Mesnevi Sohbeti – İnsan’ın vatanı…
Mesnevi Sohbeti – 4
733. Vuslat Yıldönümünde Mevlevi Mukabelesinden önce yapılan Mesnevi Sohbeti –4
Sevgili Mevlâna dostları, Konya’ya hoşgeldiniz. Hani bir söz var. “İnsan’ın doğduğu yer değil, doyduğu yer vatanıdır” diye. Fakat bu söz hep altmış, yetmiş, seksen senelik bir ömüre sahip, fani bedenimizin doyduğu yer olarak algılanıyor. Galiba toplum halinde pek düşünmüyoruz ki, bir de fani olmayan, baki olan, ölmeyle bitmeyen, bir başka kainata doğan gönlümüzün gıdası nereden nasıl alınıyor? Dolayısı ile “doğduğumuz yer” yerine “doyduğumuz yer” derken elbette gönül gıdasını aldığımız yerleri de kastetmemiz lazım. Konya, Hz. Mevlâna’dan dolayı, gönül gıdasının fevkalâde tahsil edildiği, alındığı bir yer. Ve Hz. Mevlâna’da doğum yeri itibari ile bugünkü siyasî sınırlar itibariyle Afganistan sınırlarında kalan Belh şehrinde veya o kadar büyük bir şahsiyeti kendi hemşehrileri edinmek gayreti ile bugün Tacikistan sınırları dahilinde kalan yine Belh hükümdarlığına bağlı Vahş köyünde doğduğunu iddia ediyorlar bir takım Tacikler. Keza, İranlı dostlarımızda lisanı Farsça olduğu için “bizimdir”, diyorlar. Halbuki kendisi ne diyor: “Ben öldükten sonra toprak altına giricilerden değilim. Ve benim mezarımı toprakta aramayın. Ben arif kişilerin gönlünde yaşıyorum. Ve nitekim bu sözü işte ahirete doğmasından 733 sene sonra dahi buraya teşrifinizle, buraya dolmanızla belli ki halen gönüllerde yaşıyor. Biz Hz. Mevlâna’ya ve onun gösterdiği ışıkla, esas, ana kaynak, ışık kaynağı olan Hz. Peygambere bağlılığımızla biliyoruz ki ana rahminden öldük dünya’ya doğduk, dünyadan öleceğiz ahirete doğacağız. Yunus’umuzun sözüyle “ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez!” Ve doğduğumuzdan sonra ahirete, bir hesap kitap olduğu inancındayız. Bize soracaklar Rabbin kim, peygamberin kim, kitabın ne, kardeşlerin kim, kıblen neresi… Hiç Arnavut musun, Boşnak mısın, Italyan mısın diye sormayacaklar. Ama elbette ki dünyadaki yaşadığımız hayatın bir gereği olarak yaratıcı tarafından öyle tensib edilmiş elbette milletler halindeyiz. Ve tabii Hz. Mevlâna gibi bir büyüğün, bizim milletimize ait olması bize elbette ki şeref kazandırıyor. Bunu bir rubaisinde Hz. Pir şöyle belirtiyor. Belki “Farsça anlamıyoruz ne lüzumu var, Farsçasını söylemenin ne anlamı var” diyebiliriz, fakat böyle demiyelim efendim,çünkü bu terbiyede, tasavvuf terbiyesinde şöyle bir kabul vardır; bir veli’nin ağzından çıkan sözün veya kaleminden çıkan sözün aynen tekrarı, öğrenilmesinde, algılanılmasında özel bir feyz getirir. Ve tercümeler üzerine hükümler inşa etmek yanlışlığından da bizi kurtarır. Rubai de şöyle buyuruyor Hz. Pir:
Bigâne megrit mera ezin kûyem
Der kûyi şûma hane-i hud micûyem
Düşman neyem ez çend ki düşmen ruyem
Aslen Türkest eğerçi Hindû gûyem
Yabancı tutmayın beni, bu köydenim ben.
Sizin köyünüzde evimi arıyorum ben.
Düşman yüzlüysem de düşman değilim,
Hintçe söylüyorsam da aslım Türk”tür
“Ben aslımı, aslımın aslını aramak için yollara düşmüş bir garib dervişim.Yüzüm sizin yüzünüze benzemiyor.” Çünkü Hz. Pir Orta Asyalı olmak itibari ile hafif çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli, aurtları çökük, seyrek sakallı ve sarı benizli bir zat-ı şerif ve Anadolu insanının tipine benzemiyor. “Evet yüzüm size benzemiyor ama o zaman ki Moğollara da benzediği için sakın beni Moğol gibi düşman zannetmeyin. Her ne kadar lisanım sizin konuştuğunuz gibi değilse de, aslım Türk’tür.” Kendilerinin bu sözü üzerine artık hala nedir, nerelidir, kimdir, hangi millettendir münakaşasını yapmaya lüzum yok ama yine Hz. Mevlâna’nın bir başka gazelinden açıklamasını öğrendiğimiz ayet-i kerimede Allah, “ben sizin milliyetinize, ırkınıza, ailenize değil, davranış biçimlerinize ve kısaca tek kelimeyle takvanıza bakarım; “inne ekramekum ‘inda(A)llâhi etkâkum” [49:13] ; Allah indinde en ziyade ikrama layık olanlar, Allah’tan en ziyade iktika edenlerdir. Bunun emir ve yasaklarına riayet edenlerdir. Bunu sâdece bir emir ve yasak zinciri halinde, yasak savmak, borç ödemek kabilinden değil, çünkü Hz. Mevlâna’nın başını çektiği aşıklar kervanını Hz. Allah Kuran’ı Keriminde çok kısa bir cümleyle anlatıyor : “eşeddü hubbel lillah”; “Aşıklar, müminler Allah’ı şiddetle severler.” Onun’da adına aşk derler efendim, aşk derler. Aşk olsun!