüyüş ise insandan mutlak varlığa çıkışı (kavs-i urûc), yani seyrü sülûkü (manevî olgunluğa erişme yolculuğu) anlatır. Bu da tasavvuftaki devir anlayışının Mevlevî âyinine aksetmesidir. Devr-i veledîdeki üç dönüş ilme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin mertebelerine, aynı zamanda mutlak varlıktan cansızlar, bitkiler ve canlılar âlemine erişmeye işarettir.
Semâ esnasındaki selâmlar zât, sıfat, fiil, vahdet gibi tasavvufî anlamlar taşır. Birinci selâm insanın Allah’ı ve O’na kulluğunu idrak etmesi, ikinci selâm insanın Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duyması, üçüncü selâm insanın hayranlık duygularının aşka dönüşmesi, Hakk’a tam teslimiyet yani vuslattır. Dördüncü selâm ise mânevi yolculuğunu, mi’racını tamamlayan insanın yaratılıştaki vazifesine, kulluğuna dönüşüdür.