MESNEVİ’DEKİ HİKÂYELERİN KAYNAKLARI VE TESİRLERİ – Doç Dr. Saim SAKAOĞLU

A+
A-

MESNEVİ’DEKİ HİKÂYELERİN KAYNAKLARI VE TESİRLERİ

Doç Dr. Saim SAKAOĞLU

     Halk edebiyatının anlatmaya dayanan ve zamanla yazıya geçirilen örneklerinin ilk olarak nerede ortaya çıktığını tesbit etmek oldukça zordur. Hatta bunların ilk defa nerede ve ne zaman yazıya geçirildiklerini tesbit etmek bile pek kolay olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığı zaman, Mesnevi’deki hikâyelerin hangileri daha evvel yazıya geçirilmiş ve Mevlâna tarafından okunup Mesnevi’ye alınmıştır, hangileri Mevlâna’nın karihasından çıkarılıp yazıya aktarılmıştır? Bunu tesbit edebilmek için, Mevlâna’nın görebileceği Farsça kaynakların tamamının taranması bile kâfi gelmeyecektir. Nitekim Farsça kaynaklardaki pek çok hikâye Hint menşeine dayanmaktadır. Mesnevi’den evvel Pançatantra ve Kelile ve Dimne‘de gördüğümüz bir hikâye daha sonra Mevlâna ve La Fontaine’de de görülebilmektedir. Ancak bunların her biri küçük farklılıklarla karşımıza çıkmaktadır ki biz buna “mahallileşme” diyebiliriz.

 

Bugün, Hindistan’dan Avrupa’nın batısına kadar olan  geniş coğrafyada anlatılan hikâyelerin bir bölümü büyük ölçüde benzerlik göstermektedir. Hint masal kitaplarının en eskisi olan Pançatantra’da (1) yer alan masallardan bazıları, Kelile ve Dimne (2) ve Mesnevi’de de görülmektedir. Mesnevi’de yeralan hikâyelerden bazıları, daha sonra telif edilen Baharistan‘da (3) dad ile getirilmiştir. Bu konuyu kısaca değerlendirmek gerekirse, benzer hikâyeler, çeşitli eserler vasıtasıyla, hemen daima aynı yapıya sahip olarak günümüze kadar gelebilmişlerdir.

 

Hikâyelerde gördüğümüz bu husus, zaman zaman bir metnin ele alınmasıyla değerlendirilmeye çalışılmış, yayılmanın hangi kaynaklarda ve nasıl görüldüğü şeklinde ortaya konulmuştur. Bu tür çalışmalardan ilk Robert Anheger’in “Türk Edebiyatında Ağustosböceği ile Karınca Hikâyesi” (4) adlı makalesidir. Anhegger, bu makalesinde, meseleyi komşu edebiyatları da içine alacak bir genişlikte ele almıştır. Başka bir hikâyeyi konu alan benzer bir menşe arama çalışması, Nihad M. Çetin’in, “Arapça Bir Kaç Darb-ı Meselin ve Şeyhi’nin Har-Nâme’sinde İşlediği Hikâyenin Menşei Hakkında” (5) adlı makalesidir. Biz de, geçtiğimiz yıllarda, bir masalımızın kaynakları meselesine eğilmiş, tesbit edilebilen varyantlarını vermeye çalışmıştık. “Typen Türkischer Volkmaerchen’deki 38 Numaralı Masal Tipinin Kaynakları Üzerine Bir Araştırma” (6) adlı incelememizde, bir örneğini Mesnevi’de de bulabildiğimiz, “Ayının Vefâkârlığına Güvenme” hikâyesini ele almıştık.

 

Bir hikâyenin değişik kitaplarda yer alması bir tesir neticisinde olabileceği gibi, bir tesadüf neticesinde de olabilir. Bugün değişik kaynaklarda gördüğümüz hikâyelerin bazılarını bir kaç kitapta birden görebilmekteyiz. Meselâ, aşağıda da başka vesilelerle tekrar temas edeceğimiz üzere, “Fare ile Kurbağanın Arkadaşlığı” ve “Aslan, Tilki ve Eşek” hikâyeleri, sırasıyle PançatantraKelile ve Dimne, Ezop, Mesnevi ve La Fontaine’de görülmektedir. Acaba bu ortaklık bir tesir midir, yoksa bir tesadüf müdür? Biz Ezop ile La Fontaine arasındaki bağı biliyoruz; Pançatantra ile Kelile ve Dimne de aralarında bağ olan iki eserdir. Peki, bunların Mesnevi ile olan ilgisi nereden kaynaklanmaktadır? Biz, yukarıdaki iki hikâyeden başka, diğer bazı metinlerin de, meselâ Pançtantra ile Mesnevi’de ortak olduğunu görüyoruz: Üç Balık, Aslan ile Tavşan, Ayının Vefâkârlığına Güvenme, vs. Acaba, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Pançtantra’yı görmüş müdür? Sanmıyoruz. Çünkü, Mevlâna’nın Pançtantra’nın dilini bildiğine dair elimizde her hangi bir kayıt yoktur. Ancak, başta babası olmak üzere yakın çevresi, bu hikâyelerden bazılarını biliyor ve çocuk Celâleddin’e anlatıyorlardı. Tarihî kayıtlardan çıkardığımıza göre Celâleddin, doğum yeri olan Belh’ten ailesiyle birlikte ayrılıp Anadolu içlerine doğru yolculuğa çıktığı zaman devrin ünlü mutasavvıflarıyle de tanışacağından pek de haberli değildi. Mehmet Önder’in kaydettiğine göre, ilk durakları olan Nişabur’da, Feridüddin Attar’ı ziyaret etmişler ve Attar ona, Esrârnâme adlı eserini hediye etmiştir. (7) Onların Konya’ya gelişleri 1228 yılında olup Celâleddin bu yıllarda 25 yaşlarındadır. Babasının ölümünden sonra gittiği Şam ve Halep’te tahsilini tamamlamış ve Konya’ya dönmüştür.

 

Diğer taraftan, bir politika ve devlet idaresi kitabı olan Pançatantra’nın kayıp bir Pehlevice nüshası vardır ki bu nüsha eski Süryanice ve Arapça tercümelere kaynaklık etmiştir. (8) Abdullah ibn el-Mukaffa tarafından yapılan bu tercümenin tarihi, aşağı yukarı 750 yıllarıdır. (9) Daha sonraki yıllarda Kelile ve Dimne diye bilinecek olan bu eserin nüshaları da çoğalmaktadır. Acaba, Celâleddin bu nüshalardan birini görebilmiş midir? Bu soruya “evet” veya “hayır” şeklinde bir cevap verebilmek için, Kelile ve Dimne’deki bütün hikâyeleri, Mesnevi’deki hikâyelerle mukayese etmemiz gerekecektir.

 

Biz bu tebliğimizde bu konuya girmeyecek, Mesnevi’de yer alan bazı hikâyelerin daha evvelki ve daha sonraki hangi kaynaklarda yer aldığını göstermeye çalışacağız.

 

 

     1- Aslan, Tilki ve Eşek Hikâyesi.

 

  1. a. Pançatantra’daki şekil: Adı, “Eşek, Çakal ve Aslan”’dır. (Burada tilkinin yerini çakal alır. Aslan, yemekten evvel banyo yapmak istediğini söyler. Çakal, eşeğin kalbi ile kulağını yer.)

 

Vaktiyle aslan bir fille yaptığı savaştan almış olduğu yaralar yüzünden artık av peşinde koşamaz olmuştu. Onun av artıkları ile geçinen maiyetindeki çakal da  günlerdir açtı. Çakal aslana gidip halini anlattı. Aslan ona bir av bulmasını ve yanına getirmesini, hasta halinde bile bu hayvanı öldürmeğe çalışacağını söyledi. Çakal gitti. Şehre yakın bir yerde bir eşeği cılız ve tozlu otlar yerken gördü. Ormanda çok güzel otlar bulunan bir yer bildiğini, birlikte ormana gelirse burasını kendisine göstereceğini söyledi. Eşek buna karşılık ormanın vahşi hayvanlarının kendisinin öldürmesi ihtimalinden bahsetti. Fakat kurnaz çakal ormanda hiç evlenmemiş üç dişi eşeğin bulunduğunu, bunların kendisinden bir koca bulmasını rica ettiklerini söyledi. Bu kadar teşvike dayanamayan eşek çakalla birlikte ormanın yolunu tutu. Çakal eşeği aslanın yanına getirince aslan hemen onun üzerine atladı. Fakat sevinçten çok heyecanlanmış olduğu için fazla sıçradı ve eşeğin üzerinden atladı. Buna çok şaşıran eşek hemen oradan kaçtı. Daha sonra çakal, aslana eşeği aynı yere bir daha getireceğini, bu defa sıçramasını iyi ayarlamasını söyledi ve giderek eşeği tekrar buldu. Eşek çakalı görünce kendisini niye böyle bir yere götürdüğünü ve üzerine sıçramış olan o korkunç hayvanın ne olduğunu sordu. Çakal eşeğe boş yere kaçtığını, üzerine sıçramış olan hayvanın kendisini görünce sevinçten ne yapacağını şaşırmış olan dişi eşeklerden biri olduğunu, bu eşeğin kendisinden çok hoşlanmış olduğunu, şayet geri dönmezse kendisini öldüreceğini anlattı. Eşek çakalın bu yalanlarına inandı ve tekrar ormana, aslanın bulunduğu yere gitti. Bu defa aslan hedefini şaşırmadı, eşeği bir sıçrayışta parçaladı ve çakala hayvanı beklemesini söyleyerek yemekten önce banyo etmeğe gitti. Bu sırada açlıktan sabrı tükenmiş olan çakal eşeğin kalbiyle kulağını yedi. Aslan geri dönünce eşeğin kalp ve kulaklarının yenmiş olduğunu görerek çakala çıkıştı, hiç kimsenin artığını yiyemeyeceğini söyledi. Hazır cevap çakal aslana, eşeğin kalbi ve kulağı olmadığını, şayet onun kulakları ve kalbi olsaydı aslanı bir kere görüp işittikten sonra bir daha aynı yere dönmeyeceğini söyledi. Aslan bu fikre inandı ve avdan kendi hissesini yedi. (10)

 

 

  1.    b) Kelile ve Dimne’deki şekil: Adı, “Tilki ve Karakaçan”’dır. (Aslan yemekten evvel banyo yapmak ister. Tilki eşeğin sadece ciğerini yer.)

 

(özeti) Cüzzam hastalığına yakalanan aslanın vücudundaki bütün kıllar dökülmüş ve o cascavlak kalmıştır. Çok zayıfladığı için kuyruğunu bile kımıldatacak hali kalmamıştır. Aslanın maiyetinde de, daima onun artıklarını yiyerek geçinen bir tilki varmış. Bir gün tilki de hastalanmış. Tilkinin dermanı bir eşeğin ciğerinde imiş. Ancak gücü bir eşek avlamaya yetmiyormuş. Bir gün aslanla konuşurken cüzzam hastalığının eşek ciğerinin kanını sürmekle iyi olunabileceğini söylemiş. Buna inanan aslan, tilkinin tavsiyesi üzerine oduna gelen köylünün eşeğini parçalamaya razı olmuş. Ancak, ciğerin kanını vücuduna sürmeden evvel bir güzelce yıkanması gerektiğini de ilâve etmiş Eşeğin yanına giden tilki, onun yapraklarla karnını doyurduğuna acımış gibi görünerek kendisinin zümrüt gibi otların bulunduğu bir yere götüreceğini söylemiş. Buna inanan eşek de tilkinin peşine takılıp aslanın yanına kadar gelmişler. Açlıktan gözleri kararan aslan eşeğin üzerine atlamışsa’da zayıflığından dolayı eşeği yakalayıp parçalayamamış. Daha güçlü olan eşek ise kaçıp kurtulmuş. Tilkiye karşı mahcup olan aslan ne diyeceğini düşünürken kurnaz tilki söze başlamış. Aslana, acele ettiğini, eşeğin dalgın bir anını yakalamasının gerektiğini söylemiş. Aslan, bir dahaki sefere öyle yapacağını söyleyince tilki de tekrar eşeğin peşine düşmüş. Eşeğe de, o heykelden niçin korktuğunu, yoksa onu aslan, kaplan gibi bir şey mi zannettiğini sorar. Tüysüz aslant olmayacağını filan söyleyerek eşeği kandırır. O gördüğü şeyin ormanların tılsımı olduğunu eklemeyi de unutmaz. Tilkiden talimatı alan aslan da hiç hareket etmeksizin onları beklemektedir. Zavallı eşek çimenlerde yuvarlanmaya, karnını doyurmaya, anırıp çağırmaya başlayınca aslanın beklediği an gelmiş. Yorgun düşen eşek uyuyuvermiş. Tabii aslan da onu hemen boğup parçalayıvermiş. Aslan tam eşeğin ciğerini çıkarmaya hazırlandığı sırada tilki, ona yıkanacağını hatırlatmış. Tabii aslan gidince de kendisi eşeğin ciğerini bir güzelce yiyivermiş. Aslan ciğeri bulamayınca tilkiye sormuş. O da, eşeğin ciğerinin olmadığını, fakat etiyle karnını bir güzelce doyurabileceğini söylemiş. (11)

 

 

  1. c) Ezop’taki şekil: Adı, “Aslan, Tilki ve Geyik” tir. (Burada eşeğin yerini geyik alır. Yemekten evvel el yıkama yoktur. Tilki geyiğin yüreğini yer.)

 

(özeti) Hastalanan aslant bir mağaraya çekilip yatar. Çok sevdiği tilkiyi de yanına çağırıp kendisine bir geyik getirmesini söyler. Böylece aslan, çok arzu ettiği geyik ciğeriyle yüreğini yiyecektir. Kurnaz tilki geyiğe gidip komşusu olan ormanlar kralı aslanın hasta olduğunu, yerine birini kral seçeceğini, ayıyı kaba, parsı insafsız bulduğunu, uzun boynuzlu geyiğin bu işe lâyık olduğunu aslanın ağzından nakleder. Bu güzel sözlere inanıveren geyik tilki ile birlikte mağaraya gidiverir. Kapıda bekleyen aslan hemen geyiğin üzerine atlayıverdiyse de ihtiyarlık ve hastalık sebebiyle geyiği yakalayamaz, sadece kulağını kanatıverir. Aslan mahcup olur ve tilkinin geyiği bir daha getirmesini rica eder. Zavallı geyik, korkudan tüyleri diken diken olmuştur. Tilkiye çok ağır hakaretlerde bulunur. Ancak tilki, aslanın kötü niyeti olmadığını, kulağını tutmak istemesinin, krallığın sırlarını söylemek için olduğu filan anlatarak geyiği yine kandırır ve mağaraya götürür. Aslan bu sefer işini kolay halleder ve geyiğin ciğerini, iliklerini yeyip yutuverir. Aslana bakmakta olan tilki yüreğin yere düştüğünü görünce belli etmeden alıp yiyiverir. Yüreği arayan aslan da böyle hayvanın hiç yüreği olur mu, diyerek onu da kandırır. (12)

 

 

  1. d) Mesnevi’deki şekil: Adı yoksa da, “Aslan, Tilki ve Eşek” diyebiliriz. (Aslan yemek sırasında su içmeye gider. Tilki eşeğin ciğerini yer.)

 

(özeti) Bir çiftçinin beli yaralı, karnı boş, arık bir eşeği vardı. Gecelere kadar otsuz kayalıklarda dolaşır dururdu. Yakındaki bir ormanda da, işi gücü avlanmak olan bir aslant vardı. Artıklarıyle de başka hayvanlar geçinirdi. Aslan bir fil ile savaşmış, zayıf düşmüştü. Bir tilkiye bir eşeği kandırıp getirmesini, ancak onun etiyle iyileşebileceğini, artanlarıyla da kendilerinin doyacağını söyledi. Tilki hemen o zayıf eşeğin olduğu yere gitti ve bin hile ile onu kandırıp aslanın yanına getirdi. Eşeğin yaklaştığını gören aslant heyecanlanıp vakitsiz hücum edince eşek kaçmaya başladı. Aslan ise ona yetişemedi. O, tilkiye eşeği tekrar getirmesini emretti. Tilki eşeğin yanına varınca ondan çok ağır sözler işittiyse de kurnazlık ve hilekârlığını göstererek onu tekrar aslanın yanına getirdi. Zaten açlıktan gücü kalmayan eşek böyle ölmektense öyle ölmek daha iyidir diyerek tilkinin vaad ettiği yeşilliklere geldi. Aslan hemen eşeği parçalayıverdi. Biraz yedikten sonra su içmek için ırmağın kenarına gitti. Tilki de fırsatı değerlendirip eşeğin ciğeriyle yüreğini yedi. Aslan dönüşünde ciğer ile yüreği bulamayınca ne olduğunu tilkiye sordu. O da, eşekte hiç ciğer veya yürek olsaydı buralara bir daha gelir miydi, diye cevap verdi. (13)

 

Bu hikâyeyi, tesbit ettiğimiz dört kaynaktaki (14) şekilleriyle incelersek, temelde aynı olduğunu göreceğiz: Eşeğin (bir yerde geyiğin) katmerli ahmaklığı ve tilkinin (bir yerde çakalın) aslana da oyun oynaması. Dört-hikâyede de üç hayvan vardır. Hepsinde ortak olan aslan da hastadır (Kelile ve Dimne ile Ezop) veya fillerle savaştığı için yorgundur (Pançatantra, Mesnevi). Eşeği ve geyiği kandırmak düşüncesi hepsinde farklı şekillerde tezahür etmektedir. Ancak hakim olan düşünce tilkinin veya çakalın kurbanlarını kandırmasıdır.

 

Bu kısa değerlendirmeden sonra nasıl bir neticeye varabiliriz? Bu hikâyenin kaynağı hangi eserdir? Pançatantra’nın yazılış tarihi kesin olarak bilinememektedir. Ezop için, “M. Ö. 62-560 yıllarında yaşadı” diyenlerin yanında yaşadığından şüphe edenler de vardır. (15) Mevlâna’nın bu eserleri görme ihtimali pek zayıftır. O halde Mesnevi’deki metin, büyük bir ihtimalle Kelile ve Dimne’den alınmıştır.

 

     Mevlâna’nın Mesnevi’sinde Hayvan Hikâye ve Motifleri konulu bir doktora tezi hazırlayan Özgül Baykal, ayni addaki özet makalesinde, konuyu dolaylı olarak temas etmekte ve şöyle demektedir:

 

“…Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin eserlerinde de klasik şark edebiyatının müşterek malzemesi bulunan çeşitli motifler, âyetler, hadislere, enbiya kıssaları ve kendinden öncekilerin, bilhassa Hakîm Sanâi (ölümü 440/1150) ve Şeyh Attar’ın mazmunlarının teşkil ettiği sanatındaki malzemenin mühim bir kısmını hayvan hikâye ve motifleri teşkil eder. Mevlâna, bu hikâye ve motiflerde bir çok konulara temas etmiş, tasavvufî, dinî, felsefî, ahlâki ve terbiyevî düşüncelerini, görüşlerini, bazan başlıbaşına bir hikâye ile, remzî olarak, bazan da bir veya bir kaç beyitten ibaret motiflerde telmih ve insan-hayvan, iç-dış benzerliklerinden ve münasebetlerinden faydalanarak yaptığı teşbihlerde izah etmiştir.” (16)

 

Hikâyelerde görülen benzerlikler sadece Mesnevi için değildir; pek çok eser, kendisinden evvel telif edilen eserlerden istifade edilerek yazılmıştır. Bunları tesbit uzun ve yorucu bir çalışma istemektedir. Hatta benzerliklere bakarak, doğrudan alındığı kanaatine de sahip olunmamalıdır. Belki de arada, bizim göremediğimiz bir üçüncü eser daha vardır.

 

  1. asır İran bilgin ve mutasavvıflarından Nureddin Abdurrahman Câmî’nin Baharistan adlı eserinde gördüğümüz, “Tavus Kuşu ile Karga Hikâyesi” (17), 16. asır Türk şairlerinden Lâmiî ve oğlu Abdullah’ın birlikte hazırladıklari Mecmâü’l-Letâif‘te (18) aynen yer almaktadır. Baba-oğulun Câmî’i bildiğinden ve okuduğundan şüphemiz yoktur; ancak Mecmaü’l-Letâif’teki bu hikâye doğrudan Baharistan’dan mı alınmıştır, bunu tesbit etmek oldukça güçtür. “Aslan Postuna Bürünen Eşek Hikâyesi” de Pançatantra’da, (19) Ezop’ta, (20) Tutinâme’de (21) ve La Fontaine’de (22) yer almaktadır.

 

Mesnevi’den bir kaç örnek daha vermek istiyoruz. Üçüncü ciltte yer alan bir hikâye, tıpkı, “Bu kedi ise et nerede, bu et ise kedi nerede?” fıkrasında olduğu gibi , Nasreddin Hoca’mızın pek maruf bir fıkrasına benzemektedir:

 

“Bir hırsız gece vakti bir duvarın dibini delmekteydi. Hasta olan ev sahibi gürültüyü işitince dama çıkar. Aşağı eğilince hırsızı görür. Hırsıza kim olduğunu, ne yapmakta olduğunu sorar. Adamın davulcu olduğunu söylemesi üzerine de ev sahibi ne yaptığını sorar. Hırsızın davul çaldığını söylemesine hasta olan ev sahibi davul sesi filan işitmediğini söyler. O da, davulun sesini sabahleyin duyacağını söyleyip ev sahibini susturur.” (23)

 

Bu fıkranın Nasreddin Hoca’ya mal edileni yukarıdaki fıkradan daha çok Mesnevi’ye yakışmaktadır. Zira Hocamızın hırsızı davul değil rebap çalmaktadır.

 

Hoca bir gece mollası İmad’la evine giderken bir kaç hırsızın bir kilidi törpülemekte olduğunu görür. İmad, “Hoca, bunlar ne yapıyorlar” der. Hoca, “Rebap çalıyorlar” der. İmad, “Sesi çıkmıyor” deyince Hoca der ki, “Onun sesi yarın çıkar.” (24)

 

Bu fıkra, Karadeniz bölgemizde anlatılınca, elbette ne davula yer verilecektir, ne de rebaba. Kemençe çalan hırsızın fıkrası da şöyledir:

 

Dursun, evine giderken, birinin bir evin pencere demirini eğe ile kesmekte olduğunu görünce ne yaptığını sorar. Hırsız kemençe çaldığını söyler. Dursun’un, niçin sesinin çıkmadığını sorması üzerine de, onun sesinin yarın çıkacağını ilâve eder. (25)

 

Başka kaynaklardan istifade eden muahhar eserler, ilk kaynakları vermedikleri müddetçe bu tür tahminleri ileri sürmeye devam edeceğiz. Dördüncü Murad devri yazarlarında olan Ahmed bin Hemden (Süheylî), Nevâdir-i Süheylî adlı eserine aldığı pek çok hikâyeyi kaynağıyle birlikte vermiştir: Yine İbni Cevzî’nin tarihinden alınmıştır, “Mir’atü’z-Zaman adlı tarihten naklen anlatılar ki” gibi.

 

Milli şairimiz Mehmed Akif Ersoy da, Safahat‘ına aldığı bazı hikâyeler için aynı yolu seçmiş ve kaynağını vermiştir.

 

“Senin şu hâlini Sa’di ne hoş hikâye eder…

İşittiğin olacaktır ya…Neyse, dinleyiver.”

 

diye başlayan hikâye, Bostan‘daki ünlü tembelin uyanmasını dile getirir. (26)

 

“Şu fıkrasıyle, hakikat, Cenâb-ı Mevlâna,

Nigâh-ı ibretle açmış cihan kadar mânâ.”

 

beytiyle başlayan hikâyede (27), çatlak duvarını, tamir etmek yerine bir avuç çamurla dolduran ev sahibiyle duvarın konuşması dile getirilmektedir.

 

Örnekleri çoğaltabiliriz; ama neticeye ulaşmak için, buraya kadar verdiğimiz örnekler de kâfidir. Mesnevi’deki hikâyeler çeşitli kanallarla daha evvel telif ve tercüme edilen eserlerden alındığı gibi, kendisinden sonra telif edilen pek çok eserde de yer verilmiştir. Bir bölümü yabancı dinlere mensup eserlerden kaynaklanıyorsa da, bunlar islâmi bir hüviyete büründürülmüş, en azından yabancılık izleri silinmiştir. Ölümünden sonra eserleri büyük ilgi gördüğü için Celâleddin-i Rûmî’nin Mesnevi’sindeki hikâyeler de çeşitli vesilelerle pek çok esere dahil edilmiştir. Hatta, kanaatimiz odur ki, bu şöhret, Mevlâna’nın başka kaynaklardan aldığı hikâyelerin bile onun adına bağlanarak anlatılmasına yol açmıştır.

 

Ancak, unutulmasın, nereden alınırsa alınsın, mühim olan o hikâyeye edebî bir hüviyet verebilmektir. Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn’u daha evvel yazılmış aynı konudaki pek çok mesneviyi unutturmaya kâfi gelmiştir. Anadolu’daki pek çok Mevlid-i Şerif, Süleyman Çelebi’nin şaheserini unutturamamıştır. O halde eski veya yeni olmak değil, güzel, başarılı ve Edebî olmak kalıcılığın şartlarından sayılmalıdır. Mevlâna, hikâyelerinde buna ulaştığı için günümüzde kâh bir fabl, kâh bir Nasreddin Hoca fıkrasıyle yaşamaya devam etmektedir. Bize düşen, onun hikâyelerini La Fontaine’nin fablleri gibi manzum hale getirerek ders kitaplarında yer verebilmektir.

 

 

Dipnotlar

 

(1) Bu eser hakkında dilimizdeki tek kaynak şudur: Kemal Çağdaş, Pançatantra Masalları, Ankara, 1962.

(2) Bak. Saim Sakaoğlu, Gümüşhane Masalları, Ankara, 1973, 29-31.

(3) Câmî, Baharistan, 2, B., İstanbul, 1958

(4) Türkiyat Mecmuası, IX, 1946-1951, 73-94.

(5) Şarkiyat Mecmuası. VII. 1972, 227-243.

(6) Atatürk Üniversitesi Edebiyat  Fakültesi Araştırma Dergisi. 8, 1978, 25-33.

(7) Mehmet Önder, Mesnevi’den Hikâyeler, Ankara, 1970, 14.

(8) Çağdaş, 11; Gümüşhane Masalları 20.

(9) Öz bilgi için bak. Tuncer Gülensoy, ‘Kelile ve Dimne’ Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, V, 263-265.

(10)  Çağdaş, 18-19.

(11) Beydeba, Kelile ve Dimne, ter. Cadettin Alpay, İstanbul, (1975), 206-209.

(12) Aisopos, Masallar, ter. Nurullah Ataç. 2.B., İstanbul, 1966, 99-101.

(13) Mevlâna, Mesnevi V. 5. B., İstanbul, 1974, 191-236.

(14) Çağdaş, 6.

(15) Gümüşhane Masalları, 22.

(16) Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doktora tezi, 1958-1960; makale in bkz. Şarkiyat Mecmuası, V. 1964, 25 (23-30).

(17) Baharistan, 208-209.

(18) Bursalı Lâmii’nin Letâif’indeki Hayvan Masalları- Journal of Turkish Studies 3, 1979, 279 (279-289).

(19) Çağdaş, 61.

(20) Aisopos, 141.

(21) Tutinâme, Haz. Şemseddin Kutlu, İstanbul, y97, 210-211.

(22) La Fontaine, Masallar, ter. Sabahaddin Eyüboğlu, İstanbul, 1969, 213.

(23) Mesnevi III, 227-228.

(24) Abdülbâkî Gölpınarlı ‘Haz.’, Nasreddin Hoca, İstanbul, 1961, 76.

(25) Ömer L. Hocaoğlu, Anahtari Bendedur, 2. B., Ankara, 1981, 174.

(26) Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 6. B., İstanbul, 1963, 273.

(27) Safahat, 278-279.