MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN HAYATI ve FELSEFESİ – ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI

A+
A-

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN HAYATI ve FELSEFESİ

ABDÜLBÂKİ ÇÖLPINARLI

17 Aralık 1273 pazar. O gün, güneş batarken bir insan öldü. Gün kavuşurken bir dehâ söndü. Etraf kararırken insanlık, öz evlâtlarından birini kaybetti. Gecenin karanlığı basarken bir tefekkür âlemi, bir şiir dünyası, bir merhamet, bir ümit kâinatı, bir yaratıcılık, bir aşk kudreti, bir ebedîlik, bir hararet kaynağı, gönüllere, hatıralara, nesillere ve insanlığa intikal etti; o gün, o anda Konya’da Mevlânâ, gözlerini fânî hayata yumdu. Yeryüzünde, belki de hiçbir kimseye nasip olmıyan bir cenaze töreniyle yurdun, bağrına bastığı Mevlânâ; şair Bedreddin Yahya’ya, üstünü başını yırttırarak «Derdinle ağlamıyan göz nerede, yasınla yırtılmıyan yaka hani? And olsun yüzüne, yeryüzünden toprağa, senden daha iyi birisi girmemiştir» rübaisini söyleten Mevlânâ; Kadı Seraceddin’e mezarına karşı, «Ecel dikeninin ayağına battığı gün keşke dünyanın eli, ölüm kılıcını başıma indirseydi de bugün dünyayı sensiz görmeseydim. Senin toprağının başındayım ha, toprak başıma» rübaisini inşad ettiren Mevlânâ; büyük şair Yunus Emre’ye,

Mevlâna Hüdavendigar bize nazar kıldı
Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.

dedirten Mevlânâ, ve mezarındaki kitabeye; «Doğuların, Batıların sultanı, karanlıklarda parlıyan, karanlıkları aydınlatan Tanrının da parlak nuru, islâmın direği, halka, ululuk ve büyüklük ıssı Tanrına yüce tapısına yol gösteren, delilleri yıkılıp mahvolduktan sonra yeni baştan din alâmetlerini açıklıyan, eserleri yıpranıp kaybolduktan sonra yeniden yakıyn yollarını açan, aydınlatan, haliyle arş hâzinelerinin anahtarı olan, sözleriyle yeryüzü definelerini meydana çıkaran, halkın gönül bahçelerini hakikat çiçekleriyle bezeyen, yücelik göz bebeğinin nuru, büyüklük ve güzellik ruhu, âşıkların göz bebeği, bütün dünyadaki âriflerin boyunlarını sevgi gerdanlıklariyle süsleyen…» gibi sözlerin yazılmasına sebep olan Mevlânâ kimdi ?

Hemen her büyüğe denmesi, o vakitler âdet olan ve efendimiz, ulumuz anlamına gelen mevlânâ sözünü, bir hâs ad haline getiren bu kudret, Celâleddin Muhammed, «bilginler padişahı – Sultân-ül-Ulema» lâkabiyle tanınan, Belhli Muhammed Bahâeddin Veled’in oğludur. Muhammed Bahâeddin Veled, Moğol akını yüzünden Belh’ten çıkmış, kona göçe  nihayet 1228, yahut 1229 da Konya’ya gelmiş, az bir zaman içinde tanınmış, Alaaddin Keykubad’ın lalası Emir Bedreddin Gevhertaş, ona Konya’da bir medrese yaptırmıştı. Konya’da iki yıl yaşıyan Bahaeddin Veled, 12 Ocak 1231 de ölmüştü.

Tahsilini Halepte ve Şamda yapan, babasının ölümünden sonra onun halifesi Tirmizli Seyyid Burhaneddin’e tâbi olan ve tasavvuf yolunda yürüyüp ilerliyen Mevlânâ’nın hayatını üç bölüme ayırmak mümkündür :

Şems’le buluşmasından itibaren başlıyan ve onun şehit edilmesine kadar süren coşkunluk devresi, Şems’ten sonra Salâhaddin’le hemdem oluşiyle başlıyan nisbî sükûn devresi, Salâhaddin’in ölümünden sonra Çelebi Hüsâmeddin’i hemdem edinmesiyle başlıyan ve ölümüne kadar süren verim devresi.

Mevlânâ, Şems gelmeden önce ibadetle, yanındakileri irşatla meşgul ârif bir şeyh, olgun bir şair, halk tarafından sevilir bir müderristir. Babasına uyanlar, onun etrafında toplanmışlardır. Camide halka vâzeder, medresesinde ders okutur, talebe yetiştirir. İşte tam bu sırada 23 Ekim 1244 de Tebrizli Şemseddin Konya’ya gelmiş ve evvelce, bir kere Şam’da karşılaştığı Mevlâna ile buluşmuştur.

Bu buluşmadan sonra dersi, vaazı terkeden yanındakileri dağıtan ve hiç biriyle meşgul olmıyan Mevlânâ, bu manevî yıkımı, bu ruhî yapımı, bu yepyeni hayatı, bu garip değişmeyi şöyle anlatır:

«Gördün mü ne yaptı o eşsiz güzel, bir bahane buldu dün de bizi o sihirbazcasına hareketlerle aldatıverdi. Fakat kim oluyoruz biz ki aldanmıyalım ? Elinde öyle bir zincir var ki zamanın bile boynunu bağlamış. Sâki, kadehi sun ki biz, geceden kalma mahmurlarız. O, kaşlarını bir çattı da bu arada akıl, fikir, kayboluverdi. Zaten bir dağın bile kemerine yapışsa koca dağı, bir saman çöpü gibi çekiverir. Saltanat atına binmiştir, kamçı da elinde… Elimde daima mushaf vardı, bugün aşkla çalgıyı aldım ele. Teşbihle meşgul olan ağızda bugün şiir var, rübai var, nağmeler var. Senin selin, nice ibadet yurtlarını sildi süpürdü, öyle bir sel o ki uçsuz bucaksız bir umman.»

Başka bir şiirinde de şöyle der :

«Bütün serhoşların canlarına and olsun ki serhoşum. Ey düzenci dost, tut elimi. Utarid gibi deftere düşkündüm, ediplerin üst yanında otururdum. Fakat sâkinin bir levhe benziyen alnını görünce serhoş oldum, kalemleri kırdım. Namazımda kıble, sevgilimin yüzü oldu, gayret gözyaşlariyle abdest aldım… Kâbede de mâbudum sensin, kilisede de. Yücelerden de maksadım sensin, aşağılardan da…»

Bir başka şiirinde de, aşkın der, beni serhoş etti. Ellerimi çırpmadayım. Serhoşum kendimde değilim, ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Koruktum, şimdi üzüm oldum artık bir daha kendimi ekşitemem ya. Halk’ bu, böyle olmaz, olmamalı da diyor. Ben de böyle değildim, fakat bu hale soktu, böyle etti beni işte. Dünya, hikâyemle doldu da can gibi bütün dünyadan gizledi beni. İki dünyanın da gözünden gizliydim ben, nasıl oldu da Tebrizli Şems, beni meydana çıkardı ?

Herkesten önce ve salâhiyetle, babasının hal tercümesinden ve ruhî hallerinden bahseden oğlu Sultan Veled de bu değişmeyi «İbtidâ-nâme» de şöyle anlatır: «Üstad şeyh, yeni bilgi beller bir hale geldi, her gün, huzurunda ders okuyordu. Sona erişmişti, işe yeni baştan başladı. Kendisine uyuluyordu, bu sefer o, Şems’e uydu. Yokluk bilgisinde olgundu, fakat Şems’in gösterdiği bilgi, yepyeni bir bilgiydi…» Üçüncü ve son mesnevisi olan «İntihâ-nâme» de de «Şemseddin’le buluşmadan önce canla başla gece gündüz ibadet etmedeydi. O seçkin padişah, yıllarca, aylarca daima zahitlik ve din ilmiyle meşguldü. Şemseddin, onu, se-ma’a davet etti.” Gönlünde sema’ yüzünden yüzlerce bağlar, bahçeler gelişti» demektedir.

Mevlânâ’ya bu kadar tesir eden Tebrizli Şemseddin hakkındaki bilgimiz, pek az. Eskiden âdet olduğu veçhile onun, çoğu tasavvufa ait olan sözlerini, konuşurken, yahut sonradan, hafızadan, yazmışlar ve bu suretle «Makaalât» adlı kitap meydana gelmiştir. Müsvedde halinde kalan, fakat sağlığında yazılan nüshaları, hattâ Sultan Veled’in el yazısı olduğunu sandığmuz diğer bir nüshası, elimizde olan bu kitaptan anladığımıza göre Tebrizli Şemseddin, Ebû-Bekr Sele-bâf, yani sepetçilikle geçinen Ebû-Bekr adlı Tebrizli bir şeyhin dervişidir. Şems’in, «Fütüvvet» den, salâhiyetle bahsettiğine göre, zanaat ehli olan bu şeyh, ihtimal bir ahidir. Gene «Makaalât» dan, Şems’in, bir müddet Erzurum’da, ilk mektep hocalığı yaptığını öğreniyoruz. Çok gezdiği için uçan şems anlamına gelen Şems-i Perende diye anılan Şemseddin, Halep ve Şam’da da bulunmuştur. Kuvvetli bir melâmet eri olan ve Kalenderîlikle de münasebeti bulunan Şems’i, şeyhi tatmin edememiş, kendisine bir şeyh, bir hemdem bulmak için Tebriz’den çıkıp diyar diyar gezmeye başlamış ve nihayet Konya’ya gelip Mevlânâ ile buluşmuştur.

1210 da ölen ve ünlü müfessirlerden olan Fahreddin Râzî’den, birçok hususiyetlerini, Yunan felsefesiyle olan ilgisini anarak bahseden, 1237 de ölen Evhadeddin Kirmânî’yle Bağdat’ta görüşen, 1241 de Şamda vefat eden meşhur sûfî İbn-i Arabî ile her halde uzun bir müddet arkadaşlık eden ve fikirleri yüzünden onu şiddetle kınayan, felsefede, kelamdan, tefsirden, hadisten, mezheplerden, tarikatlardan, büyük bir bilgiyle engin bir ihatayla söz açan; İran şairlerinden ve mesela Hayyam’dan, Senâî’den,
sırası geldikçe örnekler veren ve Mevlânâ’dan başka bütün büyük tanınanları küçük bulan Şemseddin, şüphe yok ki Konya’ya geldiği zaman epeyce yaşlıydı. Mevlânâ da, elli yaşma yaklaşmış çoluk çocuk sahibi olgun bir zattı.

Mevlânâ’nın, dersi ve vaazı bırakması, hattâ şeriatin zâhirî emirlerini bile ihmal etmesi ve nihayet Şems’in, gerçekten de tahammül edilemiyecek kadar aşırı sözleri, halkı ve bilhassa hocaları, Şems’in aleyhine döndürmüştü. Konya’da barınamıyacağını anlıyan Şems, 1246 Şubatının on beşinci günü ansızın ortadan kayboldu.

Şems’in gidişinden sonra Mevlânâ’nın, eski haline döneceğini sananlar, aldanmışlardı. O, büsbütün halktan kesilmişti. Birkaç dosttan başka, yüzünü gören kimse yoktu. Bir müddet sonra Şems’ten bir mektup geldi ve Şam’da olduğu anlaşıldı. Onun aleyhinde bulunanlar da artık tamamiyle nadim olmuşlardı, Mevlânâ’dan bağışlanmalarını istiyorlardı. Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’i, yirmi kişiyle Şam’a gönderip Şems’i davet elti. Bu daveti kabul eden Şems, 1247 yılı Mayısının sekizinci günü, Sultan Veled’le beraber tekrar Konya’ya geldi. Sultan Veled, Şems’in ısrarlarına rağmen o uzun yolu, yaya yürümüştü. İki deniz, gene köpürerek, coşarak kavuşmuş, kaynaşmıştı. Sema’ meclisleri, taşkın şiirler inşadı, dostların davetleri, o coşkun hayat, gene başlamıştı ve nadim olanlar, gene Şems aleyhine dönmüşler gene dedikodulara koyulmuşlardı.

Şems, bu gelişinde, Mevlânâ’nın Kimya adlı evlâtlığını almış, bu güzel kızla evlenmiş ve medresenin, bir perdeyle ayrılan küçük ve mütevazı bir kısmı, yeni evlilere tahsis edilmişti. Bu sefer, Şems aleyhinde bulunanlara, esasen babasının fikirlerini benimsemiyen ve babasının muhitinden ayrı yaşayıp müderrislikle meşgul olan küçük oğlu Alâeddin de karışmıştı. Arada bir, babasını ziyarete gelirken Şems’e ayrılan kısımdan geçerek onu inciten, kıskançlığını tahrik eden Alâeddin’in bu hareketinde ihtimal Kimya’ya olan gizli bir meylinin de tesiri vardı. Nihayet bir gün Şems, bu hareketi yüzünden Alâeddin’i epeyce hırpalamıştı. Sinsice başlıyan Şems aleyhtarlığı 1247 Aralığının beşinci perşembe günü, bir faciayla sona erdi, o gün Şems, Alâeddin’in de dahil olduğu yedi kişilik bir fedailer zümresi tarafından öldürülerek cesedi, battal bir kuyuya âtıldı. Konya’da, Şems makamındaki büyük sanduka, bugün, bu kuyunun üstündedir. Birkaç gün sonra olayı duyan Sultan Veled, birkaç kişiyle bir gece gidip kuyudan çıkarmış ve Mevlâna’nın medresesinde, medreseyi yaptıran Bedreddin Gevhertaş’ın yanına gömmüştür. Sonradan Çelebilere ait bir mektep, daha sonra da ilkokul olan bu bina, yakınlarda Konya belediyesi tarafından istimlâk edilerek yola kalbedilmiş olduğundan bugün, bu mezarlardan hiçbir eser kalmamıştır.

Şems’in şehadeti, Mevlânâ’ya duyurulmamış, duyduysa bile ilk zamanlarda buna inanmamış, inanmak istememişti. Bu yüzden iki kere Şam’a gidip Şems’i aramış, üçüncü bir defa gene Şam’a, hattâ Tebriz’e gitmeye niyetlenmiş, fakat nihayet şehit olduğunu
anlamıştı. Şems’e yanıklı ağıtlar yazan Mevlâna, Şems’in çok sevdiği, takdir ettiği kuyumcu Selâhaddin’i onun yerine koymuş, yanındakilere, Salâhaddin’e baş vurmalarını, onun şeyh olduğunu, Şems’i onda bulduğunu söylemiş, kendisi de onunla hemdem olmuştu. Salâhaddin aleyhine de dedikodular olmuş, hattâ onu da öldürmek istiyenler bulunmuştu. Fakat Mevlânâ’nm babası Sultan-ül-Ulemâ’nın halifesi Seyyid Burhaneddin’in halifesi olan ihtiyar ve olgun kuyumcu, Şems gibi coşkun bir er değildi, temkinli bir halk adamıydı. Bu yüzden ona hiçbir şey yapamadıkları gibi o, Mevlânâ’yı da temkine getirmeye muvaffak olmuştu. Mevlânâ, Salâhaddin’in kızı Fatıma’yı, oğlu Sultan Veled’e alarak manevî yakınlığı maddî yakınlıkla da kuvvetlendirmişti. Şems’in şehadetinden, Salâhaddin’in ölüm tarihine, 1258 Aralığının yirmi dokuzuncu pazar gününe kadar süren bu devre, Mevlâna’nın sükûn devresidir.

Salâhaddin’in vasiyetine uyan ve onu, bir gelin götürür gibi defler, neyler çaldırıp besteler okutarak, sema’ ederek götürüp babası Sultan-ül-Ulemâ’nın yanına gömen Mevlânâ, ondan sonra Çelebi Hüsameddin’i hemdem edindi. Hayatındaki bu üçüncü ve son devre, onun asıl Mevlânâlık devresidir, asıl verim devresidir. Soy bakımından aslı Urumıya’lı olan ve Konya’nın Ahi-Türkü, yani Fütüvvet ehlinin en büyük şeyhi Muhammed’in oğlu bulunan Hüsameddin Hasan, Salâhaddin’den sonra Mevlânâ’yı sevenlerin muktedası olmuş ve Mevlânâ’ya Mesnevi’yi yazdırmışta. Bağdat halifelerinden ölümünden biraz evvel, altı cilde ayırdığı
Mesnevî’yi bitirmiştir.

İşte böylece okuyan, eskiyi tamamiyle bilen, hayatı ve zamanını gören, geleceği duyan ve belirten, Şems’in tesiriyle kayıtlardan kurtulan, çoşup köpüren, taşıp dalgalanan, Salâhaddin’in tesiriyle sükûn bulan, dinlenen ve sınırsız varlık âlemini içinde bulan ve nihayet Hüsameddin’in teşvikiyle duygusunu insanlığa yayan, neşesini ebediyel nakleden Mevlânâ, o büyük dehâ, o uçsuz bucaksız aşk ve irfan denizi, o ileri insanlık güneşi, 1273 te, artık gönüllerde kaynama gönüllerde doğmıya ve gönülleri kavrayıp ısıtmaya, yakıp yandırmaya, yoğurup olğunlaştırmaya başlamış, fani hayattan ebedî hayata göçmüştü

Evlâdı :

Mevlânâ, Karaman’da, Semerkantlı Hâce Şerefeddin’in kızı Gevher Hatun’la evlenmiş, büyük oğlu Sultan Veled’le ortanca oğlu Muhammed Alâeddin, bu hanımdan doğmuştur. Alâeddin, babasının sağlığında, 1262 de ölmüş, dedesinin yanına gömülmüştür. Sultan Veled, kendisinden sonra, 1312 de ölmüştür. Mevlânâ adına kurulan ve ancak XV-XVI. yüzyıllarda son şeklini alan Mevlevîliğin bünyeleşmesinde Sultan Veled’in büyük bir rolü vardır.

Mevlânâ, Gevher Hatun’un ölümünden sonra Konyalı İzzeddin Ali’nin kızı Kerrâ Hatun’u almıştır. Emir Muzaffereddin Alim Çelebi’yle Melike Hatun, bu hanımdan olmuştur. Sultan-ül-Ulemâ’nın yanında yatan ve 1293 te ölen Muhammed Şah oğlu Emir Şemseddin Yahya, şimdiye kadar bir türlü doğru olarak okunamıyan kitabesinden açıkça anlaşıldığına göre Mevlânâ’nın üvey oğludur. Böylece Kerrâ Hatun’u dul aldığını ve ilk kocası Muhammed Şah’tan Şemseddin Yahya adlı bir oğlu olduğunu anlıyoruz.

Eserleri :

MESNEVİ.

Mesnevi tarzında yazılan ve Mevlânâ tarafından birçok vasıflarla övüldüğü halde yazıldığı tarzdan başka bir ad vermediği bu eser, 25618 beyittir ve altı cilttir. Dünyanın hemen bütün dillerine çevrilen ve Şark-İslâm edebiyatında, üstün bir yeri bulunan Mesnevî’ye birçok şerhler de yazılmış ve bu eserden antolojiler yapılmıştır.

DÎVAN-I KEBÎR.

Yirmi bir bin beyti aşan gazellerle 1791 rubaiden meydana gelmiştir. Vezinlere göre alfabetik tasnife tâbi tutulmuş, bu suretle yirmi bir ayrı divandan meydana gelmiştir. Merhum Reynold A. Nicholson, Dîvân-ı Kebir’den 48 şiirin metnini ve tercümesini bastırmıştır (Selected poems from the Dîvânı Shamsı Tebrîs, Cambridge At the University Press, 1898).

Divan’dan seçilen 107 rubai, Hasan-Âli Yücel tarafından türkçeye çevrilmiş ve Mevlânâ’nın renkli bir minyatüriyle, 1932 de, Remzi Kitabevi tarafından bastırılmıştır. Âsaf Hâlet Çelebi de 276 rubaisinin tercemelerini, asıllarıyla neşretmiştir. (Kanaat K. 1944). Tarafımızdan yapılan 210 rubainin tercümesi, «Seçme Rubailer» adiyle 1945 te, Millî Eğitim klâsik yayınları arasında yayınlanmıştır. 1314 te 1642 rubaî, Veled Çelebi tarafından toplanmış ve İst. da Ahter mat. da bastırılmışsa da bu rubailer arasında Mevlânâ’ya ait olmıyanlar da vardır.

MEKTÛBÂT.

Mevlânâ’nın, toplanabilen mektuplarıdır. Bâzı yazmalarda adı «Kitâb-al-Tarassul li-1-Tavassul ilâ-l-tafaddul» dur. Dr. Feridun Nafiz Uzluk tarafından 1937 de, İst. Sebat Basımevinde, tâbiin bir ön-sözüyle bastırılmıştır.

MECÂÜS-İ SEB’A.

Mevlânâ’nın yedi vaazıdır. Metinleri ve kitapçı rahmetli Hulûsi tarafından Türkçeye tercümeleri, 1937 de Dr. Feridun Nafiz Uzluk tarafından İst. da Bozkurt Basımevinde bastırılmışsa da tercümeler, pek yanlıştır.

FÎHİ MÂ-FÎH.

Mevlânâ’nın, sözlerinin not edilmesinden meydana gelmiştir. Çok dikkatle hazırlanan ve değerli notları ihtiva eden bu eser, Üstad Firuzanfer tarafından, 1330 şemsî hicri yılında, Tahran Üniversitesi yayınları arasında yayınlanmıştır. Rahmetli Ahmet Avni Konuk tarafından Türkçeye çevrilmiştir kı bu nüsha, vasiyeti mucibince Konya Müzesi kütüphanesine gönderilmiştir.
Bunlardan başka, Mevlânâ’ya daha bâzı risaleler atfedilmişse de bütün bunlar uydurmadır.

II

Mevlânâ, tasavvufun «Vahdet-i Vücut -Varlık birliği» inancını temsil edenlerdendir. Bu inanca göre Tanrı, hiçbir kayıtla kayıtlanamıyacak mutlak varlıktır. Mutlak varlığın zâtî iktizası zuhur etmektir. Bu bakımdan varlık, her an, varlık suretlerini izhar eder ve bütün kâinat, onun zuhurundan başka bir şey değildir. Hiçbir şeyin, mutlak varlıktan ayrı bir varlığı yoktur. Denizin dalgaları, nasıl denizden ayrı bir varlığa sahip değilse ve nasıl dalgaların çıkıp batması, denize bir fazlalık, bir eksiklik vermezse varlık sûretlerinin zuhuru, yahut mutlak varlıkta yok oluşu da mutlak varlığa bir fazlalık, bir eksiklik vermez ve ayni zamanda mutlak varlık, mukayyet bir surete, muayyen bir zaman ve mekân içine sığamıyacağı için esasen olayların, oluş anlarına göre kıyaslanmasından doğan ve var olan şeyden meydana gelen ve bu yüzden de tamamiyle zihnî, mücerred ve izâfî birer mefhum olan zaman ve mekân kayıtlariyle kayıtlanmış varlık suretlerinden hiçbiri, onun aynı ve tümü olamaz. Zuhur âlemi, zâtî bakımından hiçbir sıfatla mukayyet ol-mıyan mutlak varlığın, var olan şeylerin istidadına göre aldığı sıfatlar âlemidir ve bu âlem, her an mutlak varlıktan zuhur eder ve gene mutlak varlığa döner. Böylece akan bir nehrin her an, yeniden yeniye var oluşu gibi kâinat da her an, yeniden yeniye değişip duran daimî bir oluş âleminden ibarettir. Hattâ bu yüzden bâzı sûfîlere göre âlem, zât bakımından olmamakla beraber zuhur bakımından mutlak varlıkla beraberdir ve kâinatın önü ve sonu yoktur. Gene bu yüzdendir ki bâzı sûfilere göre dünya, madde âlemidir, ahiret, madde şeklinde görünen ve bâzılarınca maddeyle kaim olan kuvvet âlemidir; melekler de kuvvetlerdir. Alemdeki varlıkların her biri, mutlak varlığın bir sıfatını gösterir, insandaysa bütün sıfatlar vardır ve bu bakımdan âlem, âdeta bir kalıptır, insansa bu kalıbın ruhu. Fakat insanların içinde tek bir insan da, kendisine nisbetle bir kalıba benziyen insanların canıdır ve bu, kendisini mutlak varlıkta yok etmiştir, onun varlığiyle var olmuştur.

Kaynağını eski Hind – İran ve Yunan felsefesinden alan, yeni Eflâtuncularla beslenen, şekilleşen, İsmâîlîlerle daha maddî ve hayatî bir şekle bürünen ve bütün bu gelişmeler esnasında İslâm filozoflarının, varlık birliğine inanan ve din bilgilerinde olgunlaşmış bulunan sûfîlerin, felsefeyle tasavvufu yoğuran bilginlerin çeşitli tevilleriyle is-lâmîleşen tasavvufa, kalıplaşmış ve mistik bir felsefedir diyebiliriz. Bu inancı benim-siyenin de, inancına bir hususiyet verebilmesi pek güçtür. Ancak pek büyük sûfîler, tasavvufa meşreplerinin tesiriyle bir veçhe verebilmişler, fakat esas bakımından bir orijinalite gösterememişlerdir.
Bu başlangıçtan sonra Mevlânâ’nın tasavvufunu tahlil edebiliriz:

Mevlânâ, reel bir görüşe, tenkitçi bir zihniyete, hudutsuz bir insan sevgisine, sınırsız bir dünya ve yaşayış aşkına sahiptir. Ona göre daimî bir savaş ve daimî bir oluş sahnesi olan Kâinat, daima iyiye, güzele gerçeğe ve hayra doğru gitmededir. Eskiler! yıpranıp yok olmadadır, yerlerine yeniler ve daha iyiler gelmektedir.

Mevlânâ’ya göre dünya, para, pul, ço-luk, çocuk değildir. Terkedilmesi gereken ve kötü olan dünya, gerçekten haberdar Olmayıştır. Göklerden, kuvvet âleminden madde âlemine gelen, maden, nebat ve hayvan âlemlerinden de süzülüp ananın, babanın yediği şeylerle duygu ve düşünce, akıl ve gönül olan, insan varlığına gelen ve nihayet asandan doğan varlık, yani insan, kâinatın ruhudur ve boyu, bir hamur teknesi kadardır amma arştan da üstündür, her şeyden de.

Mevlânâ’ya göre varlık birliğine ulaşmak, bu inançta gerçekleşmek, sözle olmaz ve kâinatı kendinde görmek, sûfîlerin çoğunda olduğu gibi yokluk adına sonsuz bir benliğe bürünmek değildir; ferdiyetten ve fertçilikten geçmek, bütün kâinata yayılmaktır. Bu bakımdan da irade ve ihtiyarı reddeden, insandaki cüz’î iradeyi, külli iradenin bir zuhurundan ibaret gören sûfîler-den, yahut iradeyi tamamiyle yok bilen, yahut da insanda, mutlak bir irade ve ihtiyar kabul eden mezheplerden tamamiyle ayrılır. Ona göre eli titriyen bir adamın hareketiyle yazı yazan bir adamın hareketi, tamamiyle ayrıdır. Bütün mânasiyle ferdiyetinden geçmiyenlerin irade ve ihtiyarı reddedişleri, yalandır, kendilerini aldatmadır. Fakat ferdiyetinden geçen kişinin her hareketi, tümün hareketi demektir, onun işi, gereken iştir; bu bakımdan onun irade ve ihtiyarı, kendinin değil, tümündür, topluluğundur. Bu inancın mantıkî son ucu olarak da o, dünyayı bir sebepler âlemi olarak mütalâa eder ve çalışıp kazanmayı, esash bir vazife bilir, Tanrıya dayanıp güvenmeyi bambaşka bir şekilde görür ve dayanacaksan der, çalışma hususunda dayan; kazan da sonra dayanca, güvence sarıl ve bütün bu telâkkilerin sonunda da haklı tekit, onca kadere karışmak değildir, bir ödevdir ve mesuliyet, zahirî bir şey değildir, gerçek bir esastır.

Şu pek kısa izahtan da derhal anlaşılabilir ki Mevlânâ’nın tasavvufu, mistik, ka-hplaşmış uhrevî ve zihnî, rüyalara, hülyalara dayanan bir tasavvuf değil, reel, amelî ve İnsanî bir tasavvuftur ve o, tasavvufa bu-kadar ayrı bir veçhe vermeye muktedir olmuş büyük bir mütefekkirdir.

“Mevlânâ, inancını, hayatiyle de başa baş yürütmüştür. Oğlu Emîr Âlim’e bir gün, Kul hüvallah’ı okutmuş, mânasını vermiş ve görüyorsun ya demiştir, o, ne doğmuştur, ne doğurur. Ne anası var, ne babası. Şu halde soyla sopla övünülemez. Bir gün, kızını, hizmetçisini paylarken gören Mevlânâ, ister misin demiştir, fetva vereyim, bütün âlemde ne kul vardır, ne cariye; hepimiz kardeşiz. Başına toplananlar arasında büyük rütbeliler azdır ve onun asıl sevdikleri ve asıl sevenler, hekimler, ressamlar, müzisyenler, mimarlar, dokumacılar, pamukçular, tabaklar, berberler, mimarlar, taşçılar, marangozlar, terziler, kasaplar, esnaf ve halktır. Başına toplananların, halk tabakasından olduğunu, kötü kişiler bulunduğunu şikayet ederek söyliyen Muîneddin Pervâne’ye onlar benden iyi olsalardı, ben onlara mürit olurdum demiş, bir gün de Mevlâna’nın adamlarını öldürmeli de onu, aralarından çıkarmalı dediğini duyan Sâhib Fahreddin’e gıyaben, güçleri yeterse yapsınlar bakalım sözünü söylemişti

Mevlânâ, kendisini sevenlere, mutlaka bir işle uğraşmalarını tavsiye eder, bu yolu tutmıyan, bir pula değmez derdi ve kendisi de, verdiği fetvalara karşılık cüz’î bir para alır, onunla geçinir, zamane şeyhleri gibi büyükleri ziyaret etmez, meselâ İbn-i Arabi’nin oğulluğu ve tarikatinin mümessili Sadreddin gibi saray yavrusu konakta oturmaz, köleler, cariyeler, hadımağaları ve perdeciler kullanmaz, hem evi, hem medresesi, hem de âşıklar kâbesi olan bir göz yerde otururdu ve öldüğü zaman da borçlu ölmüştü.
Bir gün beyler, kendisini ziyarete gelmişler, biraz fazla oturmuşlardı. Kalkıp gittikleri zaman Mevlânâ, dua etmeli demişti, beyler, halkın ve kendilerinin işleriyle uğraşsınlar da bize zahmet vermesinler. Bir gün de Sultan İzzeddin, emirlerle beraber Mevlânâ’yı ziyarete gelmişti, kapıyı açtırma-mıştı Mevlânâ. Gene bir başka gün, zamanın âdetine uyup ziyaretine gelen, fakat yüz bulamıyan padişah, kalkarken gene zamanın âdetince Mevlânâ’dan öğüt istemişti de Mev-lânâ, «ne diyeyim sana demişti, çoban ol demişler, kurt oluyorsun. Bekçilik et demişler, hırsızlığa kalkıyorsun. Rahman, seni padişah yapmış, sen şeytana uyuyorsun» ve bu sözler, padişahı ağlatmıştı. Zaten Mevlânâ’ya göre padişahlık, beylik, ölümdü, halkın sırtına binmekti. O, kul ol da diyordu, yeryüzünde at gibi hür yürü, cenaze gibi halkın sırtına binme. Fakat onları şiddetle tenkit eden büyük mütefekkir, aynı zamanda mesuliyeti bir taraflı görmüyor, sürünün çobanı diyordu, sürüye lâyık olan kişidir.

Mevlânâ’da sonsuz bir halk sevgisi vardı. Moğol akınını, yeni bir oluş sayan ve bundan sosyal sonuçlar bekliyen Mevlâna, Moğol kumandanı Baycu’nun Konya Ovasına gelişi üzerine halkın müracaatına karşı evini barkını, çoluğunu çocuğunu bırakmış; Baycu’nun otağının tam ötesindeki tepede sabahlamıştı. Hattâ bu sevginin, bazan marazı, fakat çok içli tezahürleri bile oluyordu. Ilıcada, halkın çekilip gitmesi üzerine cüzamlılar havuza girmişlerdi. Bu sırada Mevlânâ gelince, cüzamlıları menetmek istemişler, fakat o, mâni olmuş, havuza girip yanlarına gitmiş, üstlerinden akan suları avuçlariyle kendi üstüne dökerek onları ağlatmış, Bed-reddin Yahya’ya da :

Halka, Tanrıdan rahmet âyeti olarak geldin,
Zaten hangi güzellik var ki senin şanında değil ?

beytini söyletmişti.

Fuhuşla geçinen kadınları bile hoş gören, siz olmasaydınız namusluların namusu nereden belli olacaktı ? Ne yaman erlersiniz siz, siz olmasanız erlerin şehvet ateşini kimler söndürecek diyen, hattâ onların secdesine secdeyle mukabelede bulunan, insan, maksadına göre ölçülür; doğan, leş avladıktan sonra neye yarar ve sebzeyi sapiyle tartarlar diye kötüleri de iyileştirmeye uğraşan Mevlânâ’ya göre fikir, hayra yaradıkça ve insanlara faydalı oldukça değerlidir. Eşeğin-deki hurcun bir gözüne buğday, öbürüne kum dolduran bedeviye, buğdayın yarısını öbür göze koysaydın da hayvanın yükü ha-fifleseydi, sen de gideceğin yere daha çabuk gitseydin diyen filozof, doğru bir fikir yürütmüştür; fakat kendisi, açtır, çıplaktır; düşüncesini amelî sahaya koyamamıştır ve bedevi, bu filozofa, senin fikrin der, kendine bile fayda vermiyor, uzaklaş benden, bırak, ben gene hurcun bir gözüne buğday koyayım, öbürüne kum. Ve Mevlânâ, dünyanın iyileşmesini metafizik kudretten, tesadüften ve talihten beklemez, insandan, insan enerjisinden bekler. Eserinde bekâr odalarını, mütereddi zevki ve bu zevkin sığınağı olan tekkeleri, dükkân açmış tacirlere benzettiği şeyhleri, zulmü, tecavüzü şiddetle kınar Sabrı, çalışmayı, iyiliği över, cehennem gibi, fakat bir anda denizleri kurutup gene bir anda bir dalgada:, bir deniz meydana çıkaracak, gökleri bir mendil gibi elinde dürüp güneşi bir kandil gibi gök kubbeye asacak, timsah yüreğiyle arslan gibi savaşacak, hattâ ortada kimse kalmasa kendi kendisiyle cenk edecek, fakat sonunda gönül perdelerini sıyırıp gökleri yere indirecek, halkın üstüne inciler serpecek bir sevgili ister; fakat onca metafizik bir olay olan keramet. ancak gönüllere akseden ışıktır. Yoksa meselâ bir anda Kâbe’ye gitmenin hiçbir değeri yoktur, çünkü sam yeli de gider ve iki âlemde de olgun kişiyi tanımaktan, görmekten başka ne bir keramet vardır, ne olmuştur, ne de olacaktır.

Bütün bu fikriyatın neticesinde Mevlânâ’ya göre din, bir gaye değil, insanlık için, uzlaşma için, hattâ maddî ve manevî kayıtlardan kurtulma için bir vasıtadır, bir yoldur ve bu bakımdan dinlerdeki ayrılıklar, ancak gidiş yolundadır ve törenler, ancak düzeni sağlamaya yarar. Gününü, Selçuk padişahlarını övmekle geçiren şair Kaanıî, bir gün Hakîm Senâî’nin müslüman olmadığını söyleyince Mevlânâ, Müslüman, sana ve senin gibilere derler. Müslümanlığın yeri mi? O, iki âlemden de kurtulmuştu, hürdü. Müslümanhk, onun mertebesini görseydi bakarken başından külâhı düşerdi demişti.

İstanbul civarındaki bir papaz, onun dostuydu ve Konya’daki Eflâtun manastırının rahibiyle pek sevişirdi, Rumca şiirleri de olan Mevlânâ’nı, oraya gidip birkaç gece kaldığı da olurdu. Yolda rastladığı bir rahiple karşılıklı secdeleşmişler, meyhanedeki Ermeni delikanlılariyle aynı tarzda birbirlerine secde etmişlerdi. Onun birçok Rum müridi vardı ve cenaze törenine her din erbabı, candan gelen bir istekle, içten gelen bir acıyla katılmıştı. Bu örnekleri, yazımızın hududunu aşmamak için kesmek zorundayız. Ancak, insana secde etmeyi teşrî’ eden, mezhepler şöyle dursun, dinlerin üstüne çıkan Mevlânâ’nın, Müslümanlıkta âdeta bir reform yaptığını mutlaka kaydetmeliyiz. Tek kadınla evlenen Mevlânâ, kadını, yaratılmış değil, yaratan sayar ve «Fîhi mâ-fîh» inde, kadının örtünmesinin, gizlenmesinin aleyhinde bulunurken bütün eserlerinde ve ömrü boyunca, hayatında insanlığı yaymak, insanları iyileştirmek, inceltmek ve güzelleştirmek için, din bilginlerinin rağmına aşkı, müziği ve raksı bir ibadet olarak kabul eder. Onun çevresinde toplananlar da din ve ırk farkı gözetmeden, bütün insanları sevmişler, bütün insanları bir görmüşler ve onun gibi daima taassupla, gerilikle ve ferdiyetçilikle savaşmışlardır. Bu bakımdan :

Bugün Ahmed benim;
Ama dünkü Ahmed değil.
Bugün anka benim;
Ama yemle beslenen kuşcağız değil.
…..

Ben hâcetler kıblesiyim,
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben cuma mescidi değilim,
İnsanlık mescidiyim ben.

Ben sâf aynayım,
Sırım dökülmemiş, paslanmamışım.
Ben kin dolu bir gönül değilim,
Turu Sînâ’nın gönlüyüm ben.
….

Gönlü sâf sûfîyim ben;
Benim tekkem âlem,
Medresem dünya benim,
Değilim abah sûfîlerden.

diyen Mevlânâ’yı, geri fikirlilerin tutmasına imkân yoktur. Eğer onlar, büyük mütefekkir ve hür insan Mevlânâ’yı, gece kaim, gündüz saim, kerametler gösteren, uçan ve göçen bir velî sanıyorlar da bu yüzden ona sarılıyorlarsa bu da okur – yazar olmadıklarındandır, bu da bilgisizliklerindendir ancak.