“MEVLÂNÂ BİZDEN ÇIKSAYDI NE OLURDU YANİ?..”

A+
A-

“MEVLÂNÂ BİZDEN ÇIKSAYDI NE OLURDU YANİ?..”

16-20 Eylül 1991 yılında, Amerika’dan “World Academy Of Arts And Culture; (Dünya Kültür ve Sanat Akademisi)” ile Kültür Bakanlığı, “XII World Congress Of Poets: (12. Dünya Şairleri Kongresi)” ni İstanbul’da gerçekleştirdi. UNESCO 1991’i “Milletlerarası Yunus Emre Sevgi Yılı” ilan etmişti. Türkiye’deki bu toplantı Yunus Emre bildiri ve şiirleriyle zenginleştirilmişti. Türkiye’den ayrı olarak 56 ülkeden 150’nin üzerinde şair katıldı bu toplantıya. Tabii bunların tamamı, Yunus Emre üzerine şiir okumadı, ama en azından Türkiye’ye gelirken, Yunus Emre’yi tanıma gayretine düştüler ve onun çizgisinde şiirlerini seslendirdiler.

Büyük Tarabya otelinde beş gün devam eden programın sonunda, bir günümüzü İstanbul’un tarihi yerlerini gezmeye ayırdılar. Süleymaniye camiine gitmiştik. Camiyi ziyaret ederken grupta bulunan Fransız bir bayan kenara çekildi, secdeye kapandı sonra ağlamaya başladı. Yakınındaydım, ilgimi çekti. Dikkatle ve hayretle kendisini takip ettiğimi görünce kalktı, yanıma geldi. Kırık bir Türkçe ile anlatmaya başladı:

“Çok şanslı bir milletsiniz, hatta özel bir milletsiniz. Tanrı, Yunus’u ve Mevlânâ’yı insanlığa sizden armağan etmiş. Hadi, Yunus’un dili sizin halkınızın gönlüne çok yakın. O sizin olsun ama Mevlânâ bizden çıksaydı ne olurdu yani?..”

Şair hanım, ‘Mevlânâ bizim dilimiz olsaydı’ demek istiyordu. Sorusunun altındaki niyet buydu. Buna rağmen, sormadan edemedim:

“O, bütün insanlığın rehberidir. Bizden çıkmış, sizden çıkmış ne fark ederdi ki? Sonra sizden olsa nasıl olurdu?

“Bizden olsaydı, biz bütün dünyada Fransız kültürünü hakim kılardık!..”

“O bizden çıkmış ama bizimle yetinmemiş, bütün insanlığın sesi oluvermiş. Bakın sizler geldiniz burada, Yunus’la buluştunuz. Mevlânâ’yı bu kadar yakından tanıdığınıza göre, Fransa’da da Mevlânâ ile berabersiniz herhalde?..”

“Evet, orası öyle, ama yine çıkıp birileri ‘Kimdir Mevlânâ?’ diyebiliyor. Bu soruya, ‘Fransız!’, cevabını vermenin ayrıcalığına da sahip olmayı çok isterdik”

Aslında hanımın idealize ettiği düşüncesinin arkasında yine de, Batı’ya, Batılıya has emperyal bir niyetin varlığı kendisini hemen hissettiriyordu:

Fransız kültürünü dünyaya hakim kılabilmek için’ Mevlânâ’yı araç olarak düşünüyordu. Onun büyüklüğü, insanlığı kurtarmak için değil, Fransa’nın çıkarları için birşeyler ifade edebilecekti. Nezaketim, bu niyetini kendisine söylememe izin vermedi. Ama, söylediklerini dinlerken tebessümle dudak büküp başımı anlamlı bir şekilde sallamış olmamdan sanırım bir şeyler anlamış oldu.

Vedalaşırken ellerimi tuttu: “Siz galiba beni biraz yanlış anladınız”, diye söze başladı. Arkasından şunları ekledi:

“Siz, Mevlânâ’yı yeterince anlatamıyorsunuz. Mevlânâ demek, dans (Batıdaki ve turistik otellerdeki Sema ayinini kastediyor) demek değildir. Dinin vecd hâli gösteri şekline dönüştürülmemelidir. Biz, onun kitaplarını bütün dünya dillerine çevirir ve her tarafa dağıtırdık. İnsanlığın kavgadan kurtuluşunun reçetesi Dans’ta değil, “Mesnevi”dedir!..”

“Hanımefendi, siz söze ‘Mevlânâ bizden olsaydı, biz bütün dünyada Fransız kültürü hakim kılardık’, diye başladınız. Bu Mevlânâ’yı takdim değil, Mevlânâ vasıtasıyla Fransız hakimiyetini takdim değil midir?”

“O oo, işte korktuğum bu şekilde anlaşılmaktı. Ben, Mevlânâ ile Fransız kültürünü yüceltmek istiyorum… Burada devlet hakimiyeti değil, inanç hakimiyeti vardır. Onu kastettim. Belki tam anlatamadım, tam çeviri yapamadım. Beni bağışlayın, özür dilerim, Mevlânâ’dan da özür dilerim. Onu böyle siyasi bir maksada alet etmek istemem ben. Hele hele sırf Mevlânâ sevgisi için Türkçe’yi öğrenmeye çalışan ve Mevlânâ ile ilgili yayınları takibe hassasiyet gösteren birisi için bu çok rencide edici bir hal olur!.. ”

Artık, sözünün devamında, “Fransız ayrıcalığı”ndan neyi kastettiğini sormadım. Belki de Batı’daki çürümenin önüne geçebilmek için Mevlânâ’nın düşüncesini kurtarıcı bir iksir olarak görüyordu… Belki de, böyle bir ruh hamurunu Fransa’dan dünyaya ihraç ederek ülkesinin manevi gücünü gösterme hevesindeydi.

Anlaşılan o ki, gerçekten Mevlânâ Hazretleri, Batı’da olsaydı, Onu önce “Aziz” yapar, sonra da bunu kültürel hakimiyet için vasıtaya dönüştürürlerdi…

Biz ise, Mevlânâ öğretisinin zenginliğini kendi kültürümüzün mihengi haline getiremedik!..