MESNEVÎ’NİN ÖNSÖZÜ VE DİBACESİ – Tahir-ül Mevlevî
MESNEVÎ’NİN ÖNSÖZÜ VE DİBACESİ
Tu megu. mârâ bedan şeh bâr nist,
Ba keriman kar hâ düşvâr nîst
Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’inde Nahl suresinde, Habib-i Necibine hitaben:
“(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et.”
Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz de Allah’ın bu emrini kemal ile ve tamamıyla ifa eylemiştir.
Müşrikleri böyle hikmet ve mevıza ile imana davet eylediği gibi, müminlere de aynı surette nasihatlerde bulunurdu. Hatta haftada bir gün kadınlara mahsus olmak üzere, bir vaaz tertip etmişti. Bu emr-i İlahî, Hazreti Peygambere farz-ı ayn idi. Ümmet-i Muhammed’in âlimleri ve arifleri de lisanla olsun, kalemle olsun, halkı bu şekilde uyarmaktan geri durmadılar. Çünkü Al-i İmran suresindeki:
“Ey Müslümanlar; Sizden bir cemaat olsun ki, halkı hayra davet etsinler; hayırla ve iyilikle emredip kötülükten ve günahtan nehyeylesinler” ayet-i kerimesiyle, vaaz-u nasihat ve hayırlı işlere davet, kendilerine farz-ı kifaye olmuştur.
Din âlimlerinin birer vazife olarak bizzat yerine getirdikleri bu emri; padişahlar, vezirler ve emirler şöyle dursun, halk tabakasından birçokları da benimsemiş ve vasıtalı olarak bunu yerine getirmek için camilere, mescitlere vaazlar tertip etmişler, Allah rızası için vakıflar tahsis eylemişlerdir.
Din büyüklerinden, hem de şeriat ve tarikatın en büyüklerinden olan Hazreti Mevlâna da, bu ilahî emri yerine getirmek için, Konya camilerinde vaazlar yaptığı gibi, şeriat hükümlerini ve tarikat adabını halka öğretmek için Mesnevî’yi nazmetmiştir. Bu mübarek kitap, İslam âleminin her tarafında büyük bir hürmet kazanmış ve Müslüman mabetlerinde, yakın zamanlara kadar takrir oluna gelmiş;
Türkçe, Arapça, Acemce şerhleri yazılmış ve birçok yabancı dillere tercüme edilmiştir.
Hocam Mehmed Esad Dede, yarım asra yakın, Fatih Camii’nde Mesnevî okutmuş, onun irtihalinden sonra, Karahisarlı Ahmed Efendi merhum, oraya Mesnevîhan olmuştu. Onun vefatında bu işi, abd-i acize teklif ettiler. Aczimi söyledimse de dinlemediler. Adeta zorla götürüp, hocamın yerine oturttular. Haftada bir gün ders yapmak üzere, 20 Ağustos 1339’dan 7. Kanun-u evvel 1341 tarihine kadar Fatih Camii’nde, ikindi namazından sonra, Mesnevî takrir ettim. Sonra bu işten çekildim.
Daha sonra, Süleymaniye Camii’nde Kubad Çavuş namında bir zatın vakfetmiş olduğu Mesnevîhanlık ciheti layık olmadığım halde, âcizane bendenize teklif ve tevcih olundu.
Başkalarının yüzüme vurmasından evvel, kendimin itiraf eylediğim acz ve noksanımı size karşı da ikrar ederim: Hususiyle Mesnevî gibi pek derin bir kitabı anlayıp anlatabilmekte!
Pekiyi takdir edersiniz ki söz, dinleyenin anlayışına göre söylenir. Muhatap ne kadar anlayışlı olursa; konuşan da o nispette yüksek söz söyler. Mesnevî öyle bir kitaptır ki, söyleyen Mevlâna; dinleyen ve yazan ise halifesi bulunan Hüsameddin Çelebi’dir. İki arif arasında geçen o yüksek konuşmanın incelikleri, benim gafil idrakime tenezzül etmez de anlatamazsam, tabii görmeli ve beni mazur tutmalısınız.
Şurası da, var ki, Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de bir bahis açmış ve: “Cenab-ı Hakk, dinleyenlerin himmetleri kadar, vaizlerin lisanına hikmet telkin eder” “Dinleyenler ne kadar dikkatli dinlerlerse, vaizler de o kadar hikmetli söylerler” sözünü şerh eylemiştir.
HAZRETİ MEVLÂNA KİMDİ?
Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rumi Kaddesallahü sırrahu, Hicrî takvimin 604 Rebiulevvelinde; Horasan’ın Belh şehrinde doğmuş, 68 yaşında ve 672 Cemâziyelahirinde Konya’da irtihal eylemiştir. Kendisine Rumî denilmesi, o vakit Diyar-ı Rum tabir edilen, Anadolu’da yerleşmiş olmasındandır.
Babası Sultan-ül Ulema Muhammed Bahaeddin Veled, onun babası Hüseyn-i Hatibi, onun babası Ahmed-ül Hatibi, onun babası Mahmud, onun babası Mevlüd, onun babası Sabit, onun babası Müseyyeb, onun babası Mutahhar, onun babası Abdurrahman, onun babası da Hazreti Ebu Bekir radıyallahü anh’dir. Şu hesapça Hazreti Mevlâna, Hazreti Ebubekir’in onbirinci torunudur.
Sıddık-ı Ekber neslinden gelen Mevlâna’nın, anne cihetinden de seyyitliği vardır. Çünkü ecdadından Ahmed-ül Hatibi; Şems-ül Eimme Abdullah-i Serahsî’nin kerimesi Firdevs Hatun’u almış; cedd-i Mevlâna Hüseyn-ül Hatibi, ondan doğmuştur. Şems-ül Eimme ise Sülale-i Nebeviyye’den idi. Keza ecdadından Mutahhar, meşhur İbrahim Edhem’in; cedd-i Mevlâna Hüseyn-i Hatibi de; Harzem şahı Alaeddin’in kızını almış oldukları için, o neseb-i kerime suri bir asalet de karışmıştır.
Hazreti Mevlâna beş yaşında iken, babasıyla birlikte Belh’ten çıkmış, Hacca gittikten ve biraz seyahat ettikten sonra, bir müddet Erzincan’da oturmuş, daha sonra “Larende” yani bugün Karaman denilen şehre gelmiş, nihayet Konya hükümdarı Alaeddin-i Selçukî’nin Sultan-ül Ulema’yı daveti üzerine, Konya’da yerleşmişti. Konya’da, Halep’te, Şam’da Şeyh-ül-Ekber Muhyiddin-i Arabî hazretleriyle görüştü. Pederinden sonra, pederinin halifesi Seyyid Burhaneddin-i Muhakkık-ı Tirmizî’den süluk gördü ve Hazreti Seyyid’den hilafet aldı. Konya’da ders okutur, halka-i tedrisinde yüzlerce talebe bulunur, asrındaki âlimlerin en üstünü tanınır ve Mevlâna-yı Rumî diye anılırdı.
Daha sonra Şems-i Tebrizî hazretleri ile görüştü. Şems namına birçok gazeller
ve manzumeler söyleyerek o ümmî arifin namını ebedileştirdi.
Öyle rahşendeki ol şem’a-i nur,
Şems-i Tebriz ona pervane olur!
Çeşitli eserlerinin en meşhuru Kitab-ı Mesnevî’dir. Yirmibeş binden fazla beyti ihtiva eden bu eser-i celil, Hüsameddin Çelebi’nin talebiyle meydana geldiği için, bir ismi de Hüsaminame’dir. Nitekim altıncı cildin başında: “Senin gibi bir allamenin cazibesiyle dünyada bir Hüsaminame dolaşmaya başladı” demiştir. Hüsameddin Çelebi, Hazreti Pir’in halifesidir. Mevlâna’nın irtihalinden sonra, onun makam-ı irşadına oturmuştur. Mesnevî’nin tanziminden evvel, Mevlevî müntesipleri Şeyh Attar’ın Mantık-ut Tayr ile nazım-ı kâmiline tercih eylerdi. Hüsameddin Çelebi, o iki kitap tarzında bir eser tertibini Hazreti Mevlâna’ya rica etti. O da:
—Bana da öyle bir fikir ilham olmuştu, diyerek sarığının arasından çıkardığı bir kâğıdı Çelebi’ye uzattı. Bu kâğıtta, Mesnevî’nin baş tarafındaki onsekiz beyit yazılı idi. Sonra Mevlâna tarafından söylenilmek ve Çelebi tarafından yazılmak üzere tanzim ve tahire devam edildi. Birinci cilt 660 tarihinde hitam buldu. O sırada Hüsameddin Çelebi’nin cezbe halinde bulunduğu için yazmağa devam edemedi. İki sene sonra, yani 662 senesinde, ikinci cilde başlanıldı. Altıncı cildin sonralarına kadar söylenilip yazıldı. Fakat o ciltteki “Şehzadeğan” hikâyesi tamam olmadan, Hazreti Mevlâna sustu. Çünkü ömrünün sona erdiği kendisine malum olmuştu. Büyük oğlu Sultan Veled, Mesnevî’ye bir hatime yazdı ve hadiseyi anlattı.
Altıncı cildin başındaki:
Pîşkeş mi âremet ey ma’nevî,
Kısm-ı sâdis der tamam-ı Mesnevî…
beytinden de anlaşılacağı üzere Mesnevî kitabı, altı cilt yahut altı defterden ibarettir. Sonra yedinci cilt diye bir kitap meydana çıkmış, Şarih-i Mesnevî Şeyh İsmail Ankaravî tarafından da şerh edilmiştir.
Ankaravî merhum; ya mecburen yahut hüsn-ü tevil gayretiyle şerh ettiği bu uydurma Mesnevî’yi, 1035 tarihinde sahaflardan aldığını ve 814 tarihinde istinsah edildiğini söyler. Fakat eserin nazımı malum değildir. İfadesine nazaran, tasavvuf düşmanı bir mutaassıp olduğu anlaşılır. O kadar ki, Muhyiddin-i Arabî gibi ekâbir-i ümmetin en büyüklerinden olan bir zat için:
Şeyh-i ekber nîst şeyh-i ekferest
“Büyük şeyh değil, en büyük bir kâfirdir…” demek küstahlığında bulunmuş; zavallı, ne maksatla yazmışsa, eseriyle namını ibka edememiştir. Tarik-i dünya papazlar hakkında nazil olan;
“Kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak, dünya hayatında sa’yleri boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi?” ayeti, o nazım hakkında da okunabilir.
MESNEVÎ’DE TAHKİYE USULÜ
Okumuş olanların malumudur ki, Mesnevî’de birtakım hikâyeler vardır. Fakat onların dercedilmesi, masal söylemiş olmak için değil, o kısalardan hisse alınmak düşüncesiyledir. Çünkü yüksek bahisler ve derin hikmetler, böyle misallerle bir dereceye kadar anlaşılabilir. Mesnevî’ye, kurt-tilki masalı diyen beyinsizlerin terbiyesizliği, maksadın ulviyetini kavrayamamış olmalarındandır.
Mesnevî’de lafızdan ziyade, manaya ehemmiyet verilmiş; bir şiir kitabı yazmak değil, okuyanlara hakikati anlatmak gayesi hedef ittihaz edilmiştir. Bundan dolayı avam tabakası, içindeki hikâyeleri dinler ve hoşlanır. Havastan olanlar, ifade eylediği hakikatten hisse ve feyiz alır. Onun için, cahiller müstesna olmak üzere, her sınıf arasında okunur ve dinlenir. Hazreti Mevlâna, bazen bir hikâye nakline başlar; fakat onu hemen tamamlamaz. Münasebet dolayısıyla başka fırkalara, onlardan yine bilmünasebe bazı hakikat ve bilginlerin nakline geçer; sonra dönüp evvelki kıssayı bitirir. Bazen de iddialı bir hikâye söyler. İki tarafı mübahasede bulundurur ve taraflara fikirlerini o kadar kuvvetli delillerle müdafaa ettirir ki, hangi tarafın sözü okunsa ve dinlense, insan o taraf haklı demeye mecbur kalır. Onun için, bir tarafı dinleyip de hüküm vermeğe kalkışmamalı, bizzat nazım-ı âlisinin vereceği hükmü beklemelidir.
Şu da hatırda bulunsun ki, Mesnevî’de bazı hezlâmiz (alaycı- açık) fıkralar vardır. Bunlar, yalnız zahiri görenler nazarında nezih görülmese bile, basiret sahipleri nezdinde hal ve makama münasip oldukları için, fasih ve beliğ sayılırlar. Hazreti Pir:
Beyt-i mem bêyt nîst iklimest,
Hezl-i men hêzl nîst ta’limest.
“Benim her beytim, beyit değil, bir mana iklimidir. Hezlim de hezl değil, talim için söylenilmiş sözlerdir” beytiyle, bundaki hikmeti beyan eder.
Şurası da unutulmamalıdır ki, Mesnevî ekseriyeti itibarıyla Hüsameddin Çelebi’nin anlayışına göre söylenilmiştir. Nitekim:
“Şu söylediklerim, senin anlayışına göredir. Doğru ve yüksek bir muhatap bulamadığım için ölüyorum” buyrulmuştur. Acaba Hazreti Mevlâna, Hüsameddin Çelebi’den daha kavrayışlı bir muhatap bulsaydı, neler söyleyecekti?
Bazen da Hazreti Pir, kendi makamından söylemiş mazhar olduğu ilhamların beyanına yol vermiştir. Kendini, söylediklerini değil; Hüsameddin Çelebi’ye hitaplarını bile layıkıyla anlamak, bizim gibi aciz ve gafil olanların karı değildir.
“Hepsi anlaşılmasa bile, hepsi terk edilmez” diye, Arapça bir söz vardır. Biz de Mesnevî’nin mübarek beyitlerini dikkatle okuyup anladığımız kadarından istifade etmeliyiz. Daha fazlasının anlaşılmasını lütf-u ilahîden temenni eylemeliyiz. Ata-yı Rabbanîde cimrilik yoktur. Sıdk-u ihlas ile istenilen şeyleri esirgemez. Ekrem-ül Ekremin olduğu için, kerem-ü inayetiyle ihsan eder.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki, bazı cahiller ve yarı aydınlar: “Mevlâna’nın felsefesi” deyip duruyorlar. Bilmiyorlar ki Mevlâna, filozof değil, sofidir.
Mesnevî’de felsefeden değil tasavvufun hakikatlerinden bahsedilir. Felsefenin mehazı akıl, tasavvufun membaı nakildir.
Akıllar farklı olduğu için, felsefede “İkânî”likten “ Reybî”liğe kadar tam bir muhalefet vardır.
Tasavvufta ise istidat farkı dolayısıyla teferruatta basit farklar görülse bile, esas meselelerde bütün tasavvuf ehli müttehiddir.
MESNEVÎ’NİN DİBACESİ
“Haza kitab-ül Mesnevî” Şu Mesnevî kitabıdır.
“Haza” kelimesindeki (h), harf-i tembihtir; (za) ise, ism-i işarettir. İsm-i işaretler için bir müşarünileyh lazımdır. “Şu adam” dediğimiz vakit “adam” kelimesi “şu”nun müşarünileyhi olur. Çünkü onu gösterir.
Acaba burada müşarünileyh hangi kelimedir? Şüphesiz ki, “Kitab-ı Mesnevî”dir. Çünkü dibace, birinci hitamından sonra yazılmıştır. O halde, “şu defter”, birinci cildi hitam bulunan “Mesnevî kitabı”dır, demek olur. Mesnevî: Her beyti ayrıca kafiyeli olan manzume, demektir ki, nazım şekillerinin tertip ve tanzim itibarıyla en kolayıdır. Mesnevî, bu şekilde vücuda gelmiş yirmibeş bin kadar beyitli bir manzumedir. Nazım şekliyle şöhret almıştır. Vakıa, Hazreti Mevlâna, Hüsameddin Çelebi’ye hitap ettiği: “Senin gibi bir allamenin cazibesiyle dünyada bir Hüsaminame dolaşmaya başladı” mealindeki beytinde, Mesnevî için “Hüsaminame” tabirini kullanmış ise de, o tabir, revaç bulmamıştır.
İkisi her yerde, biri Konya’da olmak üzere Hazreti Pir’e ihtisas peyda etmiş üç kelime vardır ki “Mevlâna”, “Mesnevî”, “Türbe” lafızlarıdır. Malumdur ki “Mevlâna”, efendimiz mealinde tazim ifade eden bir kelimedir ve âlimlere mahsustur. “Mevlâna Celaleddin” ve “Mevlâna Cami” gibi. “Mesnevî” tarif edildi.
“Türbe” lafzı ise, kabir ve mezar demektir. Hal böyle iken “Mevlâna ve Mesnevî” denilince her yerde Celaleddin-i Rumî’nin kendisiyle kitab-ı celili hatıra gelir. “Türbe” denilince Konya’da merkad-i Mevlâna anlaşılır.
Mesnevî sarihleri, Mesnevî kitabının ismindeki lügat manasından latif bir nükte çıkarmışlardır. Malumdur ki Mesnevî; lugatta iki katlı, katmerli gibi manalar ifade eder. Bundan dolayı Fatiha suresine de yedi ayetli olması ve iki defa nüzul etmiş bulunması dolayısıyla “Seb-ul Mesânî” denilmiştir.
Fatiha-i Şerifeye “Suret-ül Mesanî” de tabir olunur. Çünkü namazlarda tekrar tekrar okunur.
Mesnevî Şerifin beyitlerinde de çift şeylerden ve birbirine zıt hallerden bahsedildiğine işaret vardır. Mahsusattan makulata varıncaya kadar bütün mahlukatın çift ve mütekabil olduğu da:
Yani: “Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, (insanların) kendilerinden ve daha bilemeyecekleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir” ayet-i kerimesinde beyan buyrulmuştur.
Ve hüce usülü usüliddini fi keşfi esraril vusüli velyekîni
Yani: “Mesnevî, vüsul ve yakin sırlarının keşf ve izahında, dinin asıllarının asıllarından bahseder.”
Üç defa tekrarlanan “Usul”ün mahiyetine dair şarihler tarafından birçok tevcihler yapılmıştır ki hülasası şudur:
Dinin usul ve esası şeriattır, çünkü ona dayanır. Şeriatın esası da tarikattır, çünkü nasihatten ve bilmekten garaz: tatbiktir. İlimden maksat: amel olduğu gibi, şeriattan matlup olan da tarikattır. Zira şeriat öğrenmek; tarikat ise yapmaktır. Mesela namaz kılarken, başına bir şey giymenin sünnet olduğunu bilmek, şeriattır; başı kapalı namaz kılmak ise tarikattır. Resulullah Efendimiz, ihramda bulundukları zamandan başka vakitlerde, başı açık namaz kılmamıştır.
Tarikatın esas maksadı ise hakikattir. Zira tarikattan gaye hakikate ermektir. Mesnevî ise, bu üç esasın üçünden de bahsetmektedir.
“Keşf”, Seyyid Şerif’in “Tarifat”taki beyanına göre: “Gaflet perdesinin açılması, gizli manaların ve hakikat nurlarının görülerek ve tadılarak anlaşılmasıdır.”
“Esrar”, herkesin kavrayamayacağı gizli manalardır.
“Vusül”, hicranın, yani ayrılığın zıttıdır. Türkçe de buna, “Ermek” denir.
“Erenler” de ondandır ki Hakk’a vasıl olanlar demektir.
Vusül: İlmin hakikat mertebesine erişmesi,
Yani: “Biz insana şah damarından daha yakınız” nüktesine tam idrak husule gelmesidir.
Şu ayet-i kerimenin bildirmesi ile Cenab-ı Hakk’ın bize, bizden pek çok yakın olduğunu biliyor ve inanıyoruz. Fakat bu ilim ve iman, hakikat mertebesini bulamamıştır. Onu ne vakit zevken, yani tadarak ve şühuden yani görerek anlarsak, vusülün ne demek olduğunu da o zaman anlarız.
Hallac-ı Mansur (k.s.) demiş ki: “Allah’a vasıl olmak için, iki adım atmalı, üçüncüde vusül tahakkuk eder. Birinci adımı dünyadan, ikinci adımı ahiretten kaldırmalı, üçüncü adımda Allah’a varılır.”
Söylenmesi ne kadar kolay; fakat yapılması ne kadar güç bir tavsiye değil mi? Dünya ve ahiretten adım kaldırmak: Gerek dünyevî, gerek uhrevî bütün geçici arzulardan vazgeçmek, olanca emelini Allah’a hasreylemektir. “Yakin” bir şeye karşı insanın şek ve şüpheden kurtulması, anlayışının tam bir itminan bulmasıdır.
Yakin için “İlmel yakin”, “Aynel yakin”, ve “Hakkel yakin” diye üç derece itibar edilmiştir. Şeyh-ul Ekber (k.s.), bir adamın Kâbe’yi işitmek suretiyle bilmesini ilmel yakine, Mekke’ye gidip Kâbe’yi görmesini aynel yakine, Kâbe’nin halka metaf (tavaf yeri) ve Beytullah diye Hakk’a muzaf olmasındaki hikmeti, ilham-ı ilahî ile öğrenmesini, Hakkel yakine misal olmak üzere gösteriyor.
Vehüve fıkhullahil ekberu ve şerullahil ezheru ve burhaneullahil ezheru.
Yani: “Mesnevî; Allah’ın fıkh-ı ekberi, Allah’ın şer-i ezheri, Allah’ın burhan-ı ezheridir.”
Fıkıh: Lügatte ilim demektir. Istılahta, ilm-i fürua âlem olmuştur. Fakat bu tahsis sonradandır. Evvelce fıkıh lafzıyla din ilmini kastederler ve din âlimi olana “Fakih” derlerdi.
Nitekim:
“(Bununla beraber) müminlerin hepsinin (topyekûn) savaşa çıkmaları, layık değildir. O halde, içlerinden her sınıfın birer kısmı dinde fakih olmayı (dinin ince bilgilerini) öğrenmeleri için (Peygamberin yanında kalmaları) –din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri (savaştan) dönüp kendilerine geldikleri zaman onları Allah azabıyla korkutmaları için- (gitmeyip kalmalıdırlar). Olur ki, (bu suretle müminler aykırı hareketlerden) kaçınırlar.”
Bu ayet-i celiledeki “Liyetefekkahü”, “Liyeteallemu” ile tefsir edilmiştir.
Bu emr-i ilahînin nüzul sebebi şudur:
Hicretin 9. senesi içinde idi ki, Rumlarla Hıristiyan Arapların Medine’ye doğru yürümek istedikleri işitilmişti. Onlar gelmeden önce, üstlerine gidilmek lazım geldi. Hava sıcaktı, etraf kuraktı. Bu yüzden de kıtlık vardı. Öyle dar bir zamanda, Hazreti Peygamber s.a.v. Efendimizin himmeti ve ashabın yardımı ile 30.000 kişilik bir ordu hazırlandı. Bizzat Resul-i Ekrem’in kumandasında olarak Suriye’deki “Tebük” mevkiine kadar gidildi. Orada günlerce oturulup beklenildiği halde, düşman görünmediği için geri dönüldü.
Hazırlanması güçlükle olduğu için Ceyş-ül Usre denilen bu ordudan ashabın bazıları geri kalmıştı, onları tevbih eden bazı ayetler nazil oldu. Allah’ın itabı dolayısıyla, ehl-i imanın hepsi de, bir daha harp olacak olursa geri kalmamaya karar verdiler. O münasebetle, bu ayet nazil oldu: “Bütün müminlerin muharebeye gitmesine lüzum yoktur. Onların her fırkasından bir taifenin çıkması, diğerlerinin kalıp din ilmini öğrenmesi ve harpten dönen kavimlerine Allah’ın emirlerini bildirmesi, onların da Allah’a isyan etmekten sakınması daha iyidir” buyruldu.
İtiraz kabul etmeyecek bir hakikattir ki, bir kitabın şerefi ve büyüklüğü, bahsettiği ilmin; o ilmin şerefi de, malumun büyüklüğüne göredir. Mesnevî’nin mevzusu ise, ilm-i hakikat olduğu için, vasfında nazım-ı ekmeli tarafından “fıkhullah-il ekber” tabiri kullanılmıştır.
Şerullah-il ezher: Allah’ın açık ve parlak yolu manasındadır. Çünkü şeriatın tatbik ciheti demek olan tarikattan bahseder.
Burhanullah-ul ezher: Allah’ın apaçık delili ve hücceti mealindedir. Zira Mesnevî’de gösterilen deliller, inkâr kabul etmez ve itiraz götürmez birer hüccettirler. Onları okuyup da doğru ve gerçek olduklarını teslim etmemek imkânı yoktur. Fakat insafı elden bırakmamak inada kalkışmamak şartıyla!
Mes’elü nurihi kemişkatin fîhâ misbâh, yüşriku işrâkan envera minell isbahi
Yani: “Mesnevî’nin nuru, içinde kandil yanan bir hücre gibidir. Öyle parlaklık verir ki, o sabahların aydınlığından daha nurlu ve daha nurlandırıcıdır.” Erbabının malumudur ki fikir, ya hakikat yahut mecaz ve kinaye olarak ifade edilir, usul-ü tebliğin en ziyade ve herkes tarafından kullanılanı “teşbih” ile “istiare”dir.
Teşbih: Bir şeyi, bir şeye benzetmek suretiyle onu, muhatabın gözü önüne getirmektir. Bu hal, maksadı kolayca anlatır. Konuşanı uzun uzadıya tarif etmekten kurtarır.
Mesela, bir zatın salahından, takvasından bahsetmek için söz söylemektense, “Melek gibi bir adam” diyerek o adamı meleğe benzetmek; kendisinin melek gibi masum ve günahsız bulunduğunu, muhataba kolaylıkla anlatır. Aklı, duygu derecesine; maneviyatı maddiyat mertebesine indirir. Manayı anlamayanlara, aşağı yukarı bir şeyler ifham eder. Onun için Hazreti Mevlâna, Mesnevî’nin manevî nuraniyetini, içinde yanmış bir kandil veya ampul bulunan mişkatın maddî parlaklığına benzetiyor.
Mişkat, duvara hususi olarak yapılmış ve içerisi cilalanmış bir kavuktur. Cilalı bir hücre içindeki ışıktan, o hücre, ne kadar aydınlık görünürse; Mesnevî de, metnindeki nurlu fikirler, nurlandırıcı hakikatler dolayısıyla o derece parlaktır; hatta ona da, sabahların göz kamaştıran ışığına da faiktir, diyor. Şu teşbih ile de, hem manadaki parlaklığı, maddi bir aydınlık ile temsil ederek göz önüne getiriyor; hem de:
Yani: Nur suresi 35’e, “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetine işaret ediyor. İşte burada da bir teşbih vardır. Nur, nasıl karanlığı giderir ve mevcudatı meydana çıkarıp gösterirse; Allah da mahlukları yokluk karanlığından varlık sahasına getirmiş ve göstermiş bir Halik’tır, demek oluyor.
İkinci fıkradaki “işrak”, parlatmak ve aydınlatmak manalarındadır, (yeşrikuişrakan) cümlesiyle aydınlatmanın çokluğu beyan ediliyor.
Mesnevî’nin okunması yahut dinlenmesi, okuyup dinleyenlerin gözlerini parlatır. İlham meşrıkından fışkırıp gelen şuaları, istidatlı kalpleri, sabahların nurundan fazla nuranî ve ruhanî bir hale getirir, deniliyor.
Hülasa Mesnevî: Sabahlardan daha nurlu ve daha nurlandırıcıdır. Çünkü sabah, gecenin karanlığını aydınlatır. Mesnevî ise, okuyanın ve dinleyenin kalbindeki sıkıntı ve karanlıkları giderip aydınlatır.
Vehüve cinânül cinâni, zül u’yuni ve eğsâni
Yani: “Mesnevî’nin kısım kısım bahisleri yahut ayrı ayrı ciltleri, kalbî ve ruhî birtakım cennetlerdir. Cennette nasıl nehirler ve ağaçlar varsa, bunların da ırmakları, dalları ve budakları vardır.”
Cinan: Cennetin cem’idir. Cenan ise, kalp manasındadır. İkisinin yan yana gelmesinden bir cinas-ı hattî teşekkül etmiştir. Yazılışları bir, fakat üstün, esre, ötre farkıyla okunuşları ayrı kelimelerin, birlikte zikrine cinas-ı hattî denilir. Zül Uyun-i vel-eğsan: Irmaklı ve dallı-budaklı mealindedir ki, cinanın vasıflarıdır. Cinan’ın cemi olarak gösterilmesinde, Mesnevî’nin müteaddit bahislerine ve ciltlerinin altı olduğuna işaret vardır.
Nebiyy-i Ekrem s.a.v. Efendimiz: “Cennet bahçelerinden istifade ediniz,” buyurdu. “Şu dünyamızda cennet bahçeleri nedir?” sualine de: “İlim meclisleridir” cevabını verdi.
Demek ki faydalı olmak şartıyla her ilim meclisi, manevî bir cennet, onlardaki ilmî bahisler de cennet nimetleri oluyor. O halde Mesnevî, faydalı telkin ve talimleri ile o manevî cennetlerin en yükseklerindendir.
Öyle zannediyorum ki, ilim öğrenilen mektepler, talim yapılan kışlalar, insanlara faydalı şeylerin yapılıp satıldığı dükkânlar ve fabrikalar, hatta saban tutulmasına ve toprak sürülmesine alıştırılan tarlalar, şu hadis-i şerife nazaran o manevî cennetler cümlesindendir. Fakat dans evleri ve bale mektepleri onlardan mıdır, değil midir? Erbabı takdir etsin…
Bir şey, mutlak zikredilince, kemaline masruf olur. Mesela, adam denilince, azası tamam bir insan akla gelir. Gözü kör, kulağı sağır, eli çolak, ayağı topal bir kayıtlar düşünülemez. Bunun gibi, ilim denilince de onun dünya ve ahiret için faydalı olan bilgi olduğu anlaşılır. Hırsızlık, yankesicilik de birer bilgidir ama faydalı değil, bilakis zararlıdır.
Peygamber Efendimiz: “Cennet ağaçlarından bir ağaca rast geldiğinizde, gölgesinde oturun, meyvelerinden de yiyin,” buyurdu. “Biz dünyada iken şu hal, nasıl mümkün olur?” suali üzerine: “Bir âlime rast gelince, cennet ağaçlarından birine tesadüf etmiş olursunuz” diye izahat verdi.
İşte Hazreti Mevlâna da, o cennet ağaçlarının en çok gölgeli ve meyveli olanlarındandır; Sultan-ül Ulema oğlu Hünkâr-ı Urafa’dır. Kendisi cennet ağacı, eserleri cennet meyveleridir. Binaenaleyh onlardan istifade edip feyizlenmeliyiz. Yalnız biz, şarta riayet göstermeliyiz ki, o da talebimizde sadık olmaktır. Sıdk-u talebi şöyle tasavvur edelim:
Bir yaz günü kırda, bayırda dolaşmışız. Gömleğimiz terden sırtımıza, dilimiz hararetten damağımıza yapışmış. Güneşten beynimiz kaynıyor, derken yol kenarında ulu ve meyveli bir ağaç görüyoruz. Etrafa dal budak salıvermiş, yaprakları genişçe bir sahayı gölgelendirmiş, o gölgeliğin üstünde latif çimenler bitmiş ve orasını çöllerdeki vahalar haline getirmiş. Ağacın sahibi yok. Gelen geçen meyvesinden yesin diye, bir hayır sahibi tarafından dikilmiş. Yorgunluk ve susuzluk dolayısıyla ona doğru koşarız. Hararetimizi teskin için meyvelerden koparıp yeriz, çimenlerinde oturup dinleniriz. Şu hareketlerimizde hiç de isteksizlik göstermeyiz; hatta riya ve gösteriş de yapmayız.
Bir dünya ağacından istifade hususunda nasıl böyle samimi isek, cennet ağaçları olan din alimlerine ve cennet meyvesi bulunan eserlerine karşı da öylece sıdk-u samimiyetle talip olmalıyız ki, kendilerinden ve eserlerinden istifade edebilelim.
Minhâ aynün tüsemmâ inde ebnâi hâzessebili sesebilen ve inde eshâbil mekâmati ve kerâmati hayrun mekâmen ve ahsenü mekîlâ.
Yani: “Mesnevî’de bir feyiz çeşmesi vardır ki, tevhit yolunun yolcuları tarafından ‘Selsebil’ diye adlandırılır. Mesnevî, makam ve keramet sahiplerince makamların en hayırlısı ve istirahat edilebilecek yerlerin en güzelidir.” Birinci fıkra:
“Cennette selsebil denilen bir pınar vardır” mealindeki ayet-i kerimeden iktibas edilmiştir.
Bu fıkra ile demek isteniliyor ki, ahiret cennetinde selsebil denilen bir memba olduğu gibi, manevî cennet olan Mesnevî’de erbab-ı süluk arasında da selsebil tabir edilen bir feyiz çeşmesi vardır.
Ebna-i sebil: Yolcular demektir. Ebna-i hazes-sebil: Yani, bu yolun yolcuları terkibindeki yolcuların, Mevlevîlik ile Mevlevîler olduğu bazı şarihler tarafından söylenilmişse de, Mesnevî’den yalnız Mevlevîler değil, bütün tarikat ricali ve hatta bütün insanlık feyiz almaktadır. Mesela Dede Ömer Ruşenî, Şeyh İbrahim Gülşenî, Şeyh İsmail Hakkı Celvetî, Şeyh Abdurrahman-ı Talaban-i Kadirî gibi arifler, Mesnevî’den feyz alan tarikat büyüklerindendir.
Hele Mevlâna Cami-i Nakşibendî:
Mesnevî-i Mevlevî-i manevî
Hest Kur’an der zebân-ı pehlevî.
Yani: “Hazreti Mevlâna’nın Mesnevî-i Manevîsi, Pehlevî, Yani Farisî lisanında Kur’an mealidir” diyerek Mesnevî ile nazım-ı ekmeline hürmet ve hayret göstermiştir.
Hülasa, fıkradaki “Ebna-i hazessebil” -tercüme edildiği gibi- bütün tarik-i tevhid salikleri ve belki de bütün insanlardır.
İkinci fıkrada:
“O gün ehl-i cennet olanların karargahları hayırlı ve istirahat yerleri çok güzeldir” ayet-i kerimesinden iktibas olunmuştur.
Bu fıkra ile ima ediliyor ki; dünyada eceli ile ölüp, ahirette dirilenlerin ve kendilerine cennet müjdesi verilenlerin, kıyamette ve cennetteki yerleri çok hayırlı ve çok güzel olduğu gibi, kendi gayreti ile mevhum varlığını burada feda eyleyen ve:
Fena bahrimde gark oldum, ebed ölmem diri oldum!
gibi sözler söyleyen makam ve keramet sahipleri için de Mesnevî, makamın hayırlısı ve ahsen-i mekildir.
Mekil: Kaylule yapılacak, yani öğleden sonra yatılıp istirahat yapılacak yer demektir. Arabistan’da bir adet vardır. Herkes, sabah namazı vaktinde kalkar. Namazı kıldıktan sonra işine başlar, öğleye kadar meşgul olur. Ondan sonra evine çekilir, günün en sıcak vaktini serin bir yerde istirahatla geçirir. İkindi vakti yine işiyle, gücüyle iştigal eder. İşte bu istirahata “Kaylule”, onun yapıldığı yere “Mekil” denir.
“Makamat”: Seyr-ü süluktaki dereceler manasındadır. Şarih-i Mesnevî Şeyh İsmail-i Ankaravî’nin Minhac-ül Fukara ismindeki mühim eserinde, bunlardan yüz tanesi tarif edilmiştir.
Keramat: Harikulade haller demektir. Hemen aynı manada olan “Mucize” ile keramet arasındaki fark: mucizenin peygamberlerden, kerametin velilerden zuhur etmesidir.
Şakkulkamer “Ayın ikiye ayrılması” bir mucizedir. Çünkü peygamberlerin en büyüğü olan Resulullah Efendimizden zuhur etmiştir.
Hazreti Ömer’in Medine minberinde hutbe irat ederken, İslam ordusunun Kürdistan’da muhasara edilmek tehlikesinde bulunduğunu görmesi ve “Ya Sariye el cebel” yani, “Ey Sariye! Dağa çık” diye seslenmesi, sesini de o Müslüman kumandana duyurması, bir keramettir. Çünkü bir veliyy-i kâmilden sudur etmiştir.
Erbab-ı makamat: Temkin derecesine vasıl olanlar; Eshab-ı keramat: Henüz telvinden kurtulamayanlar, terakki ve tennîden hali kalmayanlar, yani birincilerin derecesine vasıl olamayanlardır. Bunlara “Ehl-i hal” de denilir. Hazreti Mevlâna: “Sofiler arasında ehl-i hal olanlar çoktur. Fakat ehl-i makam olanlar nadirdir” der. Tarikat büyüklerinden bazıları, keramet izharının pek de hoş görmemiş, hatta bazıları böyle kerametler göstermeye: “Hayz-ı rical” ve “Mel’abe-i etfal” yani, “Erkeklerin adet görmesi ve çocuk oyunu” demiştir.
El ebraru minhü yekülune ve yeşrâbun, vel ahraru minhü yefrahune ve yetribun.
Yani: “Ebrardan olanlar, Mesnevî’nin manevî nimetlerinden yerler ve içerler. Ahrardan bulunanlar da onun verdiği neşve ile ferahlanıp oynarlar.”
Ebrar: Berr’in cem’idir. “Onlar karıncayı bile incitmeyenler ve şer işleri yapmayanlardır” diye tarif olunmuşlardır.
Nitekim Cenab-ı Hakk, bu durumdaki kullarını, Kur’an-ı Hakim’inde şu ayetlerle müjdelemiştir:
Yani: “Fakat Rablerinden korkanlar (Öyle mi ya?) Altlarından ırmaklar akar cennetler- kendileri içinde ebedî kalmak, Rableri katından verilecek nice ziyafetlere de konmak üzere- hep onların, Allah’ın nezdinde olan (nimetler) iyiler için daha hayırlıdır.”
Mesnevî sanki gökten gelmiş ilahî bir sofradır ve ebrar-ı ümmet, onun manevî nimetleriyle doyarlar.
Ahrar ise, nefs-i emmaresini ayakaltına almış, onun heva ve hevesinden yakasını kurtarmış, dünya kayıtlarından ve beşeriyet esaretinden halas olmuş zevatı azadedir.
Hersekli Arif Hikmet merhumun:
Yare kul olmakla buldum, devlet-î hürriyeti.
İhtiyarımla esaret geldi kendimden bana!
diye bir beyti vardır ki, her türlü esaretten kurtulmuş ve yalnız hakkın kulu olmakla hürriyet devletini bulmuş Ahrar-ı ümmet lisanındandır.
Hafız Şirazî:
“Hüner ve marifetten uzak bir şahsın üstündeki atlas elbiseye, tarikat mücerretleri, yani hür olanlar, bir para vermez” beytiyle bu gibi erbab-ı hürriyeti anlatmak ister.
Mesnevî-i Şerif’in:
“Oğul! Bağını kır ve hürriyetini bul. Ne vakte kadar gümüş ve altın kaydıyla bağlanıp kalacaksın?” diye talimatı ve: “Kalbi nurlu bir üstad-ı kâmilin bendesi olman, padişahların baş tacı olacak kadar yükselmenden daha iyidir” gibi telkinatı, istiğna-meşrep olanlara hürriyetin zevkini ve azadeliğin şevkini getirir.
Vehüve ke Nili Mısra şerâbün lissâbirine ve hüsratün ala âli Fir’avne vel kâfirîn.
Yani: “Mesnevî, Mısır’daki Nil nehri gibidir. Sabır ve mücahede erbabına ab-ı hayattır. Firavun ve etbaı gibi küfür ve dalalet ashabına da ayn-i hasrettir.”
Bu fıkralar Sure-i Araf’taki:
Yani: “Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı mucizeler olmak üzere başlarına tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik. (Böyle iken) yine (iman etmeyi) kibirlerine yediremediler. Onlar öyle günahkarlar güruhu idiler. Üzerlerine o azabı çökünce: Ya Musa, dediler, bizim için Rabbine- sana olan ahdi hürmetine- dua et. Eğer bu azabı bizden ayırıp, sıyırırsan, ant olsun, sana katiyen iman edeceğiz. Vakta ki biz, kendilerinin erişecekleri bir müddete kadar, onlardan azabı giderdik, bir de ne bakarsın: Onlar, yeminlerini bozuyorlar bile. Artık biz de bunca ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için, kendilerinden intikam almak istedik de hepsini denizde boğduk” ayetleri ile hikâye buyrulan kıssaya işarettir.
Malumdur ki Hazreti Yusuf Aleyhisselamın davetiyle Kenan ilinden Mısır’a gelen Yakup (a.s.) ile evladı ahfadı, başlangıçta orada muazzez ve mükerrem tutulmuşlardı. O vakit Mısır hükümetindeki Firavunlar-Hiksoslar’dan, onlar ise Amalika Araplarından idi. Sonra yerli Firavunlardan olup 18. sülaleyi teşkil eden Amozis yahut Firrağmotozis Hiksosları cenuptan şimale doğru sürdü. Halefi Totmozis ise onları büsbütün çıkarıp, Mısır’ı tamamıyla idaresine aldı.
Araplık ve İbranilik akrabalığı dolayısıyla Hiksoslar, Beni İsrail’e hürmet ediyorlardı. Çünkü Araplar, İsmail; İbraniler, İshak Peygamber neslinden idiler. Mısırlı Firavunlar ise onlara esir muamelesi yapmaya ve onları angarya işlerde kullanmaya başladılar. Hatta çoğalmalarından çekindikleri için, erkek çocuklarını kestiler. Nihayet Hazreti Musa, peygamber oldu. Kelimullah Hazretleri, iki vazife ile mükellefti. Biri, Mısır halkını imana getirmek, diğeri Beni İsrail’i Arz-ı Mevud’a, yani Filistin cihetine götürmek, orada bir idare teşkil etmekti.
Hazreti Musa bunları Firavun’a söyledi. Firavun imana gelmediği gibi, bedava amele demek olan Beni İsrail’i de kaçırmak istemedi. Bazı kitaplarda bu Firavun’un adı Velid bin Reyyan diye gösterilmiştir. Fakat doğru değildir. Çünkü Velid, Arap adıdır. Hazreti Yusuf zamanındaki Firavun, Araplardan idi. Lakin Musa (a.s.) devrindeki Firavun, Arap değildi, tabiatıyla adı da “Velid” olamazdı.
Hazreti Mevlâna:
“Bi-renklik, renk esiri olunca Musa, Musa ile kavgaya başladı” beytinde, Musa’nın Firavun’u olan şahsın adının da Musa olduğunu söylüyor. İşte bu Firavun, Hazreti Musa’nın tekliflerini reddedince, Kelimullah’ın duası ve mucizesi eseri olarak Mısırlılar birtakım belalara uğradılar. Bu belalara Tevrat’ta Mesaib-i aşere deniliyor ki, çeşitleri şunlardır:
1-Nil sularının kan renginde görünmesi,
2.3.4- Her tarafa bit, kurbağa ve haşarat üşüşmesi,
5- Hayvanların vebaya uğraması,
6- İnsanların çıbanlara tutulması,
7- Dolu yağıp ekinlerin mahvolması,
8- Çekirge yağması,
9- Sis basması, ortalığın üç gün kararması,
10- İnsanlardan ve hayvanlardan ilk doğan çocuğun ölmesi.
Kur’an-ı Kerim’de, bu musibetlerin hepsi zikredilmemiştir. Çünkü Kur’an, tarih kitabı değildir. Tarihî bazı vakalardan bahsetmesi, onların insanlara ibret olması içindir.
Nihayet Firavun, Beni İsrail’in Mısır’dan çıkmasına izin verdi. Musevîler, Milattan 1641 yıl evvel, Nisanın 12. gecesi yola çıktılar. Hatta o gece, aceleden mayasız ekmek yediler. Yahudilerin şimdiki “hamursuz bayramı”, Mısır’dan çıkışlarının hatıra-i şükranıdır.
Firavun, verdiği izne pişman oldu. Beni İsrail’i geri çevirmek için, ordusuyla beraber onları takibe çıktı. Süveyş körfezinin Mısır sahilinde onlara yetişti. Hazreti Musa ile ümmeti, mucize olarak denizi geçti. Firavun ile ordusu boğulup gitti. Bazıları, Beni İsrail, denizin cezir halinden istifade ederek karşıki sahile geçti(!) diye bunun bir mucize olduğuna inanmak istemezler. Öyle de olsa, hareketin cezir zamanına tesadüf ettirilişi, Firavun ile ordunun denizdeki yollara girince meddin başlaması ve onları boğması da yine bir mucizedir. Nil’in kan renginde görünmesi; Kıptîlere, yani Mısır halkına mahsus bir bela idi. Sıbtîler, yani Beni İsrail, su olarak içiyorlardı. Hatta bir Kıptî ile bir Sıbtî’nin bir kaptan beraber içmek istediği, Sıbtî’nin tarafı su, Kıbtî’nin tarafı kan göründüğü rivayet olunur.
Hazreti Mevlâna da: “Manevî hayat veren şu sözler, Nil suyu gibidir. İlahî onu Kıbtî siret olanlara kan gibi göster” diyerek Mesnevî’yi bu itibarla Nil nehrine benzetiyor. Onun erbab-ı ihlasa ab-ı hayat geleceğini, dinsizlerin ve münkirlerin ise nefretini ve istifadesizliğini mucip olacağını haber veriyor. Hakikaten böyledir. Kur’an-ı Kerim için Esatir-ül Evvelin yani “Eski masallar” hezeyanını edenler olduğu gibi, Mesnevî için de kurt-tilki masalları diyenler vardır. Cenab-ı Hakk, Kelam-ı Kadim’i hakkında:
Yani: “Allah onunla birçoğunu şaşırtır, yine onunla birçoğunu yola getirir” buyuruyor. Kur’an dolayısıyla insanlardan çoğunun delalete düşeceğini, çoğunun da hidayet bulacağını bildiriyor. Kur’an öyle olduğu gibi, Mesnevî de öyledir. Nitekim sahib-i arifi de:
“Kur’an gibi bizim Mesnevî de bazılarını hidayete, bazılarını dalalete sevk eder” diyor.
Ve innehu şifaüssuduri, ve cilaül ahzâni, ve keşşâfül Kur’ani
Yani: “Mesnevî, kalplerdeki marazların şifası, dünyanın varına-yoğuna ehemmiyet vermekten ileri gelen hüzünlerin cilası, Kur’an-ı Kerim’in de zahirî ve batınî apaçık manasıdır.”
Bu fıkraların ikisiyle Sure-i Yunus’taki:
Yani: “Ey insanlar; Rabbinizden size vaaz-u nasihat ve içinizdeki illetlere şifa, bir de müminlere hidayet ve rahmet olmak üzere Kur’an-ı Kerim gelmiştir. Habibim; haber ver ki şu geliş, Allah’ın fazl-u rahmetiyledir. İşte bundan dolayı ferahlasınlar. Kur’an, başkalarının topladığı mal ve servetten hayırlıdır” ayetlerine işaret olunmuştur.
Hak Sübhanehu ve Teala, Kitab-ı Münzel’inin şifa-i sudur, bais-i ferah ve sürur olduğunu ve bu ayetlerle beyan buyurmuş, onun tefsir-i mebanisi ve keşşafı meanisi olan Mesnevî’nin de o hassaya mazhar olduğunu nazım-ı ekmeli ifade eylemiştir.
Veseatül erzâki, ve tetyîbül ahlaki
Yani: “Mesnevî, rızıkların genişlemesine, ahlakın da iyileşmesine sebeptir.” Fakr-u halinden şikâyet eden bir sahabeye, taraf-ı Risaletten:
“Daima abdestli bulun, rızkın genişler” buyrulmuştur. Mesnevî de okuyan ve dinleyenlerine, maddî ve manevî temizliğe kavuşup, kötü huylardan sakınmayı hemen her sahifesinde tavsiye eylemektedir. Hatta ilk hikâyesinin mevzusu: Nefsin tezkiye ve tasfiyesine dairdir. Binaenaleyh, tavsiyesiyle amel edenler için rızkı artırıcı ve ahlakı iyileştiricidir.
Bieydî seferatin, kiramim beraratin yemneune bi ellâ yemessühu illel mütahherun. Tenzîlüm mirrabbil âlemin.
Yani: “Mesnevî, kerim ve salih olan kâtipler eliyle yazılmıştır, temiz olanlardan başkasını Mesnevî’ye temas eylemekten menederler. Mesnevî, Rabb’ülâleminden ilham olunmuş bir kitaptır.”
Bu fıkralar ile Sure-i Abese’deki:
Yani: “Çünkü o (Kur’an) bir öğüttür. Binaenaleyh dileyen onu beller. O, (Allah indinde) çok şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdedir. Kıymetli, sevgili, takva sahibi kâtiplerin elleriyle (yazılmıştır).”
Sure-i Vakıa’daki:
Yani: “Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur’an’dır ki sıyanet edilmiş bir kitapta yazılıdır. Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez.(O) âlemlerin Rabbinden indirilmedir” ayetlerine işaret edilmiştir.
Sefere-i kiram yani: “Kur’an’ı yazan kâtipler, onu levh-i mahfuzdan istinsah eyleyen meleklerdir” denilmiş, vahiy kâtipliği hizmetinde bulunana ashab-ı kiram olduğu söylenilmiştir. Bu takdirde, suhufu merfua ve mutahhara, üzerlerine Kur’an ayetleri yazılan ve tabii yüksek yerlerde muhterem tutulan ulvi sayfalardır.
Kitab-ı Meknun için, müfessirlerden bazıları levh-i mahfuz demiş, bazıları “lâyemessühu”daki zamiri, “levh”a irca ile “levh-i mahfuza melâike-i mutahharadan başkası temas edemez ve oradaki esrara muttali olamaz” tefsirini yapmış; bazıları da zamiri, Kur’an’a irca ile “Kelam-ı ilahîye, yani Mushaf-ı Şerife pak ve abdestli olmayan dokunamaz” manasını vermiştir.
Hüseyin Vaiz, tefsirinde “Bahr-ül Hakaik”tan naklen diyor ki: “Buradaki “mes”den maksat: Kur’an esrarının inkişafıdır. Şu halde, ayet-i celilenin manası “Gayr ve gayrılık vehminden kurtulamayan, Hakkı halk aynasında, halkı da mirat-ı Hakk’ta göremeyen kimse, Kur’an’a temas edemez, yani ondaki ilahî esrara muttali olamaz” demektir.
Mesnevî de ilham yoluyla Canib-i Hakk’tan nazil olmuştur. Hüsameddin Çelebi ve şimdiye kadar istinsah-ı Mesnevî hizmetinde bulunan salih kâtipler eliyle yazılmış ve her yerde yüksek ve muhterem tutulmuştur. Taharet ve salah erbabından maadasının ona teması, yani mütalaasıyla dinlenmesinden feyz- i marifet alması kabil değildir. Çünkü öyle na-pak olanlar “Samirî” hilkat bir takım şahıslardır ki, “lâmisas” tehdidiyle Mesnevî’ye yaklaşmadan uzaklaştırılırlar.
Samirî: Beni İsrail’den olup, altın buzağıyı yapan ve Yahudileri ona taptıran adam idi ki, Hazreti Musa tarafından lanetlenmiş ve kavim arasından kovulmuştu. Biri, yanına gelse ikisini de dehşetli sıtma tutar ve titretirdi. Onun için bir insan görecek olsa, “lâmisas” yani, “yaklaşma, dokunma,” diye bağırırdı.
Lâ ye’tîhil batılü mim beyni yedeyhi velâ min Halfihî Vallahü yersidühu ve yerkubühu vehüve hayrun hâfizan vehüve erhmürrahimin.
Birinci fıkra:
Yani: “Kâfirler, kendilerine gelen zikr-i ilahîyi, (Kur’an-ı Kerimi) inkâr ettiler. Hâlbuki o, hakikaten bir Kitab-ı Aziz’dir. Onun evvelinden de sonundan da batıl zuhur etmez. O (Kitab-ı Kerim) hakim ve hamid olan Cenab-ı Hakk tarafından gönderilmiştir” ayetlerinden iktibas edilmişti.
Üçüncü fıkra da aynen Kelam-ı ilahîden muktebesdir. Hazreti Mevlâna bu fıkra ile diyor ki:
Canib-i ilahîden vahy-i münzel olan Kur’an-ı Kerim, nasıl avn-i samedanide ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna imkân ve ihtimal yoksa Mesnevî de öyledir. İlham-ı Rabbanî eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir. Nitekim yedinci cilt namıyla bir ilave yapılmış ve âlim bir Mevlevî şeyhine şerh ettirilmişse de umumun makbulü olamamış, Mesnevî’nin saffeti asliyesi bozulmamıştır.
Ve lehu el kaabün üharu lekkabehüllâhü Teala bihâ.
Yani: Şu sayılan şeylerden başka, Mesnevî’nin bir takım lakapları daha vardır ki, onlar da Allah tarafından ihsan buyrulmuştur.
Lakap bir şeyin asıl ismine ilaveten verilen vasıftır ki teşrif, tarif ve teshif diye üç derece itibar olunur.
Lakab-ı teşrif: İsme şeref verir. Nazım-ı Mesnevî gibi ki, Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rumî demektir.
Lakab-ı tarif: İsmi anlatır. Şarih-i Mesnevî İsmail Ankaravî gibi.
Lakab-ı teshif: İsmi, tahkir eder. Meşhur, cinci hoca gibi…
Yani: “Birbirinize hoşa gitmeyecek ve gücendirecek lakaplar takmayınız” nehyi, bu üçüncü kısım içindir. Mesnevî’nin sayılan ve sayılmayan lakapları, teşrifiyye kabilindendir. Saminame, Hüsaminame ve Mahz-i Kur’an gibi.
Hazreti Mevlâna bunu haber vermekle beraber, buyuruyor ki:
Vektesarnâ ala hâzel kalîli velkalîlü yedüllü alelkesiri vel cür’atü tedüllü alel gadîri ve hafnetü tedüllü alel beyderil kebîri.
Yani: “Biz, şu birkaç lakabı söylemekle sözü kısa kestik. Az, çoğa; bir damla su, bir göle; iki avuç dane, büyük bir harmana delalet ettiği gibi, saydığımız Lakaplar ve hassalar da diğerlerine işaret olabilir.”
Yekulül abdüzzaîfül muhtacü ilâ rahmetillahi Teala Muhammedübnü Muhmmedibnül Huseynil Belhîy tekabbelallâhü minhü.
Yani: “Allah Teala’nın zayıf bir kulu ve ilahî rahmetin muhtacı bulunan Muhammed bin Muhammed bin-il Hüseyn-il-Belhî- ki, Mesnevî’nin nazmı hususundaki mesaisini Allah kabul etsin- der ki”
Dergâh-ı ilahî yakınlarının en ziyade arzu ettiği ve nailiyeyetile iftihar eylediği mertebe-i ulya “abdiyet = kulluk” makamıdır. Allah’ın en ziyade sevdiği ismin “Abdullah” olduğu bir hadis-i şerifte beyan buyrulmuştur. Sultan-ül-Enbiya Efendimiz, seyyid-i kâinat ve server-i mahlukat olduğu halde, lisan-ı ilahî, Hakk-ı Risalet-penahisinde “abd” tabirini kullanmış.
Yani: “Kulunu (Muhammed s.a.v) bir gece Mescid-i Haram’dan (alıp) Mescid-i Aksa’ya kadar götüren (zat-i ecelle ve âlâ her türlü nakiysalardan) münezzehtir” buyurmuştur.
Keza “Ruhullah” ve “Kelimetullah” derecelerine yükselmiş olan Hazreti İsa, daha beşikte iken:
Yani: “(İsa dile gelip) dedi ki: Ben hakikat Allah’ın kuluyum. O, bana kitap verdi. Beni peygamber yaptı. Beni mübarek kıldı” diyerek Allah’ın kulu olmakla iftihar etmişti.
Hıristiyanlar, Hazreti İsa’yı Allah’ın oğlu, hatta Allah yaparlar; bunu yapmakla da “Ben Allah’ın kuluyum” demiş olan Hz. İsa’yı tekzip ederler de, kaş yapayım derken göz çıkarmış olduklarının farkına varmazlar.
Büyüklerin huzurunda tekebbür değil, tekebbüre az da olsa, delaleti olan tabirlerin bile kullanılması, nezakete aykırı sayılır. Onun için “Ben” diyecek yerde, “Bendeniz”, “duacınız” ve “fakiriniz” gibi sözler sarf olunur. Vaktiyle saraya mensup olmak, imzanın üstüne “Bendegân-ı Hazreti Şehriyariden” tabirini kondurmak iftihara vesile olurdu.
Kibriya-yı İlahî ise tabii bizim bildiğimiz büyüklerin azametine asla benzemez.
Büyüksün İlahî, büyüksün büyük,
Büyüklük, yanında kalır pek küçük!
İşte o kibriya-yı bi-tenahiyi daha iyi idrak eden büyükler, ona karşı tezellül ve ihtiyaç ile müftehir bulunur. Binaenaleyh kendilerinden abd-i zaif, hakir-ü fakir gibi evsaf ile bahsederler.
Hazreti Mevlâna’nın:
Men benden şüdem, bende şüdem, bende şüdem,
Men bende behaclet beser-efgende şüdem,
Her bende şeved şâd ki âzad şeved,
Men şâd ezânem ki türâ bende şüdem,
Yani: “Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum, Ben abd-i zaif, kulluğumu layıkıyla ifa edemediğim için utandım ve başımı önüme eğdim; her köle, azat edilince sevinir. İlahî; ben ise, sana kul olduğum için seviniyorum.”
Rubaisi, bu makamda söylenilmiş olan en üstün sözlerdendir. Şurası da bilinmelidir ki, sureta mütevazı, lakin manen pek yüksek olan bu zevat-ı kiramın ibadetleri gibi, ubudiyetleri de mabud-i yegâneye münhasırdır. Onlar: Şuna-buna, huluskarlık için arz-ı hürmet etmezler. Belleri ekâbire reverans yapmak için değil, namaz esnasında rükû için eğilir. Elleri, zenginlerden sadaka almak için değil, nimet sahibi olan Allah’a dua etmek için açılır.
Hakim-i Senaî hazretleri, kendisini ziyarete gelip de bir kese altın bırakmak isteyen Behramşah’a: “Altını ahaliden toplayıp da saçmaktansa, onu almamak daha iyi değil midir?” mealinde bir beyit okuyup, kaseyi reddetmişti.
Hazreti Mevlâna da, sallanan hükümetiyle böbürlenmek isteyen Konya’daki Selçukî hükümdarına: “Ben tahttan inip tabuta binen şahlardan değilim, Benim manevî saltanat fermanımın unvanı (Halidîne ebeden) ayetidir” buyurmuştu. Hülasa, evliyaullah hazeratının şiarı: Allah’a karşı kendilerini fakir görmek, insanlara karşı da minnet etmemektir.
İctehedtü fi tetvîtil Manzumil Mesnevîyyil müştemili alel ğarâbi vennevâdiri ve ğuraril mekâlâti ve düreriddelâlâti ve tarikatizzühâdi ve hadîkatil ubbâdi kasiratil mebânî kesiretil meânî
Yani; Hazreti Nazım buyuruyor ki: “Garib ve nevadiri şamil, parlak makaleleri, âşıkar dellileri havi, zahitlerin yolu, abidlerin sevinç yeri olmak; bir de elfazı az, manası çok bulunmak üzere Mesnevî’yi nazm için uzun uzadıya uğraştım.”
Zühhat zahitin, ubbad abidin cem’idir. Devr-i ashabdan sonra ki zevata “Tabiîn”, daha sonrakilere “Tebe-i tabiîn” denir. Bunların arasından zühd-ü taat ile temayüz edenlere “Zahit” ve “Abid” tabir olunur. Bu sınıf arasına bazı riyakârların da katılmasına mebni, hakikî zahitler ve abidler “Sofi” unvanını kabul ettiler. İlk defa sofî adını alan ve Remle kasabasında ilk zaviyeyi açan Ebu Haşimüs-Sufi kuddise sirruhudur.
Zahit ile abidin tarifinde: “Allah’ın farzlarını eda et, abid olursun. Allah’ın verdiği kısmete nefsini razı kıl, zahit olursun” denilmiştir. Şu halde, Hakk’ın farzlarını tamamıyla ve kemaliyle ifa eyleyen abid, az-çok her ne ise, mukadder olan kısmete rıza gösteren de zahittir.
Zühdün esası: Gınay-ı kalb ve kanaattir. Onu haiz olmayanlar; zahit değil, fasık-ı mahrumdur. Büyükler:
“Bulmamak da kısmetten sayılır” demişlerdir.
Bulmaz, yemezdir ekserî erbab-ı iffetin,
Gördük zamanenin nice perhizkârını!
Kibar-ı ümmetten Şakik-i Belhî (kuddise sırruh) – meşhur İbrahim Edhem (kuddise sırruh) tarafından “üstadsın” diye eli öpülmüştür— bir defa Bağdat halifesinin huzuruna çıkarılmış. Halife:
— Şakik-i zahit sen misin, diye sormuş. O da:
— Şakik benim amma, zahit sensin, cevabını vermiş.
Halife:
— Bu kadar debdebe içinde, ben nasıl zahit olurum, sualinde bulunmuş; Şakik de:
— Cenab-ı Hakk, metaı dünya için “Kalil” demiştir. Sen o kalile “aza” kanaat etmişsin; zahit ise aza kanaat eyleyendir, deyince, Halife ağlamaya başlamış.
Şakik-i Belhî ile İbrahim Edhem, bir gün buluşmuş. Şakik: “Ne yapıyorsunuz?” diye sormuş, İbrahim Edhem: “Bulursak şükür, bulamazsak sabrediyoruz.” demiş. Şakik: “Horasan’ın köpekleri de böyle yaparlardı” deyince, İbrahim Edhem: “Siz ne yapıyorsunuz?” sualinde bulunmuş. Şakik’in: “Bulursak dağıtıyoruz; bulamazsak şükrediyoruz” demesi üzerine, İbrahim Edhem: “Üstadsın” diyerek Şakik’in elini öpmüştür.
İşte Mesnevî-i Şerif, riyakâr abid ve zahitlerin değil, Şakik ve İbrahim Edhem gibi hakikî züht erbabını seyrinden ve siyerinden bahsettiği gibi, garip ve nadir fıkraları, parlak ve şairane tasvirleri, gayet vazıh ve kavi, aklî ve naklî delilleri havi bir eserdir. Hem de “Bana az kelime ile çok mana ifade etmek hassası verildi” buyuran Peygamber-i Ekberimizin veraset-i kâmilesi eseri olarak, az kelime ile çok manayı ifade etmiştir.
Şimdiye kadar okuyabildiğimiz fıkralardaki lafızların azlığına karşı, onları âcizane şerh için söylediğim sözlerin çokluğu, bu hususta en parlak bir burhandır.
Listidâ-i seyyidî ve senedî ve mu’temedî ve mekânerruhu min cesedî ve zehirati yevmî ve ğadi.
Yani: “Ruhum mesabesinde olan, bugün de, yarın da manevî zahirem bulunan seyyidim, senedim, mutemedim Hüsameddin Çelebi’nin talebiyle Mesnevî’yi tanzim eyledim.”
Çelebi Hüsameddin hazretleri, aşağıdaki fıkralarda beyan buyrulacağı üzere, aslen Kürttür, yani Türk ırkındandır. Konya’nın eşraf ve ayanından iken, yalnızlığı ihtiyar eylemiş, Hazreti Mevlâna’ya intisap ederken on seneden fazla hizmet-i Mevlâna’da bulunmuş, Mesnevî’yi yazmak vazifesi ile adının ebediyen anılmasına muvaffak olmuştur. Hazreti Pir’in kendisine fevkalade teveccüh ve muhabbeti vardı. O teveccüh sayesinde kâmil ve mükemmel olarak yetişen Çelebi, daha Hazreti Mevlâna’nın hayatında ve Şeyh Selahaddin Zerkub-i Konevî’nin vefatından sonra, müntesibin-i Mevlevîyyenin teslik terbiyesiyle meşgul olur, adeta “Tarikatçı dedelik” vazifesini görürdü. Hazreti Mevlâna’nın vefatından sonra, Sultan Veled’in ısrarıyla makam-ı Pire geçmiş, 12 sene Mesnevî okutmak ve halkı irşat etmekle meşgul olmuştur.
Çelebi Hazretlerinin nazar-ı Mevlâna ile nasıl yetiştiğini ve şeyhinden nasıl ve ne derece müstefit ve müstefiz olduğunu, bizzat Hazreti Pir’in gerek bu mukaddimede, gerek sırası geldikçe Mesnevî metninde görülecek iltifatından anlamalıdır.
Vehüveşşeyhu kudvetül arifîn, ve imâmülhüdâ velyekîn, mügîsül verâ eminül kulubi vennühâ.
Yani: “Hüsameddin Çelebi; ariflerin muktedası, hidayet ve yakin erbabının rehberi, kalp ve akıl sahiplerinin emini, acizlerin imdadına yetişen bir şeyh-i kâmil ve mürşid-i mükemmildir.”
Vedîatullahi beyne halîkatihî ve saffetihî fî berraytehu ve vesayahü linebiyyihî ve habâbyahü ı’nde safiyyih.
Yani: “Hüsameddin Çelebi, mahlukat arasında Allah’ın emaneti, insanlar içinde Allah’ın güzidesi bir zat-i ali olduğu gibi; hürmetlerini Allah’ın Resul-i Ekreme tavsiye eylediği zevat-ı şerifeden, kadr-ü şanını esfiyay-ı ümmetten gizlediği mesturin-i ilahîyyedendir.”
Vesayahü linebiyyihî: Yani “Allah’ın peygamberine tavsiye eylediği zevat” kudemay-ı ashabın fukara sınıfında bulunanları idi. Kureyş’in eşraf-ü ayanı, Resul-i Ekrem Efendimize: “Eğer meclisindeki fukara takımını defedecek olursan, biz de geliriz, konuşuruz, belki de anlaşırız” demişler ve Aleyhissalat Efendimiz tarafından: “Onu yapamam,” cevabını almışlardı.
“Öyle ise, biz gelince onlar çekilsinler,” teklifinde bulundular. Sallallahü aleyhi ve sellem Hazretleri, Ayan-ı Kureyş’in imana gelmesi arzusuyla, muvafakat etmek istedi.
Zat-i akdesi Risaletin bu arzusu, pek tabiî bir şeydi. Çünkü kendisi “Hadi” isminin mazhar-ı tammı idi. Semay-ı hidayetin, parlak güneşi bulunuyordu. Güneş, nasıl âlem-i şemsînin her noktasını aydınlatmak isterse, Afitab-ı Risalet Efendimiz de muzlim bir kalp, karanlık bir beyin kalmamasını, beşeriyet idrakinin hakikat ziyası ile münevver olmasını isterdi. Nitekim şu hali, Kelam-ı İlahîde:
Yani: “Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır” ayetiyle haber veriliyor.
Hâlbuki Resul-i Ekrem, Kureyş zenginlerine cevap vermeden evvel:
Yani: “Sabah, akşam Rabblerine, sırf onun cemalini dileyerek, dua edenleri (huzurundan) kovma”
Yani: “Sabah, akşam Rablerine (sırf) onun cemalini dileyerek dua edenlerle beraber candan sabr(u sebat) et. Gözlerini onlardan ayırma” ayetleri nazil oldu. Sureta fakir, fakat manen her biri bir emir olan o zevat-ı kirama iltifat buyurması Aleyhissalat Vesselam Efendimize emredildi. Çünkü onlar, fakr-ü zaruretleri dolayısıyla Kureyş zenginlerinin menfuru olsalar da, sıdk-ı niyetleri ve safvet-i kalbiyyeleri cihetiyle Allah’ın makbulü idiler. Hüsameddin Çelebi de o sahabe-i kiramın izinde yürüyen bir zat-ı şerif olduğu için, Allah’ın peygamberine tavsiye etmiş olduğu zevat-ı aliyye cümlesindendir.
Ve Habayahü inde safiyyihe gelince. Evliyaullahtan bir kısmının vilayeti, vilayet-i hafiyyedir. Onların mahiyet-i manevîyye ve kurbiyyet-i ilahîyyesini Zat-ı Bari’den başka kimse bilmez.
Evliyaî tahte kubâî, lâ ya’rifühüm ğayrî
Yani: “Velilerimizin bazıları, görünmeyen kubbelerimizin altında gizlidir. Onları benden başka kimse tanıyamaz” hadis-i kutsisinde bildirilen rical-i mesturinin derecesi, hatta Melek-i Mukarreb ve Nebiyy-i Mürselin malumu değildir. Hüsameddin Çelebi de o mesturin-i ilahîyeden biridir.
Hazreti Mevlâna, bir gazelinde:
Mealen: “Cemal-i manevî ashabının hususî kadehle izaz eyledikleri halvet-i hassa, yabancı giremez. Ruh-ül- Kudüs, Yani Cebrail, o meclis-i ünsün dışında kalır, Hızır ise ancak perdedarı olabilir” buyurmuştur.
Mevlâna Cami kuddise sırruhunun Nefehat-ül Üns tercümesinde, Lamiî Çelebi der ki: “Hak sübhanehu ve Teala nübüvvet burhanını kıyamete dek baki eylemiş ve evliyayı ol burhan izharına sebep kılmıştır. Ta peyveste ayat-ı Hak ve huccet-i sıdk-ı Muhammed s.a.v. zahir ola ve onları âlemin valileri etmiştir. Asmandan yağmur, anların ekdamı berekatında nazil olur ve zeminden otlar anların safay-ı himmetleriyle biter ve kâfirlere Müslümanlar anların takviyeleriyle nusret bulurlar. Ve onlar dört bin kimesnedir ki, mektumlardır ve birbirini anlamazlar ve suret-i hallerini bilmezler ve cemi-i ahvalde kendilerinden ve halayıktan mestur olurlar.” Nefehat-ül Üns tercümesinde, evliyaullahın envaına ve derecelerine dair epeyce malumat vardır.
Miftahu hazâinil erşi, eminü künuzil ferşi, ebül fedaîli Hüsâmül hakki veddini Hasen ibni Muhammed ibni Hasenil Ma’rufi bi ibni Ehî Türk.
Yani: “Çelebi; arş hazinelerinin anahtarı, ferş, yani yer definlerinin emini, zahirî ve batınî birçok fazilet sahibi, hakkın ve dinin keskin kılıcıdır. İsmi: Hasan bin Muhammed bin Hasan’dır. İbn-i Ehî Türk denilmekle tanınmıştır.”
Şu sıfatlardan Çelebi’nin kutub olduğu ve sema ve arzın manevî idaresinin ona verilmiş bulunduğu anlaşılıyor:
Ebu yezidil vakti ve cineydüzzemani, Sıddîk übnissıddîk Razıyllâhü anhü ve anhüm.
Yani: “Hüsameddin Çelebi; vaktin Bayezid-i Bestamî’si, zamanın Cüneyd-i Bağdadî’sidir. Sıddık oğlu Sıddık oğlu Sıddıktır. Allah, kendisinden ve âbâ vü ecdadından razı olsun.”
Bayezid-i Bestamî Kuddise sırruhu hazretleri, kibar-ı evliyaullahtandır. Horasan’ın Bestam şehrinde doğmuş, bir asır kadar yaşamış, 260 tarihinde irtihal etmiştir. İsmi: “Tayfur bin İsa” idi. Sofiye kitapları menakıb-ı âliyesiyle doludur. Ezcümle şu fıkrası meşhurdur: Müritlerden biri: “Kürkünüzden bir parça lütfetseniz de teberrüken üstümde taşısam” demiş. Hazreti Bayezid de: “Oğlum; sen çalış da adam ol. Yoksa Bayezid’in kürkünü üstünde taşımak değil, derisini yüzüp içerisine girsen bile fayda olmaz” cevabını vermiştir.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddin-i Arabî kuddise sırruhu, Fütühat’ında buyuruyor ki: “Makam-ı Muhammedî füyuzatından Bayezid’e, bir iğne ucu kadar verilmişti. Tahammül edemedi: ‘Sübhani ma azame şanî’ demeye başladı. Bana ise bir şara, Yani kıl kadar feyz-i Muhammedî ihsan olundu.” Şeyhin şu ifadesinden, feyz-i Muhammedî’deki sonsuzluğu ve Zat-i akdes-i Risalet’teki büyüklüğü düşünmeli!
Hazreti Cüneyd’e gelince: Bağdat’ta yetişmiş bir arif-i ekmeldir. İmam-ı Şafii
ve Süfyan-ı Sevrî’den ders okumuş, dayısı Hazreti Sakatî’den süluk görmüştür.
Meslek-i tasavvufu, muntazam ve mazbut bir hale getirmiş; birçok urefay-i ümmet
kendisinden feyz almıştır, Turuk’u aliyyeden ekserisinin silsilesi kendisine varır.
Safiyye arasında “Seyyid-üt taife” unvanıyla yâd olunur. Rivayete göre, 207
tarihinde doğmuş, 298’te irtihal eylemiştir. Bayezid-i Bestamî ile muasır idi.
Hazreti Sakatî ile birlikte metfun bulunduğu türbe, Bağdat’ta meşhur ve ziyaretgâh
imiş. Cüneyd’e nispet edilen taş basması Farisî bir divan, onun değildir. Çünkü
nazm-ı Farisî’ye dördüncü asır iptidalarında başlanılmıştır.
İşte Hazreti Mevlâna’nın ifadesinden anlaşıldığına göre, Hüsameddin Çelebi de bu iki zat-ı âlinin derecesine yükselmiş ve soyca sıddıkiyyet mertebesini bulmuş bir arif idi!
Elmerviyyül aslil müntesibi ileşşeyhil mükerremi bimâ kâle emseytü kürdiyyen ve esbahtü arabiyyen kaddesAllahü ruhâhü ve ervâha ehlafihi fenî’messelefü ve ni’mel halefü.
Yani: “Hüsameddin Çelebi’nin aslı, Urmiyyelidir. Emseytü kürdiyyen ve asbahtü Arabiyyen demekle mükerrem olan Şeyh Ebü’l-Vefa-i Kürdî neslindendir. Allah, şeyhin ve haleflerinin ruhlarını takdis etsin. Ne güzel bir selef ve ne güzel bir halef…”
Şeyh Ebülvefa: Aslen Kürt ve ümmî olduğu halde, Bağdat’ta nispet-i sofiyyesiyle şöhret almıştır. Bazı kimseler, kendisini müşkül bir mevkide bırakmak için:
—Bir gün bize vaaz etsen dediler; o da:
—İnşallah, yarın cevabını verdi. Ertesi gün kürsüye çıkıp “Emseytü Kürdiyyen ve asbahtü Arabiyyen”, yani “Gece Kürt idim, sabahleyin Arap oldum” diye, söze başladı, o kadar hakayık ve maariften bahsetti ki, cemaati hayretlere düşürdü.
Mesnevî şarihlerinden Sarı Abdullah Efendi, Şeyh Ebülvefa’nın Davud-i Ta’i ile muasır olduğunu söylüyor. Şu halde, hicretin ikinci asrı ricalindendir. Hasan-i Basrî’nin halifesi ve Davud-i Ta’i nin şeyhi bulunan Habib-i Acemi Hazretlerinin de, böyle bir sözü vardır. Hazreti Habib, Arapçayı layıkıyla söyleyemediği halde, Kur’an dinlerken ağlamış.
— Sen Acemsin, Arapça’dan ne anlıyorsun ki Kur’an dinlerken ağlıyorsun, diye sormuşlar.
— Ben Acemim ama kalbim Araptır, cevabını vermiş. Hazreti Pir’in, Hüsameddin Çelebi hakkında, “Sıddık bin Sıddık” buyurması, Çelebi’nin Ebü’l- Vefa gibi bir şeyh-i mükerrem neslinden olmasındandır.
Lehu nesebün elkatişşemsü aleyhi ridâehâ ve hasebün erhatinnücumü aleyhi edvâehâ.
Yani: “Hüsameddin Çelebi’nin bir nesebi, bir silsilesi var ki, Güneş onun üstüne ridasını atmış, yani şuasını aksettirmiş; keza bir hasebi var ki, onun yanında yıldızların nuru sönük kalmıştır.”
Bundan maksat: Çelebi’nin asaletindeki parlaklığı anlatmaktır.
Lem yezel finâühüm kıbletel ikbâli yeteveccehü ileyhâ benülvütali ve ka’betel âmâli yetufü bihâ vüfudül ufâti.
Yani: “Hüsameddin Çelebi ile ona mensup olanların dergâhı, ümera zadelerin kıble-İkbali ve mecd-ü azamet murahhaslariyle lutf’u ihsan talipleri cemaatinin tavaf edeceği Kâbe-i amal olmaktan hali kalmasın.”
Bu fıkra ile dünya halkının her sınıfı, yani ümerası, fukarası, Çelebi’nin kapısına müracaatla ondan feyiz alsın demek isteniliyor.
Velâ zâle kezalike mâ talea necmün ve zerra şârikun liyekune mu’tesamen liülil besâiri rabbâniyyer ruhaniyyines semâiyyinel arşeyyînen nuriyyînes sükketin nüzzâril ğuyyebil huddaril müluki tahtel etmâri, eşrafil kabâili, efdalil fedaîli, enverid delâili, âmin, ya Rabbel âlemin.
“Keza; Çelebi’nin kapısı, gece-gündüz basiret sahiplerinin, ruhanîlerin, semavilerin, arşîlerin, nurîlerin, hem sakit, hem nazır, hem gaib, hem hazır olanların, eski-püskü libaslar içindeki saltanat sahiplerinin, kabileler eşrafının, faziletler ashabının, delalet nurlarının sarılacağı ve tutunacağı bir makam olsun, âmin ya Rabbel âlemin.”
Bu fıkra ile de semavîlerin, o âlemin kutbundan istifazası temenni edilmektedir. “El müluk-ü taht-el atmar” terkibindeki “atmar”, “tımr”ın cem’idir ki, eski-püskü elbise demektir. O halde, o terkip “Palaspareler içinde padişahlar” mealini ifade eder.
“Allah’ın mezellet setri altında bir taifesi vardır ki, onları fakrü zaruret abası içinde gizlemiştir. O zevat-ı kiram, meskenet palasparesi arasında birer hükümdardır ki her biri, mertebe-i ulyası dolayısıyla gök kubbesi üstünde eteğini sürür.”
Sözüyle tarif edilmek istenilen mesturini ilahîyye zümresine işarettir. Hazreti Ömer (r.a.), İran devletini mahvetmiş ve Bizans imparatorluğunu yerinden oynatmış, âli kadr bir halife olduğu halde, giydiği gömlekte onyedi yama bulunduğunu saymışlardı.
“Şu dua reddolunmayacak bir istirhamdır. Çünkü mahlukatın her sınıfına şamildir.”
Bir duanın müstecap olması şartlarından biri de, onun nefse münhasır olmaması ve umuma şamil bulunmasıdır.
Yani: “Ey Rabbimiz, (kıyamette) hesap ayağa kalkacağı gün beni, ana ve babamı ve bütün iman edenleri yarlığa” gibi Kur’an’daki dualar bizim için münacat numunesidir. Hazreti Pir’in şu dua hakkında reddolunmayacak bir duadır buyurması, hükmünün arz ve sema ehli hakkında hayır temennisi olmasındandır.