MESNEVÎ’NİN İLK 18 BEYTİNİN ŞERHİ

A+
A-

MESNEVÎ’NİN İLK 18 BEYTİNİN ŞERHİ
(TAHİRUL MEVLEVÎ’DEN)

“Bişnev in ney çün şikâyet mî küned,
Ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned.”

Şu ney’in nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun nevâsı  ayrı­lık hikâyesidir.

Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned,
Ez cüdâyîhâ şikâyet mî küned.

diye intişâr ve iştihâr etmiş olan bu beytin yazma ve eski nushalara mu­vâfık şekli baştaki gibidir.

Hazret-i Pîr’in kitâb-ı münîfine (Bişnev), yânî -Dinle- emriyle başla­mış olmasını tevcîh  için şârihler bir çok söz söylemişlerdir. Onların hepsini nakle zemîn ü zaman müsâid değildir. Şu kadar söylenilebilir ki tasavvufda şart-ı âzam  ve sebeb-i akdem  : söylemek değil, dinlemekdir.

Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım, der,
Dün mektebe vardî, bugün üstâd olayım der.

Meşrebinde bulunanlar, dinliyemedikleri için öğrenemezler. Sûrî ilimler gibi mânevî mârifetler de kulak vâsıtasiyle fem-i muhsinden telâkki olu­nur. Hazret-i Mûsâ’ya vâki olan tecellî-i kelâmîde :

Yâni: “Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle” (Sûre-i Tâhâ: 13) buyurulmuştu. Enbiyâ ve evliyâ hazerâtının yüksek sözleri mahz-ı nasihattır. Onlardan feyz alabilmek için insanda işitir kulak ve müteessir olur kalb bulunmalıdır.

Tûfanda helâk olanlar, Hazret-i Nûh’un dâvetine karşı kulaklarını tıkayanlar idi. Cenâb-ı Hak, onların bu hâlini :

“Kulaklarını parmaklarıyle tıkadılar, libaslarıyle örtündüler, küfürde kalmak için ısrar ettiler ve kibr ü azamet gösterdiler” (Sûre-i Nûh: 7) Âyetiyle bildiriyor.

Kur’ân-ı Hakîm’de :

“Kur’ân okunduğu vakit onu dinleyin ve sükût edin tâ ki (Allâh’ın Rahmetiyle) esirgenmiş olasınız.” (Sûre-i A’raf: 204) tenbihi ile bize, dinlemek dersi veriyor. Söylemek; işitmek ve öğrenmenin neticesidir. Anadan doğma sağırlar, ses ve söz duymadıkları için dilsiz kalıyorlar. Kuş yavruları bile bir müddet susuyorlar; analarını, babalarını dinliyorlar da öğrendikten sonra ötüyorlar.

(Bişnev in ney), yâni: “Şu neyi dinle” emriyle Hazret-i Mevlânâ okuyanlarını ve dinleyenlerini semâa teşvik ediyor; Çünki semâ’, güzel ses dinlemek, heyecâna gelmek ve vecde kapılmaktır. Ekâbir-i evliyâullâhın çoğu gibi Hazret-i Mevlânâ’nın mesleki de semâ’ dır.

Hazret-i Mevlânâ bir rubâisinde der ki :

Semâ’ Allah yolunun bir şahbazı, yükseklerde uçan ve uçuran bir doğanıdır.”
Semâ’; ehl-i hâl  olanların kalblerini  tenvir ve tezyin eder.
Semâ’; münkirler mezhebinde haram, âşıklar mezhebinde ise helâldir.

(NEY) DEN MURAD

Merhûm üstâdım Mehmed Es’ad Efendi ikmâline muvaffak olamadığı Mesnevî şerhinde der ki :

“Neyden murâd ; enâniyyeti yâni benliği fâni ve mertebe-i bekâ billâhda bâkî olan veliyy-i kâmil ve mürşid-i âgâhdildir. Yâhud bildiğimiz (ney) dir, te’vile hâcet yoktur.”

Hoca merhûmun şu ifâdesi bir şerh-i câmî’dir. Zâten nây ile insân-ı Kâmil, yekdiğerinin misâli ve mümessilidir. Çünki ney, yetiştiği kamışlıktan kesilip ayrılmış, göğsüne ateşle delikler açılmış; başına, ayağına, hattâ boğumları arasına mâdenî halkalar  ve teller takılmış, koparıldığı yerdeki rutûbetten mahrum kalmış, bundan dolayı kupkuru ve sapsarı kesilmişdir. İçerisi tamamiyle boştur. Ancak neyzenin nefesiyle dolar. Kendi başına kalırsa ne sesi çıkar ne sedâsı. Vazîfesi, neyzenin dudaklarıyle parmaklarına âlet, onun istediği nağmelerin zuhûruna vâsıta olmaktır.

Hazret-i Mevlânâ bir rubâîsinde :

“Ney’i dinle ki neler, neler söylüyor. Allâh’ın gizli sırlarını tekellüm ediyor. Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş yâhud neyzenin nefesine terkedilmiş olduğu halde dilsiz ve kelâmsız, Hudâ, Hudâ diyor.” Buyurmuştur.

Kâmil de böyledir. Neyistân-ı ezelden, yÂni (Âyân-ı sâbite) âleminden, daha açığı âlem-i İlâhiyedeki mevkîinden kader sevkiyle şu dünyâya getirilmiş, beşeriyyet kaydına ve anâsır-ı  tabîat bendine vurulmuş, ayrılık ateşiyle bağrı şerha şerha olmuş, makâm-ı kadîmindeki feyizden mahrum kalmış; kalbini nefsin heveslerinden, zihnini (Hestî-i mevhûm) yâni, şu vehimden ibâret varlıktan tahliye etmiş, kkendisini Allâh’ın kudret ve düzenine terketmiş, Müessir-i Hakîkî’nin irâdesine vâsıta olmaktan başka bir vazîfesi kalmamış, nefha-i İlâhiyye hangi perdeden zuhur eylerse o nağmeyi icrâ ediyor.

Mahlûkattan her birinin aslî vatanına karşı muhabbeti olması ve onun hasretîle ağlayıp inlemesi ve şikâyette bulunması tabîîdir.

Neyden maksad, bildiğimiz ney olsa da, mecâzen insân-ı kâmil olsa da, ikisinin de bu vatan hasreti bulunduğundan, hikâyelerinin dinlenilmesi faydalıdır. Çünki

Kur’ân’da :

“ Fe zekkir fe inne’z zikrâ tenfe’ul mü’minîn” Yâni : “Sen (sâde Kur’ân ile va’z et. Çünki şüphesiz öğüt mü’minlere fayda verir.” Buyurulmuştur. Hazret-i Pîr, şu emr-i İlâhîye ittibâ etmiş olmak için vatan-ı aslîyi hatırlatıyor ve: “ Neyi dinle, onun şikâyetâmiz hikâyelerini anla” diyor.

Âriflerden biri : “Nereden geldiğini biliyor musun? Harem-i sübhânî’nin mahremiyyeti makâmından, yâni, ilm-i İlâhî âleminden gelmişsin. Düşün, o hoş ve rûhânîmakamları hiç hatırlıyor musun”  buyurmuştur.

Ayrılıktan şikâyete gelince :

Mâlumdur ki bu hâl, mahrûmiyyet-i visâl netîcesidir. Bu ise bekâbillâh mertebesine vâsıl olmuş insân-ı kâmil için muhaldir. Şeyh Attâr Kuddise sırruhû) der ki :

“Allah’dan bir an gâfil olursan o anda şeytanın hemdemi olursun.”

Kemâl-i vüsûl erbâbı için bu gaflet ve ondan mütevellid firkat mutasavver değildir. O halde vâsıl-ı kâmil olanların şikâyeti nedendir? Bunu îzâh için deniliyor ki :

Kâinâtın yaradılışından evvel, mükevvenâtın âyân-ı sâbiteleri ilm-i İlâhîde mevcûd ve her biri için kemâl-i vüsûl hâsıldı. Meselâ Süleymâniye Câmi’î inşâ edilmeden evvel, onun sûretinin, Mîmar Sinan’ın zihninde olduğu gibi.

İrâde-i İlâhiyye, o suver-i ilmiyyenin zuhûra gelmesini icâb etti. Ekmel-i mahlûkât olan insan, devr-i makâmât ederek beşeriyyet âlemine kadar geldi.

“Sümme radednâhü esfele sâfilîn. İllellezîne âmenû ve amilû’s sâlihâti fe lehüm ecrun ğayru memnûn.”

Yânî : “Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak, îmân edip de güzel amellerde bulunan başka. Çünkü onlar için (bitmez) kesilmez mükâfat vardır.” Târifine mazhar oldu.

Vâkıa âyetin alt kısmındaki beyân-ı Rabbânî vechile, esfel-i sâfilînden âlây-ı ılliyyîne celbedildi. Bekâ billâh harîm-i hâsına getirildi. Lâkin Dünyâ’da bulunmak ıztırârı tamâmiyle kesilmiş olmadığı için, kurbiyyet-i sâbıka, yâni illm-i İlâhî’de bulunmak yakınlığı, husûle gelmedi. İşte, erbâb-ı  kemâlin şikâyeti bundandır.
Bir de kurbiyyet-i İlâhiyyenin hadd ü  pâyânı yoktur. Ne kadar tekarrüb olursa olsun onun da ilerisi, hem pek çok ilerisi vardır. Hazret-i Mevlânâ :

“Birâder; harîm-i İlâhî, nihâyetsiz bir dergâhdır. O dergâhda her nereye vâsıl olursan oyalanma, Allah rızâsı için ileri git.” demiştir.

Efdal-ül’ kâmilîn ve ekmel-ü’l vâsılîn olan Hazret-i Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ; günde yetmiş yâhut yüz def’â  istiğfâr eylediği, hadis kitaplarının hepsinde rivâyet edilmiştir. Nebiyy-i  mâsum olan Aleyhi’s selâm Efendimizden günah südûruna ihtimâl yoktu ki, zât-ı akdesi istiğfâra mecbûr olsun. Her gün, kendisi için o kadar derece kurbiyyet-i İlâhiyye husûle gelirdi ki, terakkîden önce bulunduğu makâm, terakkîden sonraki bulunduğu makâmın dûnunda olduğu için, evvelce orada bulunuşundan istiğfâr eder. Bâzan da :

“Keşke anam beni doğurmasaydı” diye, vuslat ve kurbiyyetin derece-i ulyâsında iken, bitip tükenmeyen firkatlerden şikâyet eylerdi.

Şirazlı Hâfız bir gazelinde diyor ki : “Bir bülbül gördüm, gül yaprağını gagasında tutmuştu. Hazîn hazîn ötüyordu. Ayn-ı visâlde, yâni, gül yaprağı gaganda iken feryâd etmene sebeb ne? diye sordum. Mâşukun cilvesi bize böyle yaptırıyor cevâbını verdi.”

İşte erbâb-ı vüsûlün şikâyet-âmiz hikâyede bulunmaları, uzak bir teşbîh ile, gül yaprağını gagasında tutan bülbülün feryâdı gibidir.

Ney, şu sûretle şikâyet-âmiz hikâyelerde bulunur :

2

“Kez neyistân tâ merâ bübrîdeend,
Ez nefîrem merd ü  zen nâlîdeend.”

“Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.”

(Neyistân) : Kamışlık demektir ki, ney’in yetiştiği ve ter ü tâze durduğu yerdir. Ney yapılacak kamışı oradan çıkarırlar. Kâfî derecede kuruyunca, ölçüsüne göre iki ucundan keserler. Boğazını ayıklayıp göğsüne ve arkasına kızgın demirle yedi dâne delik açarlar.Başına  ( Başpâre ), ayağına ( Paraz avna ) takarlar.

Boğumlarına tel sararlar ve üflemeğe başlarlar. Hâl- âşinâ olanlar, ondan çıkan müessir sesden, ayrılık şekvâsı ve teellüm sadâsı duyarlar. Nefs ü hevâ esîri bulunanlar bile, o müessir sadâdan az çok müteessir olurlar.

İnsân-ı kâmil  de, menşe-i feyzi olan âyân-ı sâbite âleminde ayrılıp şu beşeriyyet sâhasına geldiği ve firkatin acıklı ıztırâbını çektiği için, yüreğinden fışkıran têsirli sözler, kim olursa olsun dinleyenleri, kâbiliyetleri derecesine göre müteessir eder.Fakat teessürden teessüre fark vardır. Onun için; Ney, yâhut firkate uğramış insan-ı kâmil der ki :

3

“Sîne hâhem şerha şerha ez firâk,
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk.”

“İştiyak  derdini şerhedebilmem için, ayrılık acılarıyla şerha şerha olmuş bir kalb isterim.”

Bundan evvelki beyitte ney’in, yâhut insan-ı kâmilin firaklı enîninden herkesin müteessir olduğu söylenilmiş, tafsîlinde ise, teessürden teessüre fark bulunduğu beyan edilmişti. Bu beyitte de, ayrılık nevhalarından en ziyade kimlerin teessür duyacağı ifâde kılınmış, dert ortağı olacak kimsenin derdi bulunması lâzım geldiği bildirilmiştir.

Gerçi insan; mükedder bulunduğu bir sırada, hasb-i hâl etmek, derdini döküp hafiflemek için bir arkadaş arar. Eğer o arkadaş, hâl-âşinâ ise, konuşanın dediklerini iyice anlar, onun anlaması ve elemine iştirâk etmesi de kederli için, oldukça tesellî yerine geçer. Tok bir adama açlıktan, kana kana su içmiş bir kimseye susuzluktan bahsetmek, beyhûde çene çalmak olur. Çünki onlar, açlık ve susuzluk ıztırâbını duymadıkları için, açın ve susuzun hâlinden anlamazlar.

Şeyh Sâdî der ki:

“Çöllerde yapılmış olan sarnıç ve havuzları, çölde yolunu şaşırmış olan kervan halkına sor. Sen Fırat nehrinin kenarında  iken suyun kıymetini ne bilirsin?”

Ondan dolayı:

“İltîcâ etmiyesin nâmerde,
Keşf-i hâl etmiyesin bîderde.”

Nasîhati, bu makamda en doğru bir sözdür.

Ehlullah; çekdikleri ayrılık acılarını ve iştiyak, yânî göreceği gelmek âteşini söyleyip de hem kendileri mütesellî olmak, hem de mûhatablarında şevk-i  talep uyandırmak için, kalbi mahabbet ateşî ile yanmış kimseler ararlar. İşte Hazret-i Mevlânâ’nın yukarıki beyti söylemiş olmasındaki hikmet budur.

4

“Herkesî kû dûr mand ez asl-ı hiş,
Bâz cûyed rûzgâr-ı vasl-ı hîş.”

“Aslından, vatanından uzaklaşmış olan kimse, orada geçirmiş olduğu zamânı tekrar arar.”

İnsanın doğup büyüdüğü , hoşca demler sürdüğü yeri, arayıp özlemesi tabîatı îcabıdır. Bu özlemenin ilerlediği, sıla hastalığı haline  geldiği de vâkidir. Vatan muhabbeti denilen, hakkında her türlü fedâkârlık ihtiyâr edilen hiss-i necîb, incizâb hâletinin tezâhüründen başka bir şey değildir. Bir adamın, doğmuş- büyümüş olduğu iki evli bir köye bile ne kadar merbut olduğu, fırsat bulunca sılaya gitmek, o mutevazi köyceğizi görmek düşüncesinden hâlî kalmadığı herkesin mâlûmudur. Bu hâl düşünülmeli  de, yüksek bir rûhun, hassas bir kalbin vatan-ı aslî ve menşe-i ezelîye ne kadar müştak ve mütehassir bulunacağı ondan istidlâl edilmelidir.
Şeyh Sâdî merhûm bir gazelinin makta’ında:

“Ey Sâdî; vâkı’a ( Hubb-ül-vatanı min-el-îmân) yânî: “Vatan muhabbbeti îmandan gelir” hadîsi sahîhdir. Lâkin ben burada doğdum diye insanın tevellüd ettiği yerde hakâretle ölmesi doğru değildir.”demiştir. şeyhin bu sözü söylemesi, hadîsdeki (Vatan) ı, (Menşe’-i aslî) mânâsına almış;muhabbeti, îmandan olan vatanın burası değil, orası olduğunu anlatmak istemiş olmasındandır. Yoksa  kendisi, kırk sene seyâhat etmiş bir ârif-i cihangerd olduğu hâlde, memleketi olan Şîraz’a dönmüş, son zamanlarını orada geçirip toprağına gömülmüştür.

Yine firkatzede kâmil lisânından deniliyor ki:

5

“Men beher cem’iyyetî nâlân şüdem,
Cüft-i bedhâlân ü hoşhâlân şüdem.”

“Ben her cemiyette, her mecliste inledim, durdum. Bedhâl ( Kötü huylu ) olanlar da, hoşhâl  ( iyi huylu ) olanlar da düşüp kalkdım.”

Hazret-i Mevlânâ bir gazelinde :

“Hayırlı bir iş için Dünyâ hapishânesinde kaldım. Yoksa, zindan nerede, ben nerede? Kimin malını çalmışım?” diyor.

Menşe’i ezelîden ayrılmış, hâk-i süflîye getirilmiş, tedrîcen terakkî ederek fenâ ve bekâ mertebelerine vâsıl olmuş, sonra  halkın irşâdı vazîfesiyle ( Mahv ) den ( sahv ) e ircâ olunmuş zevâtı kiram, böyledir. Onlar; düşmüşleri kaldırmak, gafletde olanları uyandırmak, nefs ü hevâ esirlerini kurtarmak vazîfesiyle mükellefdirler. Hasb-el-vazîfe, her yerde görünürler, salihler ile de, fasıklar ile de görüşürler. Hattâ fisk u fücûr erbâbiyle daha ziyâde meşkul olmak isterler. Nitekim Hazret-i Mevlânâ da beyt-i şerîfinde: (Bedhâlân) ı, (Hoşhâlân) a takdim ile buna işâret etmiştir. Çünki fâsıklar, sâlihlerden ziyâde tenbih ve îkâza muhtaçtır.

Âriflerden birinin:

Yâ Rabbî; kötülere merhamet et; İyilere zâten lûtfetmiş, onları iyi yaratmışsın; dediği ( Gülistan ) kitâbında yazılır.

Merhûm Mehmet Âkif’in bir münâcâtındaki şu beyit de ne  kadar güzeldir:

“Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,
Mülhitlere lâkin daha çok merhamet eyle!..”

Hazret-i Pîr’in  ( Menâkıbnâme ) sinde şöyle bir fıkra vardır: “Mevlânâ’nın başına toplananlar fâsık, fâcir bir takım kimseler” demişler. Hazret-i Mevlânâ’dan: “Sâlih olsalardı benim onlara mürîd olmam lâzım gelirdi” cevabını almışlar. Nebiyy-ül-Hudâ Aleyhi ekmel üttehâyâ Efendimiz, sahâbe topluluğundan tâlîm-i ahkâm eylediği gibi, müşriklerin meclislerine de gider, onlarla görüşüp konuşur, kendilerini îmânâ dâvet ederdi. Hele hac mevsimlerinde Mine’ye çıkar, çadırlarını dolaşır, içindekileri doğru yola getirmeye uğraşırdı. Bundan başka, kemâl sahiplerinin bedhal ve hoşhâl olanlarla görüşmesi, her birini, Allâh’ın esmâ ve sıfâtından birinin mazharı  görmelerinden ileri gelir.

“Bâtılı inkâr etme. Zîra o da zuhûrât-ı İlâhiyyedendir.” denilmiştir.

Hâfız Şîrâzî der ki :

“Aşk fabrikasında küfrün bulunması da zarûrîdir. Ebû Leheb olmasa âteşi kim yakar?”

Mâlûm yâ Ebû Leheb, Rasûl-i Ekrem ( S.A.V. ) Efendimizin amcalarından  idi. Kardeşinin oğluna tâbî  olmayı azametine yediremediği için onu tasdîk etmek şöyle dursun, düşmanlar gibi ezâ ve cefâ etmekten hâlî kalmazdı. Bu münâsebetle ( Tebbet Yedâ ) sûresi onun ve onun gibi hâin olan karısı ( Ümmü Cemîl ) hakkında nâzil olmuştur.

Dünyâ âlemi, zıtlar âlemidir. Onun için, üstünde küfrün de , îmânın da, fıskın da, salâhın  da bulunması zarûrîdir. Her şey, zıddı ile anlaşılır. Nûrun mâhiyyeti zulmetle anlaşılacağı gibi, sâlihlerin kıymeti de fâsıkların mevcûdiyetiyle takdîr olunur.

Hülâsa: ârifler, her şey’i Hakkın mazharı bilir ve o mazhariyet dolayısiyle onu nazar-ı îtibâr ile görür. Şeyh Sâdî’nin:

“Bütün âleme âşıkım, çünki bütün âlem, Hakkın eser-i hilkatidir” demesi;

Bir Türk ârifinin de:

Elif okuduk ötürü,
Pazarlık ettik götürü,
Yaradılmış hoş gördük,
Yaradandan ötürü!…

Sözü, bu nokta-i nazara göredir.

Şurası da hâtıra gelir ki, evliyâullâh’ın ara sıra fâsıklar arasında bulunmaları, onları Allâh’ın azâbından muhâfaza etmek içindir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Mekke müşrikleri için :

Yânî: “Halbuki sen içlerinde iken ( Habîbim), Allah onları azablandırıcı değildi.” buyurmuş. Sâye-i Muhammedîde emn ü emân içinde  yaşayan Kureyşliler, hicretten sonra mağlûbiyet , kıtlık vesâire gibi, kahr-ı ilahîye uğramışlardı.

6

“Herkesî ez zann-i hod şüd yâr-i men,
Vez derûn-i men necüst esrâr-i men.”

“Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu. İçimdeki esrârı araştırmadı.”

Sathî nazar olanlar, bir şeyin dışarısını görmekle iktifâ ederler, sırlarını ve hakîkatini öğrenip anlamaya lüzûm görmezler. Mânâ ehli ise sûretten ziyâde mânâyı tetkîk ve anlamaya çalışırlar. Meselâ herhangi bir mîmârî eseri, bir câmi-î şerîfi bizim görüşümüz, sathî ve sûrî bir görüştür. Fakat mâhir bir mîmârın tetkîk ve tetebbûu, fennî ve mânevî bir müşâhededdir. Vâkı’a câmi’î şerîfin inşâ tarzına biz de hayrân olur ve severiz, onu tedkîk eden mîmar da… Lâkin iki görüş arasında yerden göğe kadar fark vardır. Bunun gibi, avamdan biri, ney üflendiği vakit dinlerse, onun muhtelif makamlardaki nağmelerinden hoşlanır. Aldığı zevk ve lezzet ise o hoşluktan ibâret kalır. Fakat bir ârif, onu işitirse pek başka bir sûrette dinler ve bizim anlayamadığımız mânâları anlar.

Meselâ Hazret-i Mevlânâ :

(Çeng) ve (Ud) sesinden (Ente hasbî, ente kâfî yâ Vedûd) kelimelerini duyduğunu söylüyor. Kezâ :

Leyleğin : İlâhî, hamd senin, şükür senin, mülk de senindir.Demekte olduğunu haber veriyor.

Hazret-i Ali (Kerremallâhü veche) nin, işittiği nâkus sesini, (Sübhânallâhi Hakkâ, inne’l Mevlâ yebkâ) diye anlamış ve anlatmış olduğu rivâyet edilir. Nâkus sadâsından (Hakkâ) ve (Yebkâ) gibi (Kaf) lı kelimeler işitilmesine şaşılmasın. Evvelce kiliselerde mâdenî çanlar yoktu. Onun yerine bir tahta ile bir çomak kullanılır, o tahtaya “nâkus”, o çomağa “vebil” denirdi. Nitekim “Ezân” meşrû olmadan evvel ehl-i îmânı mescide dâvet için ne yapalım? Diye müzâkere edildiği sırada, bâzıları “nâkus çalalım” teklîfinde bulunmuştu. O zaman ise, Medînede mâdenî çan bulunmadığı gibi, bulunmasına da imkân yoktu.

Demek ki bizim laklaka ve taktakadan ibâret sandığımız sesler bile, kibâr-ı ümmete başka türlü mânâlar ifhâm ediyor.

Görüşü mahdûd olanlar da gördükleri ve görüştükleri insan-ı kâmilin yalnız zâhirine bakarlar, bâzı halleri ve sözleri hoşlarına gittiği için ondan hoşlanırlar. Fakat hakîkatini öğrenmeye ve ondaki esrâr-ı hakâyıkı anlamaya çalışmazl

7

“Sırr-ı men ez nâle-î men dûr nist,
Lîk çeşm ü gûşrâ an nûr nist.”

“Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nûr, her kulakda onu işitecek kudret yoktur.”

Filvâkî (Ney)’in sırrı, hakîkat ve mâhiyyeti, feryâdından uzak değildir. Belki ona pek yakın olan ve tepesinden üfleyen nefhadır. Yânî ney, kendisini alıp da başpâresinden üfleyen, perdelerini açıp kapamak sûretiyle onu söyleten neyzene vâsıta olmaktan başka bir şey değildir; neyzen hangi makamdan, ne türlü nağme yapmak isterse, neyden çıkan sesten o makam ve nağme anlaşılır. Fakat bunu anlayabilmek için kulakta mûsikî makamlarına alışkınlık hassası bulunmalıdır. Bu olmayınca, öyle kulaklara karşı (Ney) in enîni ile sırrı, cehil ile irfân kadar birbirine uzak bulunur. Kezâ veliyy-i kâmilin sözleri de kalbindeki esrâra yabancı değildir.

“Her kap, içindekini sızdırır” derler. Kalbini hevâ ve hevesten uzak kılanların :

“Ve mâ yentıku ani’l hevâ. İn hüve illâ vahyün yûhâ”

Yânî : “Kendi (rey-ü) hevâsından söylemez O. O, kendisine (Allah tarafından) ilkaa edilegelen bir vahiyde başkası değildir.” (Necm Sûresi : 3-4) mazhariyetinde bulunanların, (Kurb-i ferâiz) ile Hakka yaklaşma ve ef’âl-i İlâhiyyenin zuhûruna vâsıta olanların beyânâtı da hakkânî ve ilhâmî olur. O hak beyanlarda da bir takım esrâr ve hakîkatler bulunur.

Bundan başka :

“Görüldükleri zaman, Allah hatıra gelen kimseler, Allah’ın velîleridir” mazmûnunca o zevât-ı kirâmın nûrânî ve Rabbânî bir sîmâsı vardır ki, onunla âvâm-ı halk içinden ayırt edilirler. Lâkin yüzlerindeki nûru görmek için görür göz, sözlerindeki mânâyı anlamak için de işitir kulak lâzımdır.

Câfer-i Sâdık (Radıyallâhü anh) :

“Allâh, mahlûkâtına kelâmında tecellî etmiştir. Lâkin onlarda kalb gözü olmadığından göremiyorlar” demektedir.

8

“Ten zi cân ü cân zi ten mestûr nist,
Lîk kes râ dîd-i cân destûr nist.”

“Beden ruhdan, ruh bedenden gizli değildir. Lâkin herkesin, rûhu görmesine ruhsat yoktur.”

Rûhun mâhiyyeti hakkında lisân-ı şerîat susmuş, daha doğrusu soranlara o hakîkati idrâk edemeyecekleri için anlayacakları tarzda cevap verilmiştir. Nitekim Arab müşrikleri; “Kamer, ay ibtidâlarında küçülüyor, ay ortalarında büyüyor, ay sonlarında yine ufalıyor, bunun sebebi nedir?” diye Aleyh-is-salâtü Ves-selâm Efendimiz’e sormuşlardı. Hey’et ilmini bilmekle anlaşılabilecek olan şu tabîî hâdisenin fennî sebepleri izâh olunca arab câhillerinin zihnine girmeyecekti.Onun için :

Yani: “De ki : o, insanların faidesi için vakit ölçüleridir.” (Sûre-i Bakara: 180) cevabı verildi.

Bunun gibi Yahûdîler de Rasûlûllâh ( Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem ) den rûhun hakikâtini sormuşlar, cevap verilmemesini  kendilerince nübüvvet –i Muhammediyyenin doğruluğuna delîl tutmuşlardı. Çünkü Tevrat’da da rûha dâir mâlûmat yoktu.

Yânî: “Sana Rûh’u sorarlar. De ki : Ruh Rabbimin emri ( cümlesi)ndendir. (Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir.” (Sûre-i İsrâ: 85) âyetiyle hem rûhun hakîkati, yâni, Allâh’ın emri cümlesinden olduğu, topluca bildirildi; hem de Yahûdîlerin o anlaşılması güç hakîkati idrâk edecek ilimleri olmadığı beyân edildi.

Nazm-ı Celîlin delâletine göre rûhun mâhiyetinin açıklanması, her­halde soranlarda ilim ve o hakîkati idrâke Kâbiliyet bulunmamasından ileri gelmişdir. Şârih-i Mesnevî İsmâil Ankaravî (Kuddise sırruhû) der ki: «Hakîkati cihetinden rûh, bu gözle görülmez, Velâkin Hak gözü ile görebilmekden men olunmaz. Zîrâ Hakkı gözetleyen, rûhu da müşâhede eyler.»

Bu rûha : (Rûh-u sultânî) yâhud (Rûh-u insânî) derler ki insana mahsusdur. Bir de (Rûh-u hayvânî) vardır kî, bütün canlıların sebeb-i hayâ­tıdır.

Diyânet İşleri Reîsi merhum Ahmed Hamdî Efendi’nin rûha dâir vaktîle Mahfil mecmuasında neşredilmiş mufassal bir tetebbu’nâmesi vardır. Tafsîlât almak istiyenler oraya mürâcaat buyursunlar.

9

Âteşest în bang-i nây ü nîst bâd.
Herki înâteş nedâred nîst bâd.

“Şu ney’in sesi âteşdir; havâ değildir. Her kimde bu âteş yoksa, o kimse yok olsun”

Neyi söyleten müessirin havâdan, yânî, sâde bir nefesden ibâret olduğu zannedilmesin. Belki onu inleten, neyzenin hazîn ve âteşîn hissiyyâtıdır. Bunun gibi veliyy-i kâmili söyleten de hevâ ve heves değil, kalbinden feverân eyleyen ve mâşûk-u hakîkîden başkasını  yakıp bitiren aşkdır :

“Aşk bir şûledir ki, parlayınca mâşukdan maadâsnı yakar, mahveder.”

“Ahbab, ahbâbın sesini tanır” denilmişdir. Neyin sesini, insân-ı kâmilin nefesini de lâyıkiyle anlayabilmek için onlardaki aşk âteşinin bir kıvıl­cımına olsun mazhar bulunmalıdır. Daha doğrusu muhabbet âteşiyle ya­nıp kül olmalıdır. Bunun için Hazret-i Mevlânâ “Aşk âteşini hâiz olma­yan, yok olsun” diyor ve inkisâr değil düâ ediyor. Çünki bu cümle, ehl-i tarîk indinde pek makbûl bir düâdır.

“ Allâh’ın hazînesi, tezgâhı yokluktadır. Şu mevhum varlığına alda­nan, yokun ne olduğunu ne bilir?” denilmiştir. “Allâh’ın hazînesi, tezgâhı yokluktadır” denilmesi, bütün mahlûkâtın, yokdan vâr edilmiş olduğuna işârettir. Kemâl sâhiblerinin maksadı: varlık göstermek değil, Allâh’ın varlığı karşısında kendi mevhum vücûdünü mahvetmek ve yok olmaktır.

10

Âteş-i ışkest ke’nder ney fütâd,
Cûşiş-i ışkest ke’nder mey fütâd

“Neydeki âteş ile meydeki kabarış, hep aşk eseridir.”

“Küntü kenzen mahfiyyen…”

Yâni : «Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve bilin­mek için halkı yarattım» diye, ehl-i tasavvuf arasında pek meşhûr bir hadîs-i kudsî vardır. Bu hadîsin delâletine göre muhabbet, ibtidâ Hak’dan zuhûr eylemiş ve bütün kâinâtın îcadına sebeb olmuştur. Binâenaleyh mevcûd âlemler içinde, aşkın yabancısı olabilecek bir zerre dahi yoktur.

Herkesin hâlince vardır bir tecellîgâh-ı aşk,
Bîsütun Ferhâda kûh-i Tûr şeklin gösterir

Fakat her mahlûkun aşkı, kendisinin istîdadına ve zevkine göredir. Bir bülbülün gül yaprakları arasında gizlenerek hazîn hazîn ötmesi, aşk eseri olduğu gibi; bir merkebin tozlarda yuvarlanarak acı acı anırması da aşk eseridir. Kezâ bir ârifin halvet-hânesinde mest-i cemâl olarak tatlı tatlı ağlaması, zil zurna bir sarhoşun fuhuşhâne kapısında naralar atması yine aşk eseridir. Fakat tâbir câizse birinciler; aşk-ı hezârî, ikinciler aşk-ı hımârîdir.

Aşk, bir mâ’nây-ı lâyu’raf  ki, cümle âlemi,
Zevkı mikdârınca sekrân û hurûşân eyliyor.

Aşk bir, lâkin anlayış farkı dolayisiyle sevgili çeşitlidir; Daha doğrusu o çeşitli sevgililer, mâşûk-u yegânenin muhtelif sûretde cilvesi ve tecelîsinin mazharlarıdır.
Beyt-i şerîfin mutasavvifâne te’ vîli lâzımsa: ârifin kalbini yakıp in­leten ve kalbindeki esrârı cûş u hurûşa getiren de yine aşkdır, denilebilir.

Malûmdur ki (Aşk) lâfzı, (Sarmaşık) demek olan (Işk) kelimesinden alınmışdır. Sarmaşık, sarıldığı yeri nasıl istilâ ederse, aşk da girdiği kalbi, hattâ insanın vücûdunu ihâta etmesi dolayisiyle aşk tesmiye edilmişdir. Bu kelimeyi (Işk) okumak, benim zevkime uygun düşmüyor. Bana öyle geliyor ki onu (Aşk) okumalı; mânâsı, kalbi dolduran o kelimenin lâfzîle de ağız dolmalı !..

Aşk lâfzı, Kur’ân-ı Kerim’de, Şeyh-i Ekber (Kuddise sırruhû) nun beyânı veçhile kinaye yoliyle îrâd olunmuşdur.

Hazret-i Şeyh  (Fütühât)’ında buyuruyor ki :

“Aşk, muhabbetin ifrâtıdır,” Kur’ânda :

Yânî : «Mü’minlerin Allâha karşı pek şiddetli bir muhabbeti vardır.»(Sûre-i Bekara : 165 )

Ve:

Yânî : « Yûsuf’un muhabbeti, Züleyhâ’nın kalbini bir zar gibi ihâta etti.»  ( Sûre-i Yûsûf : 30)  âyetlerinde kinâye sûretiyle zikredilmişdir.

Aşk; muhabbetin, seveni kavraması, bütün vücûdüne yayılması, ade­tâ onu sarmaşık gibi sarmasıdır.

Hazret-i Şeyh, târîfine misâl olmak üzere Züleyhâdan kan alındığı vakit sıçrayan kanın (Yûsüf) ismini nakşetdiğini, Hallâc-ı Mansûr’un elleri, ayakları kesildiği zaman kanının (Allah) lâfz-ı şerîfini yazdığını.naklediyor.

11

Ney harîf-i herki ez yârî bürîd,
Perdehâyeş perdehây-i mâ dirîd.

«Ney, yârinden ayrılmış olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri, bizim nûrânî ve zulmânî perdelerimizi —yânî, vuslata mânî olan perde­lerimizi — yırtmıştır.»

Hazret-i Mevlânâ, ney için, yârinden ayrılanın arkadaşıdır, buyuruyor.

Zevk-ı selîm ve tab-ı müstekim erbâbı için mûsikînin ruhun gıdası olduğu mâlûmdur. Hayvanlara varıncaya kadar bütün canlıların duygu­landığı güzel sesden zevk almayan insanın —bilmem amma— insanlıkdan pek az nasîbi olmak lâzım gelir.

Bir adam; gerek sevinçli, gerek kederli zamanlarında işittiği güzel bir sesden inşirah duyar, mütesellî olur. bu hâl, müsbet bir hakîkatdir. Binâ­enaleyh (Ney) sesi de, erbâb-ı istîdâda inşirah verir, dost sesini duyu­rur, âyân-ı sâbite âlemini, yânî hepimizin ve bütün kâinâtın zuhâra gel­meden evvel ilm-i İlâhîdeki bulunuşunu, Elestü bezmini, yânî : «Allah, ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sordu. Rûhlar, evet dediler.» ko­nuşmasını hatırlatır ve:

Biz mest-i aşkız, tâ ezel,
Serhûş~i hak mestânemiz!.

Humhâne-i bezm-i Hudâ,
Olmuş bizim meyhânemiz!,.

İçdik o bezm-i neşvede,
Rûhen sebû sebû mey’i,

Sâkî  bize Allâh idi,
Oldu gönül peymânemiz!..

Bir böyle sâğar nûş edent
El mi sunar gayrî meye,

Dünyâ şarâbından kaçar,
Keyfiyyet-i rindânemiz!..

tarzında sözler söyletir. O hatırlatma dolayisiyle dinleyen, menşe-i aslîye doğru heyecanla yönelir. Hiç olmazsa dinlediği andaki duygu ve cezbe ile gaflet perdelerinden birkaçı olsun aradan kalkar; İşte o perdelerin kalkmasına, (Ney) in perdelerinden çıkan nağmeler sebeb olur. Şu tev­cîh, (Ney) in hakîkî mânâsına alınmış olmasına göredir. Mecaz manâ verildiği ve ondan maksad da (İnsan-ı kâmil) dir, denildiği takdirde; o (İnsan-ı kâmil) de yârinden ve diyârından ayrılmış gurbetzedelerin ar­kadaşı ve gam gidericisidir. O gibileri, tesellî ederek ve hak yolunda yü­rüterek asıllarına ircâ etmek ister. Bu maksadla perde perde yükselterek ve derece derece derinleştirerek söylediği müessir sözler, muhatabın gö­zünü kaplamış olan gaflet perdesinin yavaş yavaş sıyırılmasına, kalb gö­zünün tedrîci sûretde açılmasına sebeb olur.

12

Hem çü ney zehrî vü tiryakî ki dîd,
Hem çü ney demsâz ü müştâkî ki dîd

«Ney gibi hem zehir, beni panzehir; hem demsâz, hem müştâk bir şeyi kim görmüştür?»

Ney; dinleyenin kâbiliyetine göre hem zehir, hem panzehir tesîri gös­terir. Hevâ ve heves erbâbından olanlara, şubhesiz zehir gibidir. Çünki kendisindeki şehvâniyet ve hayvâniyeti açtırır. Fakat görülüp işitilen her güzelliklerden Allâhı hatırlayanlar için de, şübhesiz, panzehir gibidir. Çünki kalbdeki gaflet zehirini giderir. Kezâ (Ney), iyi bir arkadaşdır ve dinlenilmiye müştakdır. Zirâ (Ney) in mâhiyeti torba içinde asılı, yâhud bir köleye dayalı durmakla değil; üflenib dinlenmekle meydana çıkar. Ricâlullah hazarâtı da ney gibidirler. Şekâvet-i ezeliyye erbâbına karşı, zehir-zenberek olurlar. Saâdet-i ezeliyye ashâbına ise şifâ te’sîri gösterirler. Cenâb-ı Hak, kâmiller zümresinin bu hâlini Sûre-i Fetih’deki Yânî ;  «Muhammed Allah’ın Resûlüdür. Maiyyetindeki ashâbı, müş­rik ve münkirlere karşı gâyet şedîd, aralarında ise son derecede merhametli ve  şefkatlidirler. » ( Sûre-i Fetih: 29)  âyet-ı kerîmesile  târîf  ediyor.

Nebiy-yi erham (Sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, rahmeten lil-âlemîn olduğu gibi, vâris-i kâmili bulunan ehl-ullah hazâratı da rah­metli ve şefkatlidirler. Fakat îcâb edenlere karşı sert ve şiddetlidirler. Buna da verâsetle memurdurlar. Çünki Cenâb-ı Hak Habîb-i edîbine :

Yânî : «Ey Peygamber-i ekber; kâfirler ve münâfıklarla uğraş ve on­lara karşı sert davran .» (Süre-i Tevbe : 73 )  buyurmuşdu. Zîrâ onlar nezâketden anlayacak kâbiliyetde değildirler. O gibilere karşı gösterilecek mülâyemet, kendile­rinin kabalığını arttrmakdan başka bir işe yaramıyacakdır.

«Kerîm olan; keremin, ihsânın, iyiliğin ne demek olduğunu anlayan bir kimseye ikrâm edersen; onu kendine kul, köle yapmış olursun. Lâkin bir leîme, bir alçağa ikrâm gafletinde bulunursan şımarır, büsbütün temerrüd ve teannüd gösterir» binâenaleyh :

«Kılıç kullanılacak yerde ihsân edilmesi: ihsân edilecek yerde kılıç kullanmak kadar zararlıdır,»

İşte bu gibi hikmetlere mebnî, evliyâullah hazarâtı, ezelî şakîlere karşı zehirdir. İlmen, amelen, îtikâden zehirlenmiş; lâkin mânevi hasta­lığı tedâvi kabul edecek dereceyi geçmemiş olanlar için de panzehirdir.

Kezâ evliyâ-ullah, kâbil-i hitâb olanlarla ve terakkîye istidâdı bulu­nanlarla sohbet edib arkadaş olurlar, hattâ öylelerine müştakdırlar.

Rasûl-i ekrem (Sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, rast geldiği ashâb ile durub konuşur ve iltifat buyururdu. Konuştuğu kimse çekilme­yince yoluna devâm etmezdi, kendisîle musâfaha eden bırakmayınca elini çekmezdi. Bâzan da :

«Kardeşlerimi ne kadar göreceğim geldi» diye sonradan gelecek ârifler için iştiyak gösterirdi.

Şeyh-i Ekber (Kuddise sırruhû) hazretleri bu hadîsi yazdıktan sonra:

«Asr-ı Saâdetdeki bahtiyarlar ashâb îdi. Biz ve bizim gibiler de ih’vânız» buyuruyor.

13

Ney hadîs-i râh-i pür hûn mîküned,
Kıssahây-i ışk-ı mecnûn mîküned.

«Ney, kanlı  bir  yoldan  bahseder, Mecnûnâne aşkları  hikâye eyler.»

Mesnevî’nin başında, ney’in ayrılıklardan bahsetdiği söylenilmişdi. Şu hâlde o yol, (Ney) in kamışlıkdan kesilmesi, bağrının ateşle delinmesi gibi değişikliğe uğradığı esnâda geçtiği kanlı yoldur. Madde erbâbının kabul ve tehammül edemiyeceği mecnûnâne muhabbetlere tutulanların ve :

Ney gibî başımı kes, sînemi oy, bağrımı del,
Ben senin hizmetine besteniyânım neysem,!..

diyenlerin hâli de, benim gibidir, dernek ister.

(Ney) in temsîl ettiği (İnsân-ı kâmil) de böyledir. O da kanlı ve teh­likeli bir yoldan bahseyler. Aşk ve muhabbet mecnûnlarının akıl kabul etmeyecek kıssalarını anlatır. Hareketlerinin taklîd edilmesini tavsıye eyler.

İnsân-ı kâmil; gerek mebde’den şu âleme gelirken, gerek şu âlemden me’âda giderken kanlı ve meşakkatli yollardan geçmiş, gelirken ayrılık acılarıyla müteellim olmuş, giderken de bir çok mücâhedelere göğüs ger­miş, nihayet :

(Mûtû, Kable en temûtû.)

Yânî :  « Ölmeden evvel ölünüz» emrine uyarak, ihtiyar ve iradesini, hatta mevhum varlığını fedâ eylemiştir.

Cemâl-i İlâhî âşıkları, visâl-i ebedîye ve hayât-ı câvidânîye nâil olmak şevkiyle şu fânî hayatdan usanırlar. Hallâc-ı Mansûr gibi :

«Ey benim îtimâd etdiğim dostlar; benim nefsimi öldürün ki, hayâ­tım; katlimdedir.» derler. Çünki;

Yânî : «Şüphesiz ki, Allah, mü’minlerden nefislerini ve mallarını Cennet mukâbilinde satın almışdır.» (Sûre-i Tevbe:  111) âyet-i kerîmesinin delâleti mûci­bince, can metâının müşterisinin bizzat Allah olduğunu bilirler. Beseriyyetin en akıllısı ve en mükemmeli bulunan Rasûl-i Ekrem (S.A.V.) Efen­dimize, Kureyş müşrikleri, (Mecnûn) demek küstahlığında bulunmuş­lardı da :

Yânî : «Rabbinin nîmetiyle sen mecnûn değilsin. Senin için elbette tükenmez bir ecir vardır. Sen; ahlâkın en güzeline ve en yücesine sâbibsin. Hanginizin mecnûn ve meftûn olduğunu yakında sen de göreceksin,onlar da göreceklerdir. » (Sûre-i Kalem: : 2-6) âyetlerinin nüzûlüne sebeb olmuşlardı.
İşte insân-ı kâmil; ehl-i istîdâda, mebde’ ve me’âdın. (başlangıç ve so­nun) kanlı yollarından bahseder, fedâkârların hikâyelerini nakl ile, on­lar gibi olmayı tavsıye eyler.

14

Mahrem-î in hûş cüz bîhûş nist,
Mer zebanrâ müşterî cüz gûş nîst.

«Dile kulakdan başka müşteri olmadığı gibi, mânevviyâtı idrâk etme­ye de bîhûş olandan başka mahrem yokdur. »

Aklı; (Meaş) ve (Mead) nâmiyle ikiye ayırmışlardır. Akl-ı meâş : Dünyâ işlerine vâkıf olan idrâkdir ki :

«Dünyâ işlerini siz daha iyi bilirsiniz.» hadîs-i şerîfiyle buna işâret buyurulmuşdur.

Akl-ı meâd : âhiret ve aslına avdet umûrunu ârif olan idrâkdir. Bu­nun inceliğini akl-ı meaş kavrayamaz. Onun için Hazret-i Mevlânâ, akl-ı meâd erbâbı olan evliyâullâhın sözlerini akl-ı meaş ashâbı anlayamaz, di­yor. O sözleri akl-ı meaşdan tecerrüd eylemiş olanların kavrayabileceğini söylüyor. Fakat (Akl-ı meaşdan tecerrüd eylemiş) sözü yanlış anlaşılmasın; deli olmuş değil yakasını aşkın pençesine kaptırmış olanlar murâd ediliyor. Bunu temsîl için de söyleyen dile, ancak dinleyen kulağın müş­teri olacağını: yâni göz, burun, el, ayak gibi âza içinden yalnız kulağın, lisandan çıkan kelimeleri idrâk eyleyebileceğini bildiriyor.

15

Der gam-î mâ rûzhâ bîgâh şüd,
Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şüd.

«Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikdi, O günler, mahrûmiyetden ve ayrılıkdan hâsıl olan ateşlerle arkadaş oldu -yâni, ateşlerle, yanmalarla geçdi-.»

Konuşanın başkasına söyleyeceği sözü ve edeceği sızlanışı, nefsi için söylüyormuş gibi beyanda bulunmasına edebiyyatda (Uslûb-u hakim) derler ki, maksad: muhâtabı kızdırmaksızın mütenebbih kılmakdır. Kur’ân-ı Kerîm’de de bu yolda bâzı ifâdeler vardır. Ezcümle meşhûr (Habîb-i Neccâr) ın Antakya ahâlisine:

Yânî : «Ben, beni yaratana neden kulluk etmiyecekmişim? Siz (he­piniz) ancak O’na döndürü (lüp götürü) leceksiniz. Ben O’ndan başka tanrılar edinir miyim? Eğer O çok esirgeyici (Allah) bana bir zarar (yap­mak) isterse onların (iddia etliğiniz) şefaati bana hiç bir faide vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar. Şübhesiz ben o takdirde mutlak apaçık bir sapıklık içindeyim (demek) dir. Gerçek, ben Rabbinize iman ettim. İşte bunu benden duyun » (Sûre-î Yâsîn :  22-25.) dediği Kur’ânda hikâye buyurulmuştur.

Buradaki «Bana ne oluyor ki, beni yaratan Allâha ibâdet etmeyeyim?»demek, «Size ne oluyor ki sizi yaratan Allâha ibâdet etmiyorsunuz? » demekdir. Habîb-i Neccar, serzenişini hafifletmek için Allâh’a îmân ve ibâ­det etmemek gafletini nefsine isnâd eylemişdir.

Hazret-i Mevlânâ da, henüz akl-ı meâd lisânım anlayacak idrâke nâil olamıyan, lâkin olmak için lûtf u İlâhîyi bekleyen talep erbabını ümidsizliğe düşürmemek emeliyle kendisini onlara benzetiyor, füyûzât-ı İlâhiyye talebiyle, geçen günlerin, âteşîn bir sûretde geçtiğini söylüyor.

16

Rûzhû ger reft gû rev bâk nîst,
Tû biman ey anki çün tü pâk nîst.

«Günler geçib gittiyse varsın, geçsin. Ey pâk ve mubârek olan insân-ı kâmil; hemen sen var o!?.. »

Ömrünün kısmı küllîsini boşa geçirmiş, bir tarafdan da mârifet zev­kinden nasîb alamamış olmasına teessüf edenlere tesellî vermek için, Hazret-i Mevlânâ buyuruyor ki : «Hayatın bir çok günü geçib gittiyse, olan oldu, biten bitdi.. Geçmişe teessüf etmenin faydası yokdur. Hâli, nazar-ı dikkate almalı; kâmil bir mürşidin elini tutmalıdır. Geçen günlerin hiçe inkılâb etmesi ehemmiyetli bir şey değildir. Mürşid-i kâmil ve onun nazar-ı terbiyesi vâr olsun. O sâyede matlûb husûle gelir. » Hattâ: «Der dem-i âhir dem-i âhar büved» yâni: «Son nefesde bile kemâlât kesbedilecek başka bir dem ve âlem olur. »

Mâzîye bakarak, ümidsiz olmamalı, hâlde ve istikbâlde çalışmalıdır. İslâm târîhinde (Yermük muhârebesi) diye meşhûr ve kanlı bir muhâre­be vardır ki, Sıddîk-i Ekber (Radiyallâhü anh) in devr-i hilâfetinde Rum­larla Müslümanlar arasında vukûa gelmişdir.

Düşmanın mükemmel ve mücehhez ordusu 240.000 den fazla idi. Hâlid bin Velîd (Radiyallâhü anh) in kumanda etdiği İslâm ordusu ise, an­cak 40.000 kadar vardı. Rumlar, harbin başlangıcında baş kumandan çadı­rına kadar ilerlemişler; fakat orduda bulunan mücâhid kadınların, sopa­larla ve çadır direklerîle müdâfaaları neticesinde püskürtülmüşlerdi.

Düşmanın pek kanlı hezîmetiyle. İslâmın de pek şanlı muzafferiyetiyle netîcelenen bu muhârebede Rum kumandanlarından General Yorgi, Hâlid bin Velîd ile karşılaşmış, onun feyz-i nazariyle Müslüman olmuş, Hâlid ile berâber Rumlara karşı bir iki saat kılıç sallamış, nihâyet sehâdet nîmetine ve hüsnü âkıbete mazhar olmusdu. (Radıyallâhü anh ve rahmetullâhi aleyh)

Dikkat buyurulsun, General Yorgi, şübhesiz yaşlı başlı bir adamdı. Ömrünün bir çok günlerini teslîs akıydesîyle ve Hristiyan olarak geçirmiş, ehl-i tevhîd ile harbetmek üzere Yermük mevki’ine gelmisdi. Lâkin Hâlid bin Velîd’in feyz-i nazarına uğraması, kendisini muvahhidlik de­recesine getirdikden sonra şehâdet rütbesine eriştirdi. Bin üç yüz şukadar sene sonra, hakkında rahmet okunmak saâdetini kazandırdı: (Rahmetullâhi aleyh)

Böyle bir vak’a, devr-i Peygamberide de olmuşdu. Medînede (Usayrim) nâmında birisi vardı. Hicretin üçüncü senesine kadar müslüman ol­mamıştı. Uhud muhârebesi esnâsında Allâh’ın hidâyeti erişdi. Silâhını kapdı, harb meydanına koşdu. Peygamberimiz’in huzûrunda müslüman oldukdan sonra, fedâkârâne harbetdi; ömründe bir defa olsun namaz kılamadan şehîd oldu. (Radıyallâhü anh.)

17

Herki cüz mâhî zi âbeş sîr şüd,
Herki bîrûzîst rûzeş dîr şüd.

«Balıkdan başkası onun suyuna kandı. Nasibsiz olanın da rızkı gecikdi»

Cenab-ı Hak’kın zât-ı ecellü âlâsı gibi füyûzâtı da nihâyetsizdir. Fa­kat o füyûzâtm mazharı olan insanlar, üç nevi îtibâr edilmişdir :

Birinci nev’i : Ümmetin kâmil ve mükemmil olanlarıdır ki, ne kadar füyûzâta nâil olsalar tehammül ederler ve dâimâ artmasını isterler.

Hak sübhânehû ve te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde :

Yânî : « O gün cehenneme doldun mu? diyeceğiz. O da : daha var mı? diyecekdir.» ( Sûre-i Kâf: 30.) buyuruyor.

Cehennem; celâl-i ilâhînin mazhar-ı tâmmı olduğu için, dolmasına ve doymasına imkân yokdur. Rahmet-i İlâhiyyenin mazharı tâmmı bulunan Aleyhissalât Efendimiz de, Hakkın o kadar füyûzâtına nâil olduğu ve her gün yetmiş, yâhud yüz derece terakkî eylediği hâlde :

«Yâ Rabbi; sana karşı olan hayretimi artır.» diye düâ ederdi.

Zevk-ı hayret, ekmel-î ezvâk imiş,
Hace-î i’câz-gû «Zidnî» demiş.(Muallim Naci Merhûm)

Kezâ Mi’râcda Hazret-i Peygambere delâlet hizmetinde bulunan Ceb­râil Aleyhisselâm (Sidret-ül-müntehâ) da kalmış ve:

«Parmak ucu kadar yaklaşırsam yanarım. »  demiş.

«Ger geçem, bir zerre denlû îlerû,»
«Yânarım başdan ayâğa ey ulu!.»

meâlini söylemişdi. Yegâne-i enbiyâ Aleyhi ve âlihî efdal-üt-tehâyâ Efen­dimiz ise :

Çün ezelden bâna aşk oldu delîl,
Yânar isem ben yanâyım ey Halîl!..

düşüncesiyle ilerlemişdi.

Evet; Nebiyy-i Ekrem Sallallâhü Aleyhi ve Sellem, Cebrâili, Sidret-ül-müntehâda bırakmış, makâm-ı kurbe  doğru ilerlemişdi.

«Nereye kadar gitmişdi?. Oraya kadar ki orada «Yer» tâbîrine yol yok­tur. Allâhın kamer-i nûrundan başka bir şey mevcûd değildir.»

Cenâb-ı Hak’kın habîbi ve halkın Hâlika en ziyâde yakîni bulunan Peygamber-i ekber’in vâris-i kâmili olanlar da böyledir. Onlar da aşk yo­lunda: (Rey) yânî «Suya kanmak», «Harâreti geçmek » yokdur derler. Ne kadar füyûzâta mazhar olsalar, daha ziyâde iştiyak gösterirler. Hazret-i Mevlâna :

«Kum suya kandığı hâlde ne acâyib ki ben kanmadım. Şu Dünyâda benim yayıma lâyık bir kiriş yokdur.» buyuruyor.

Sofiyye meşâyihinden (Yahyâ bin Mûâz-ı Râzî), Bâyezîd-i Bestâmiye gönderdiği bir mektubda :

«Muhammed kadehinden o kadar içdim ki, nihâyet mestoldum,» de­mişti.

Hazret-i Bâyezîd ise cevaben :

«Muhabbet şarâbını kâse kâse içdim. Lâkin ne şarab bitti, ne de be­nim harâretim geçti. » beytini yazıb yollamışdı.

Bâyezîd-i Bestâmî’den evvelce bahsedilmişdi. Yahyâ bin Muâz ise : (Rey) lidir. Hicrî 258 de, yâni Bayezid’den 2 yıl önce vefât etmişdir. Âri­fâne sözleri vardır. Ezcümle : «Bâzıları, biz bir makâma vardık ki namaz kılmaya ihtiyâcımız kalmadı diyorlarmış. Evet varmışlar ammâ cehenneme.»dediği, sofiyye kitablarında yazılıdır. (Rahmetullâhi aleyhi ve kaddesallâhü sırrahû)

Füyûzât-ı İlâhiyye mazharı olanların ikinci kısmı: cüz’î bir neşveye kanâat gösterenler ve :

« Allâh’ın aşkı kadehinden okadar içdim ki, bir yudum daha içecek olsam yok olacağım.» diyenlerdir.

Üçüncü kısım ise: İrfan zevkinden, ezelden nasîbi olmayanlardır ki, o gibilerin feyz-i Mevlâ’dan, ebediyyen nasipleri yoktur. Hazret-i Mevlana, (Mâhî) ta’bîriyle, birinci ve ikinci kısımları; (Bîrûzi) ile de üçüncü kısmı murâd eylemişdir.

18

Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm,
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm.

«Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O halde sözü kısa kesmek gerekdir vesselâm.»

Yânî : «Kâmili, kâmilden başkası anlamaz. Tâ ki seyr ü sülûkü, onun: mertebesine erişmeyince» demişlerdir.

Kadr-î sühan-î şâiri, şâir bilir ancak;
Rûhülkudüsün sırrı Sirâfîle ıyandır!..

Bir ilmî meslek ahbâbının değil, basit ve âdi bir san’at erbâbının bile san’ata müteallık sözlerini o san’ata hizmet etmemiş olanlar anlayamaz­lar. O lisânı anlayabilmek, san’atlarına intisâb ve hizmet ederek onlar gi­bi olmaya mütevakkıfdır. Tasavvuf meslekinin ince nüktelerini, sofiyye hazarâtının mânâsı pek derin sözlerini idrâk edebilmek de, o meslek-i celîİe bir kâmil vâsıtasiyle intisâb etmekle olur. Zaten tasavvuf; sözle değil hâl ile ilgili bir meslekdir.

*