MESNEVÎ ŞERHLERİNDEN ÖRNEKLER – M. Ali ORAK

A+
A-

MESNEVÎ ŞERHLERİNDEN ÖRNEKLER

M. Ali ORAK

GİRİŞ:

Açma, yarma, açıklama izâh etme, bir eserin zor anlaşılan yerlerini çözüp yorumlayarak açıklama,[1]Şaraha; genişletmek, açmak, sonra da izâh etmek, şerh etmek, taşrîh anatomide cesetleri açmak[2] anlamlarına gelen Şerh kelimesinin özellikle Osmanlı Coğrafyasında yeri büyüktür. Şerh, ilk ayeti “göğsünü senin için açıp genişletmedik mi?” olan Kur”an”ın XCIV. sûrenin ünvânıdır. Şerh Muhtelif ilim dallarında, incelenen bir esere yazılan açıklamadır; bundan başka ayrıca bir de hâşiya denilen açıklamalar vardır.[3] Geleneksel yazın türlerinin içerisinde bir çok tür şerh edilmiş, bir çoğuna risaleler yazılmıştır. Bunların içerisinde de en çok şerhi yapılan eserlerin başında Hz Mevlânâ”nın Mesnevîsi gelir.

İlk devirlerden itibaren Mesnevi Şerhleri üzerine, Selâhaddin, Saraceddin, Alâedddin, Şemseddîn, Muhyiddîn ve Eflakî gibi Mesnevîhanlar yetişmiş, Mesneviyi ezberleyenler çıkmış gün geçtikçe şöhreti yayılmaya başlamış, yalnız Mevlevihanelerde ve Mevlevilerin içerisinde değil Mevlevi olmayanlar arasında da Tasavvuf neşesini vermek üzere Dâr”ül Mesnevi (Mesnevi okulu)”ler kurulmuş oralardan mezun olanlar icazetname almışlardır. İstanbul”un Fethinden itibaren açılan Kalenderhanelerde Mesnevi okunmuş, nihayet III.Ahmet zamanında Damat İbrahim Paşa”nın yaptırdığı medreselerde Mesnevi okunması kararlaştırılarak medrese ve hatta camilerde Mesnevîhanlar tarafından tahlil edilmiştir. Mevlevilik Hz. Mevlâna”nın torunu Ulu Arif Çelebi”nin gayretleriyle kökleşip muhtelif yerlerde bir çok Mevlevihaneler açıldıktan sonra zaman zaman Mesnevî”ye Türkçe, Arapça, Farsça şerhler yazılmış, bu kitaptan antolojiler yapılmıştır. [4] Mesnevi ilk kaleme alındığı günden itibaren bu alakaya mazhar olmuş bir kitaptır. Bu konuda ilk elden bir bilgi olmak üzere 14. yüzyıl ünlü Arap Seyyahı İbn Battuta 1332 yılında Konya”ya geldiğinde o zamanın ahalisi hakkında şunları söylemiştir;“Bu Konya şehrinde Rûmi lakabı ile tanınan Salih imam, Celâleddin”in türbesi var. Rum taifesinde büyük bir yeri olup Celâliyye ismiyle tanınır. Bu ülkenin halkı Mesnevi”yi yücelterek sözlerini başkalarına öğretirler ve cuma geceleri onu okurlardı.”

Şerh, bir metni orijinali ışığında genişletmek, açmak, metnin çözülmesine, okuyucunun metni daha rahat anlamasına yardımcı olmak üzere yapılır. Şerh yapan kişi kendi zamanından önce yazılmış olan eseri, sonuçta kendi zamanının verileriyle değerlendirecektir. Bir bakıma bu, metnin her dönemde yeniden yazılmasına her çağa göre yeniden yorumlanmasına kapı açmaktadır. Bu da metnin ebediyete intikali ve zamanlar üstü bir metin olmasını beraberinde getirmektedir. Bazıları şerhin, metni kısırlaştırdığını iddia ederler ki bu doğru değildir. Sonuçta her okuyuş ve her anlama faaliyeti dahi bir şerh sayılır. Dolayısıyla Mesnevî”nin şerhlerinin geçmişimizde bu kadar çok yer tutması Mesnevî”nin anlamını daraltmamış tam aksine daha farklı ve yeni anlayışlara kapı aşmıştır ki bu da geleneksel yorumlamanın çok çeşitliliğine işaret etmektedir.

Biz bu çalışmamızda Mesnevi Şerhlerini iki kısımda ele alacağız. Birincisi yazılış tarihinden 11200″lü yılların başlarına kadar yapılan Klasik tarzdaki Mesnevi Şerhleri, ikincisi ise 11200″lü yıllarda başlayan pozitif bilimlerdeki yayılma ile beraber bizim kültür dünyamıza da hakim olan farklı yazın türleri ile yapılan Modern Mesnevi Şerhleri. Bu çalışmadan maksat dünyanın bir çok diline çevrilen ve Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şeriften sonra dünyada en çok okunan Mesnevi-i Şerif”in bu güne kadar yapılmış en meşhur şerhlerinden örneklerle okuyucuya şerhler hakkında bilgi vermek ve bu şerhler arasında kıyas yapabilmesini sağlamaktır. Bunu yapmakla aynı zamanda okuyucun, farklı kütüphanelerde bulunan Osmanlıca, Farsça ve Arapça şerhlerden de istifade etmesinin önünü açmaya bir nebze olsa da yardımcı olabilmek. Modernizmin bizi (bir yerde!) mecbur ettiği okuma ve yorumlama tarzlarının dışında köken itibariyle tâbii ve dahili olduğumuz gelenek “tradititon” bağlamında, Mesnevi şerhleri dolaysısıyla yeni okuma ve yorumlama kapıları açabilmek.

Bu kısa girişi Rahmetli Ferid Kam (1363H. 1944M.)”ın sözleriyle bitirmek istiyorum.“Cenâb-ı Mevlânâ, Allâh”ın bir âyetidir. Herkez onu okudum anladım zanneder; heyhât! O, bizim içün yetmiş kat hicâb, yahud sehâb altından görünen bir güneştir. Biz o güneşi değil, yalnız mâverâ-yı sehâb-ı istitârdan, tenvîr ettiği sahanın bir kısmını görebiliriz; bu görüşle onu gördüğümüze zâhib oluruz; Eynes-Süreyyâ ves-serâ. Nûru tezâhür ettikçe gözlerimiz kamaşır. Farz-ı muhâl olarak bu hicablar kalmış olsa, yalnız bir şey kalır ki onun ne olduğunu kendisinden başka kimse bilmez. Dünya lazfzı, kâffe-i mükevvenâtı câmi” bir lafz-ı küllî olduğu gibi Mevlânâ kelimesi de esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin hakaayıkını câmi” bir kelime-i külliyedir; binâberin Canâb-ı Mevlânâ”ya “kelimet”ullah”il kübrâ” demekte tereddüte mahal yoktur. Allah”ın bu büyük kelimesini kimse hakkıyla anlayamamış tefsir edememiştir. Ârifler, kâmiller onun bize kendisini bildirdiği kadarla ihtifâ mevkıinde kalmağı muvâfık görmüşlerdir…” [5]

SURÛRÎ (öl. 1562)

(ASLI FARSÇA)

1/12

Hemçü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd

Hem ney demsâz u müştâkî ki dîd

“Ney gibi bir zehiri ve panzehiri kim gördü? Ney gibi bir arkadaşı ve özlem çekeni kim gördü?”

Neyin perdeleri vuslata ermeyi arzu eden ve (Hakk”ın) cemal (sıfatının) tecellisiyle mest olanların şevkini, zevkini, sarhoşluğunu ve hallerini artırır ayrılık zehirinden kurtarıp visâle eriştirir; yârdan yüz çevirip ağyâra yönelenlerin uzaklaşıp inatlaşmasına sebep olur. Şüphesiz ney, bazılarına karşı zehir, bazılarına karşı panzehirdir.

Tarikat pîri ve âhiret mürşidi, hakikat dolu bir dost ve arkadaştır. Hakk”a kavuşmayı dileyen için Zuhuf Sûresi (67. ayette) “ O gün dostlar birbirine düşmandır. Yalnız takva sahipleri hariç.” (diye belirtildiği gibi) onun dostluğunda, pişmanlık ve üzüntü yoktur.

(Hz. Mevlânâ) mürşidlerin sözlerini kamışlıktaki suya teşbih etmiştir. (O su) sedefin içine düşerse (ona) zehir gibi gelir. Şüphesiz Mürşid-i Kâmil”in sözü, ıslâha kabiliyeti olanlar için kurtuluş vesilesi, inkarcılar için inat sebebi olur.

SÛDÎ (öl.1597) [6]

6/1206

Bâ kazâ her kû karârî mî dehed

Her kim ki kazâya bir karâr virmek isteye, ya”nî her kim ki kazâya mukâbele idüp anı kendüsinden def”ü men”eylemeğe kasd ide ve kendünün bir hâl üzere eylemesine ve âsûde-hâl olmasına sa”y ü ihtimâm eyleye;

Rîş-hand-i seblet-i hod mî koned

Ol kimse kendünün sebletine rîş-hand eyler, ya”nî kendüsini tahassün ve temeshur eyler. Zîrâ kazâ ki murâd, Hudâ-yı teâlânun -azze ismuhû- ezelî hükm-i şerîfidür; hîç bir vechile mütebeddil ve mütegayyir olmaz. Pes çâre, hemân kazâya rızâ rızâ virüp sabr u şükr eylemekdür. Hazreti Mevlâna kaddesa”llâhu sırrahü”l-azîz kazâya mukâbele eylemek muhâl idügini ayân ve rûşen eylemek içün şey”-i mahsûs ile temsîl eyledi.

ŞEM”Î (öl. 1600″den sonra) [7]

4/2110

Akl çün şıhnest çün sultân resîd

Akl şıhne gibidir, çünki sultân irişdi

Şıhne-i bîçâre der kuncî hazîd

Bîçâre şıhne mahv u nâ-peydâ olup bir bucağa imekledi, ya”nî gitdi. Sultân”dan maksûd, ışk-ı ilâhîdür; şıhne”den murâd, akldur. Şehnenün sultân katında vücûd ve zuhûrı olmaduğı gibi ışk-ı ilâhî katında aklun vücûd ve hükmi yokdur. (…)

Akl sâye-i Hak buved Hak âftâb

Akl, Hak teâlânun sâyesidür, Hazret-i Hak âftâbdur.

Sâye râ bâ âftâb-i û çi tâb

Sâyenün anun âftâbı ile tâkati vardır. Ya”nî sâyenün âftâb katında vücûdı olmadığı gibi aklun ışk katında tâkat ve vücûdı yoktur.

ANKARAVİ (öl.1631) [8]

1/297

Bahr-i telh u bahr-i şîrîn der cihân

Der miyân-şân berzahun lâ yebğıyân

Sûre-i Rahmân”da olan âyete işâretdür. Tefsîrî bu cildde “Tefsîr-i merace”l-bahreyn” şerhinde gelür. Ma”nâ-yı beyt: Acı deryâ ve tatlu deryâ cihânda bu ikisinün miyânında ma”nevî perde vardur ki biribirine mütecâviz olmazlar ve ma”nen ihtilât kılmazlar dimek olur. Bahr-i telh”den murâd, ezelde kâfir ve münâfık olanlardur. Ve bahr-i şîrîn”den murâd, ezelde mü”min ve muvâfık olanlardur. Egerçi bunlar bi-hasebi”z-zâhir biribirine muhtelit olur ve lâkin min haysi”l ma”nâ kılurlar ki ol berzah-ı ma”nevî bunları biribirine ihtilât eylemeğe komaz; ve barzah-ı ma”nevîden murâd, burada her birinün hâssiyet-i zâtiyyesi ve isti”dâd-ı ezeliyyesidür.

ABDÜLMECÎD SİVASÎ (öl. 1639)

1/10

Âteş-i ışkest kender ney fütâd

Cûşiş-i ışkest kender mey fütâd

Işk âteşidür ki ney içinde düşdi; “ışık kaynamasıdur ki mey içine düşdi. Ve illâ kamışda ne var idi ki “Îsâ-nefes olup ahcâr-ı kâssiye gibilere hâlet ve hareket virür ve üzüm şîresinde ne var idi ki âdem esridür, beyt, li-muharririhî:

    La”l ü leb-i gül-gûnu / reng verdi kamu kevne

    Kızıl delidür hattâ/ ol meykededen mey nâb

Ya”nî her şey”in hareket ü cünbişi ve harâret ü cûşişi elbette “ışk iledir, ya”ni nâr-ı mahabbet iledür, li-muharririhî:

    Cemre-i “ışk-ı ezelden âteş aldı bahâr

    Oldı yer hoş-bû vü hoş-reng mîve-dâr u gül-izâr

Ammâ her şey”ün ışkı mertebesine göredür, lâ gayr.

CEVRÎ DEDE (CEZÎRET”ÜL MESNEVÎ) (öl. 1654) [9]

6/ 3172.

Beyit

Halk râ çün âb dân sâf ü zülâl

Ender û tâbân sıfât-ı Zü”l-celal

Nazmen Tercüme:
Alem-i zâhirde eşya vü suver
Âb içinde akse benzer ser-be-ser

Yoktur anlarda bekâ bi-iştibâh
Âbda aksin olur hâli tebâh

Gâhi görsen aksin-i mir”âtta
Ol senin aksin olur mu zâtta

Aksi koyup aslına etsen nazar
Cümlesi oldur sana benden haber

Eyleyen da”vâyı bu ma”nâ ile
Sâbit eyler beyt-i Mevlânâ ile

6/3183
Beyit
Cümle tasvîrât-ı aks-i âb cûst
Hod bi-mâlî çeşm-i hod hod cümle ûst

Nazmen Tercüme:
Gerçi benzer bu ukûsa fi”l-mesel
Ol değildir etme beyhûde cedel

Aksden maksûd olan ma”nâyı gör
Asl-ı sırr-ı kudret-i Mevlâyı gör

Lafz-ı aks olmuş hemân ancak misâl
Aslı göstermiş bu yüzden ehl-i hâl

Cûya vü akse gelür ahir fenâ
Hep gider illâ kalur bâki Hudâ

Aferîn Mollây-ı sâhib-dânişe
Söylemiş bu beyti ehl-i binîşe

SARI ABDULLAH EFENDİ (öl. 1660) [10]

1/1480

Kird-i Hakk u kerd-i mâ her du bi-bîn

Ey gâfil! Hak sübhânehû ve teâlânın hâlıku”l-ef”âl oldığı cihetden fi”libi ve bizden sudûr itdiği cihetden bizim fi”limizi gör.

Kird-i mâ râ hest dân peydâst în

Bizim fi”limizi mevcûd bil ki her şahs-ı muayyenin mukteziyât ve ef”âli zâhirdir. Kird, kâf-ı arabînin kesriyle fi”l ma”nâsınadır; ya”nî “ve mâ esâbeke min seyyietin fe-min nefsike” fehvâ-yı şerîfi üzre seyyiâtı nefsinden bilüp lâkin “Kul küllün min indi”llâhi “ “Vallâhu halakaküm ve mâ ta”melüne” kavl-i kerîmi üzere hasenât ve seyyiâtın hâlikını Hak”dan gayrisin bilmeyesin. Pes ne cebrîler gibi selb-i ef”âlinin hâlikıdır deyü bîhûde söyle.(…)

BURSEVÎ (RÛH”ÜL MESNEVÎ)(öl. 1724) [11]

1/109

Âşıkî peydâst ez zârî-i dil

Ni”st bîmârî çü bîmârî-i dil

Ma”nâ-yı beyt: Âşıklık bellüdür gönül zârîliğinden, ya”nî gönül zârîliği, sâir zârilikler gibi değildir. Pes ne mahalde, key o zârîlik zuhûr ide, ışka nişandır ki anı erbâb-ı vukûf bilür. Bir hastalık yokdur, gönül hastalığı gibi; ya”nî gönül hastalığı sâir hastalıklara kıyâs olunmaz. Zîrâ sâir hastalıklar cismânî ve bu hastalık rûhânîdir. Rûhâni olan marazlar ve azâblar ise cismânî olandan eşedd ü akvâdır. Zîrâ muâlecesi müşkildir ve hem rûh hıffet ve i”tidâl üzerine olmağla bedenden ziyâde müteessir ve münfail olur. Nitekim hîn-i intikâlde kürbet-i Peygamber aleyhi”s-salâtü ve”s-selâma bir vech budur; zîrâ rûh-ı şerîfleri a”delü-ervâh ve mizâc-ı latîfleri a”delü”l-emzicedir. Ve Ömer bin el-Fârız kuddise sirruhû dîvânında gelür. Mısrâ”: “Ve küllü belâi Eyyûb ba”zu beliyyetî” ya”nî Eyyûb aleyhi”s-selâmın belâsı zâhir bedende idi, benim ise cânımdadır. Mea hâzâ Eyyûb kuvvet-i nübüvvettle müeyyeddir, ben ise değilim. Pes benim belâm andan eşeddir. Ve Necâtî şi”rinde gelür. Mesrâ”: “Derdüm ol denlü degüldü k”ola şerbetle ilâc” Ve Mevlânâ Camî kelimâtından gelür: “Netvân ilâc-ı ışk-ı tu ger hod tabîb râ- Sad bâr hokkahâ-i müdâvâ tehî şeved-“ Li-muharririhi: “Sanma âsân ola belâ-yı gönül- Bu kemânın çeken bilür zûrın. Dağlara düşdi derdile Ferhâd- Didi Mecnûn bu işde ma”zûrın.” Velâkin derd-i ışkın hâli böyle iken yine derd-i ışk yârsız olmak ne müşkil belâdır. Nitekim Nef”î dir: “Belâ ender belâdur dilde derd-i ışk-ı yâr ammâ- Yazıklar ana kim bir böyle sevdâdan müberrâdur.” Li-muharririhi; “Sırr-ı Mecnûnı görün lâne-i murgân oldı- Gelmesün kimselerün başına hergiz bu belâ. Mihnet-i ışka tahammül idemez her bir dil- Meger ol dil ki ezelde didi belâyâ belâ.

ŞEYH GALİP (CEZÎRET”ÜL MESNEVÎ) ( öl. 1799) [12]

3/3697

Herçi ez vey şâd gerdî der cihân

Ez firâk-ı û bi-yendîş ân zemân

(Her çi) her nesne ki, (ez vey) andan, (şad gerdi) mesrûr oldun ise, (der cihân) cihânda, (ez firâk-ı o) anın iftirâkından, (bi-yendîş) düşün, tefekkür eyle, (an zamân) ol mesrur olduğun vakitte, işte bu dâ-i “udâl-i hubb-î mâl-u câhın îlâcı oldur ki bir şeye gâyet mesrûr u şâd olduğun gibi âkibet”ü”l-emr ol nesneden ayrılacağını der-hâtır eyle ve iftirâk-ı çar-nâ-çarı, mülâhaza edip def”-i havâtır eyle.

3 /3698

Zân çi geştî şâd bes kes şâd şod

Âhir ez vey cest hem-çün bâd şod

(zân çi) ol nesneden ki her ne olursa, (geşti şâd) sen şâd-u hürrem oldun, meselâ eline girdi deyu sevindin. (bes kesî) çok kimse, (şâd şod) şad-u hürrem oldu, senin gibi sevindi, (âhir) âkibet (ez vey cest) andan sıçradı, kaçdı, (hemçün bâd şod) rûzgâr gibi oldu.Ya”nî senin şâd olduğun gibi mâl-ü emlâk her ne ise nice sencileyin ahmakların dahi zaman ile eline girip çıkmıştır. (…)

5/3273

Ez tu beched hem tu dil ber vey me-nih

Pîş kû beched tu ez vey bi-cih

(ez tu beched hem) senden dahi sıçrayıp kaçar, (tu dil) sen gönlünü, (ber vey me-nih) anın üzerine koma, ya”nî ana gönül verme (pîş kû beched) anın kaçmasından mukaddem, (tu hod) sen kendin, (ez vey bi-cih) andan kaç. (cehîden, ce) masdarından emirdir; sıçra, demek olup, lâzımı olan kaçmak ma”nâsına isti”mâl olunur. Ya”nî ol nesne ki senden kaçmak üzeredir, sen âkıllı davranıp andan evvel anın elinden kaç ki “ömrün nâfile zâyî” olup hâsılın hasret-i bî-pâyân olmaya.

MUHAMMED ŞÜKRÎ İBN-İ AHMET ATA (MÜNTEHABÂT-I MESNEVÎ)(19. yüzyıl) [13]

1/4003

Sabr âred ârzû râ nî şîtâb

Sabr kon vallâhu a”lem bi”s-sevâb

Meâl-i Beyt: Ârzûyu sabr getirir, şitâb getirmez. Sabr et ki Allâhu teâlâ ve tekaddes hazretleri a”lem bi”ssevâbdır. Ya”nî dünyevî ve uhrevî ârzûları, acele getirmez. Ancak Cenâb-ı Feyyâz-ı Kerîm müyesser kılar. Fe-li-hâ-zâ sabret ki her şeyin sevâbını ve hayr u îcâbını Hudâ alîm-i dânâterdir. Hazret-i Mevlânâ kuddise sırruhu”l-a”lâ efendimiz bu beyt-i hakîmâne ile Mesnevî-i şerîfe hüsn-i hitâm veriyor. Zîrâ sabrda çok kerâmet, hattâ Kur”ân-ı azîmü”ş-şânda sabr hakkında müteaddit emr ve âyet vardır.sebr ile hüzn ü kederden meserrete, usrden yüsre, za”ftan kuvvete, cehlden ilme, adâvetden muhabbete, müşkîlattan teysîrât u teshîlâta vusûl, müyesser kerde-i Rabb-i Sabûr olur. Fakat sa”y ü ümîd ile beraber evâmir-i ilâhiyyeye imtisâl ve ferâiz-i ubûdiyyeti îfâ ve icrâya ve tahsîl-i ilme ihtimâm şarttır ve ubûdiyyette sabr u sa”y ve cehdile sabât, sebeb-i fevz ü necâttır. Pîr-i müşârun ileyh, bâlâda şerh olunan ba”z-ı ebyât-ı şerîfede sa”y u gayret, şükr-i ni”met ve şükrân, bâis-i izdiyâd-ı ni”met ve şükrân, bâis-i izdiyâd-ı ni”met olacağı ve tahsîl-i ilm ve icrâ-yı meşveretin fevâid ve meâfi-i husûsiyye ve umûmiyyesini ve hürriyet ve müsâvâta insanlar hilkaten nâil olduklarını ve adl ü ihsânın muktezâsı emr-i ilâhî ve nebevî olduğunu beyân ile irşâd buyurdular.

ABİDİN PAŞA (öl. 11206) [14]

1/26

Işık cân-i Tûr âmed âşıkâ

Tûr mestü harra Mûsâ sâikâ

Tercüme: Aşk Tûrun cânı mesabesinde geldi; Tûr dağı, âşıkâne mest oldu; ve Hazretî Mûsâ bayılarak düştü.

Îzâh: Bu vak”aya dâir olân âyet-i kerîme sûre-i A”râf”ın yüz kırk ikinci ayetidir. Şöyle ki; (Araf 143) ma”nâ-ı şerîfi: vektâki Mûsâ aleyhi”s-selâm ta”yin eylediğimiz vakitde geldi ve Rabbisi anâ kelâm ile hitâb eyledi, Hazret-i Mûsâ dedi: Ya Rab! Banâ kendini göster! Sana nazar edeyim. Cenâb-ı Rabb-i izzet buyurdu ki Yâ Mûsâ beni göremezsin.Ve lakin cebele nazar eyle, eğer cebel yerinde durur ve karar iderse andan sonra beni görürsün Allah-u Teâla cebele tecellî buyurdukda cebeli parça parça eyledi, ve Hazret-i Mûsâ dehşetten bayılarak düştü, ba”dehu bayılmakdan fâkat buldukda Hazret-i Mûsâ dedi: ilâhî! Zât-ı ulûhiyyetini tenzih ederim, yânî senin görmek mümkün değildir, ve sana tevbe eyledim ve ben îmân edenlerin evvelkisiyim.

AHMED AVNÎ KONUK (öl. 1938) [15]

6/2769

Zi”tikâd-i süst-i pür-taklîd işân

Vez hayâl-i dîde-i bî- dîddişân

Tercüme: Onların taklîd dolu olan gevşek i”tikādından ve onların görgüsüz olan hayâl gözünden kurtuldu.

Îzâh: O şarâb-ı lâ-yezâlîden sarhoş olan kimse, hâl cihetinden avâmm-ı halktan ayrıldığı gibi, i”tikād cihetinden dahi ayrıldı ve onların ulemâ-i zâhireden taklîd tarîkıyla aldıkları delâil-i akliyyeye müstenid gevşek i”tikādlarından ve onların hakîkati göremeyen hayâl gözünden kurtuldu. Ma”lûm olsun ki, avâmmın Hak hakkındaki taklîde müstenid olan gevşek i”tikādları budur ki: Onlar, Hakk”ı tenzîh edeceğiz, diye Hakk”ın varlığına bir had ta”yîn edip, âlemin varlığının haddinden ayırırlar. Ve “Zât-ı Hakk”ın bu âlem-i kesîf ile hâlıkıyyet ve mahlûkıyyet nisbetinden başka hiç münâsebeti yoktur. Hak, âlemi zâtla değil, ilmi ile muhîttir” derler. “Hüve”l-evvelü ve”l-âhirü ve”z-zâhirü ve”l-bâtın” (Hadîd, 57/2.) [ya”nî “O evveldir, âhirdir, zâhirdir ve bâtındır”] ve “Fe-eynemâ tevellû fe-semme vechullâh” ya”nî “Ne tarafa teveccüh ederseniz Hakk”ın vechi ve zâtı vâkı”dır” (Bakarâ, 2/115.) ve”Ve kânallahu bi külli şey”in muhîtâ” ya”nî “Allâhü Teâlâ her şeyi kuşatıcıdır” (Nisâ, 4/126.) ve emsâli âyetleri te”vîl ederler. Binâenaleyh onlar, birisi Hakk”ın ve diğeri halkın olmak üzere iki varlık isbât ederler. Bu ise varlıkta ve vücûdda Hakk”ın vücûduna ve varlığına halkın vücûdunu ortak yapmak ve şirk koşmak olur. Onların hakîkati göremeyen hayâl gözleri bu şirkin farkına varamaz.

6/2770

Ey aceb! Çi fen zened idrâkşân.

Pîş-i cezr ü medd-i bahr-i bî-nişân.

Tercüme: Ey aceb! Onların idrâki nişansız olan denizin cezri ve meddi önünde ne fen vurur?

Îzâh: Ya”nî, avâmm-ı halkın pür taklîd olan gevşek i”tikādları budur. Acabâ, nişansız olan adem-i izâfî deryâsının cezri ve meddi ya”nî suver-i âlemin bir taraftan mevcûd ve diğer taraftan ma”dûm olması hakkında onların idrâkleri ne fen vurur ve anlayışları ne merkezdedir ve nasıl te”vîl bulur? Zîrâ onlar bu âleme Hakk”ın vücûdundan hâric bir vücûd vermişler idi. Halbuki evvelce mevcûd olmayan bir sûret bu âlemde yeniden peydâ olur ve bir müddet sonra da yeniden yok olur. Bu iki yokluk hâli arasında görünen bir varlık ise yok hükmündedir. Ve âlemin hey”et-i mecmûasının hâli budur. Acabâ, âlemin vücûduna bir istiklâl veren bu gevşek i”tikādlıların idrâki, bu adem-i izâfî deryâsının cezr ve meddinden ibâret olan bu nümâyişleri nasıl te”vîl ederler. Ve bu sûretler hangi sâhada zâhir olup, kaybolur?

KENAN RUFA”İ (öl.1950) [16]

1/33

Işk hâhed kîn suhen bîrûn buved

Âyine gammâz nebved çün buved

Tercüme: Aşk, sözün meydana çıkmasını istiyor, ayna gammaz olmasın da ne yapsın?

İzâh: ilâhi vücûdun ve ilâhî mânânın orada bulunduğu “gayb âlemi”nde bize ne gösterilmiş ve ne kadar gösterilmişse onu aksettirecek tek vâsıta, böyle bütün kirlerden ve paslardan aşk eliyle temizlenmiş parlak bir can aynasıdır.

1/34

Âyinet dânî çirâ gammâz nîst

Zân ki zengâr ez ruheş mümtâz nîst

Tercüme: Senin can aynan niçin “gerçeği” göstermiyor? Kirlerden ve paslardan temizlenmemiş de ondan.

İzâh: Bu can aynasının saflığı, nefsin mânevî hazlardan ve dünya paslarından arınması sâyesinde mümkündür. Nefsin bu mânevi terbiyesi ve bir ruh sağlığına kavuşması da kendilerine Tanrı güzelliği vurmuş kimseler karşısında duyulan aşka bağlıdır. Şu şartla ki göz ve gönül, o güzellerde “görünen”i değil, bu “görünen”de tecelli eden ilâhî güzelliği görüp, onu sevmediği bilecek hale gelmelidir.

İşte sen bu hâle erdiğin zaman, o en büyük sevgili, senin nur dolu kalbine bakarak bu kalbin aynasında kendi güzelliğini görecektir. Ve işte yine o zamandadır ki seven de sevilen de, ey gönlü dünya kirlerinden arınmış olan kimse, sen olacaksın! İnsan olmanın ve insanda Allah”a yükselmenin fazîletini, o zaman anlayacaksın.

TÂHİR”ÜL MEVLEVÎ (öl. 1951) [17]

5/236

Fi”l ü kavl âmed güvâhân-ı zamîr

Zîn du ber bâtın tu istidlâl gîr

Tercüme: İş ve söz, kalbin şâhidleridir. Sen bu zahirî alâmetlerden bir kimsenin içi nasıldır anla.

İzâh: Meselâ; bir adamın sözleri Allah”a Peygambere ve din adına nâsihata dahil olursa, fiillerinde ve amellerinde salah ve ihlâs görülürse onlar, o zâtın sâlih bir kimse olduğuna delâlet eder. Bilâkis, sözü faydasız, fiili de nefsânî hareketler ve muamelelerden ibâretse, o sözlerle o işler de o şahsın fıskına ve fucûruna alâmet olur. Hattâ bir kimsenin huşû ile mi, yoksa eli işte gözü oynaşta gibi mi namaz kıldığı, duruşundan ve yatıp kalkışından anlaşılabilir.

Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, namaz kılarken birinin sakaliyle oynadığını görmüş ve: “Kalbinde huşû ve huzû bulunsaydı, âzâsı da hâşî ve hâzî olurdu” buyurmuştur.

Hazreti Mevlânâ buna misal ve bir hekime hitab olarak diyor ki:

5/237

Çün ne-dâred seyr sırret der derûn

Binger ender bevl-i rencûr ez birûn

Tercüme: Ey hekim; mademki senin sırrın, yâni görüşün ve hastalığı teşhis edişin dâhile kadar gidemiyor, hastanın haricindeki bevline bak da marazın ne olduğunu anla.

İzâh: Eskiden hekimlerin hastalık teşhisleri, nabzın atışlarını yoklamak ve hastanın idrarına bakmakla idi. Bevlin miktarından, renginden ve kokusundan istidlâl ederek hastalığı bilmeye çalışırlardı. Bugün de dirarın tahlilinden bir çok hastalıklar teşhis edilmektedir.

5/238

Fi”l ü kavl ân bevl-i rencûrân buved

Ki tabîb-i cism râ burhân buved

Tercüme: Amel ve söz, hastanın idrarı gibidir. Beden doktoruna bu bir delildir.

İzâh: Yâni bir hekim, nasıl hastanın idrarından hastalığı teşhis ederse, dikkatli bir göz de bir kimsenin fiilinden ve sözünden, onun nasıl kimse olduğunu anlar.

MUHLİS KONER (MESNEVΔNİN ÖZÜ)(öl. 1962) [18]

4/2301

Akl zıdd-ı şehvetest ey pehlevân

Ân ki şehvet mî tened akleş me-hân

Tercüme: Ey pehlivan!.. Akıl şehvetin zıddıdır. Şehvet dokuyan akla, akıl deme

4/2302

Vehm hâneş ân ki şehvet râ gedâst

Vehm kalb-i nakd-i zerr-i alkhâst

Tercüme: Şehvetin dilencisi, mağlûbu olan kimseye vehim sahibi de!… vehim akıllar altununun kalpıdır.

4/2303

Bî- mihek peydâ ne-gerded vehm ü akl

Her du râ sûy-i mihek kon zûd nakl

Tercüme: Vehim ile akıl mihenksiz meydana çıkmaz. Her ikisini de acele mihenk tarafına naklet (mihenge vur).

4/2304

În mihek Kur”ân u hâl-i enbiyâ

Çün mihek mer kalb râ gûyed biyâ

Tercüme: Bu mihenk de Kur”an ile Peygamberlerin halidir. Çünkü mihenk (Kur”an ve Peygamber) her kalbe daima “Gel” der.

İzâh: Vehim, şehvetten doğar. Hakikî akla sahip insan şehvete esir olmaz. Akıl, halis altun ise vehim de kalp altundur. Vehimliler, kararsız ve karaktersizlikleri dolayısıyla kalp altuna benzerler. Halis altun olan akıl ile kalp olan vehmin mihengi ise Kur”an ve Peygamberlerdir. Derin bir iman ve bağlılıkla kendini o mihenge vurur isen hüviyetin meydana çıkar. Nitekim müşriklerde, azgınlarda; nefsi emmarenin esiri olanlarda aklın işi olan hakiki tefekkür kudreti kalmamış ki hidayet yolunu görsün. Bunun için Kur”an ve Peygamberler onlara der ki; “Sen bizim yüksek mertebemizin ehli değilsin. İşte kendini bize vurmakla mahiyetin meydana çıktı.”

Şimdi Mevlâna binnetice buyuruyorlar ki: “Vehim, âlemleri yakan Fir”avn”udur. Akıl ise canları aydınlatan Musa”nındır.”

Müteakiben Cenebı Pir, bu münasebetle Musa ile Fir”avn arasında geçen soru ve cevapları zikrediyorlar.

Şimdi Fir”avn Musa”ya; sen kimsin dedi?

Musa: “Ben aklım… Tanrı”nın elçisiyim.”

Fir”avn: “Sus: hayhuyu bırak da eski adını söyle!”

Musa: “Benim mensup olduğum topraktır, su ve balçıktır. Tanrı; suya, toprağa can ve gönül vermiştir. Benim bedenimin dönüp gideceği yer de topraktır, senin gideceğin yer de… A, mağrur!. Sen de, biz de hep toprak olacağız. Senin mevkiin rütben de kalmayacaktır.”

Fir”avn: “Senin bu addan başka bir adın daha var ki, o, sana daha çok yaraşır. Fir”av”nın kulu; bedeni, canı onun nimetiyle beslenen kul… kanlı, kaatil, hakbilmez kul…

Musa: “Haşa… O, padişaha kimse şerik olamaz. Kullarına ondan başka başbuğ yoktur. Bana suret veren de O”dur, nakş eden de… ondan başkası böyle bir davaya kalkışamaz… Sen, benim kaşımı bile yaratmıya kadir değilsin.”

Fir”avn: “Bunları burak hele… Benim hakkım; tuz, ekmek hakkı bu mudur?…

Musa: “Kıyamet gününün horluğu çok güçtür. Hayırda, şerde bana riayet etmezsen kıyamette halin çok fena olur. Görünüşte senin işini yıkıyorum amma, bir dikeni, gül bahçesi haline getiriyorum.”

Şimdi Mevlâna, Musa”nın bu son cevabı münasebetiyle şu hakikati anlatıyorlar: Mamurluk, viranlıkta: topluluk, dağınıklıkla: düzelme, kırılmada; murat, muratsızlıkta; varlık yoklukta olup, hep zıdlar da bunun gibidir.

Birisi yeri bellemeye sürmeye başladı. Ahmağın biri ona dedi ki: “Bu yeri neden böyle yarıp, harap ediyorsun?…”

Adam cevap verdi: “A ahmak… git benimle uğraşma!… sen yapılmayı yıkılmada bil!… bu yer böyle yıkılıp harap olmadıkça nasıl gül bahçesi haline gelir. Yara nişterle değişmedikçe eyileşir mi?… ahlatın ilaçtan yanmadıkça hastalığın nasıl geçer?… terzi kumaşı param parça eder, bir kimse çıkıp ta o terziye: Bu canım atlası neden parça parça ediyorsun, ben kesik kumaşı ne yapayım?… der mi? Her eski binayı yenilerken evvalâ o köhne yapıyı yıkmazlar mı?… buğday değirmende ezilmese ekmek olur da soframızı süsler miydi?…”

Şimdi Mevlâna bu hikmetlerden sonra tekrar soru ve cevaba geçiyorlar:

Musa devamla: “Kendini hayli zamandır heva ve hevese kul köle ettin… bunun için ben de senin ejderhana karşı bir ejderha getirdim ki, onunla seni ıslah edeceğim.”

Fir”avn: “Sen, pek usta bir büyücüsün; bu ülkeye bir ikiliktir saldın…”

Musa: “Ben Tanrı emrine gark olmuşum… hiç Tanrı adıyla büyücülük olur mu?… büyücülüğün temeli gaflettir; halbuki Musa”nın canı din meş”alesidir. Benim nerem büyücülere benzer. Benim nefesimi Mesih bile kıskanır. Hakikati göremiyorsun. Döndün de başın döndü mü? Gözüne oda dönüyor görünür. Her şeyi kendine göre görür ve idrâk edersin.”

FİRUZANFER (öl. 1970) [19]

(ASLI FARSÇA)

1/20-21

Ger bi-rîzî bahr râ der kûzeî

Çend guncer kısmet-i yek rûzeî

Kûze-i çeşm-i hârîsân pur ne-şod

Tâ sadef kani” ne-şod pur-dur ne-şod

“Denizi bir testiye döksen ne kadar sığar? Bir günlük kısmet! Harislerin göz testileri dolmaz; halbuki sedef kanaat etmedikçe içi inci dolmaz.”

(Beyitte)

Servet edinme ve para biriktirme hırsının sonu olmadığı ve sınır kabul etmediği ifade edilmektedir. Her ne kadar insanın varlığı ve ona bağlı olarak güçleri sınırlı da olsa, hırsı bu-durumun aksine- sonsuzdur. Haris kimse servet edinmeye asla doymaz, mal mülk edindikçe ihtirası daha da artar. (Şair) bu durumu, deniz suyu ve testi benzetmesiyle açıklıyor: deniz engin, testi ise küçüktür. Ancak, hazne ölçüsünde su alır. Harislerin gözü ise (küçücük) olmasına rağmen asla doymaz. (…)

Eskilerden bazıları, incinin aslının, ağzı açık bir istiridyenin (sedef) içine düşen yağmur damlaları olduğuna inanmışlardır. (…) bu yüzden halkın bu inanışı meydana gelmiştir. Ebû Reyhâni Bîrûnî (363-440/973-1048) bu inanışı reddetmiştir.

Mevlânâ deniz suyuyla yetinip içi inci ile dolan sedefi örnek veriyor. (…)

ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI (öl. 1982) [20]

Tanrı”ya, duyar, görür demekten maksat

4/215

Ez pey-i ân goft Hak hod râ basîr

Ki buved dîd-i veyest her dem nezîr

Tercüme: Tanrı, görüşü her solukta seni korkutsun diye kendisine “Her şeyi gören” dedi.

4/216

Ez pey-i ân goft Hak hod râ semî”

Tâ bi-kendî leb zi goftâr-i şenî”

Tercüme: Tanrı, kötü sözlerden ağzını yumasın diye kendisine “Her şeyi duyan” dedi.

4/217

Ey pey-i ân goft Hak hod râ alîm

Tâ neyendîşî fesâdî tu zi bîm

Tercüme: Korkasın da bozgunculuğa âit bir şey düşünmeyesin diye Tanrı, kendisine “Her şeyi bilen” dedi.

4/218

Nîst înha ber Hudâ ism-i alem

Ki siyeh Kâfûr dâred nâm hem

Tercüme: Bunlar, bizim adlarımız gibi Tanrı”ya verilmiş adlar değildir; çünkü Zencîye de Kâfûr adını korlar.

4/219

İsm müştakk est ü evsâf-ı kadîm

Ne misâlî illet-i ûlâ sakîm

Tercüme: Tanrı”nın adı, sıfattan meydana gelmiştir; sıfatlarınınsa önüne ön yoktur; İllet-i Ûlâ örneği gibi sakat, saçma bir şey değildir.

ŞERH:

215/219:

İnsanlara, hayvanlara, eşyâya konan adlar, o ada sâhip sayılanların, kendi cinsinden olanlardan ayırt edilmesi içindir; ad sâhibinin sıfatına, huyuna uygun adı olabilir. Bunun aksi de mümkündür. Kâfur bembeyazken Zencîye de ad olabilir. Allah”ın adlarıysa (Esmâ-yı Hüsnâ- Güzel Adlar), kendi tarafından konan ve Kur”ân-ı Kerîm”de bildirilmiş olan adlardır ve her biri, Allah”ın bir sıfatını bildirir; Basîr, Semî”, Alîm yani her şeyi gören, duyan, bilen gibi adlar vasıflardır; çünkü Allah cisimden münezzehtir; gözle görmez; kulakla duymaz; bir şey olduktan ve onu belledikten sonra bilmez. Gözle görülen, görülmeyen; kulakla duyulan, duyulmayan her şeyi olmadan ve olduktan sonra bilgisiyle kavrar; bu yüzden bilgisiyle görür, duyar; bilgisiyle ezelî ve ebedîdir. Allâh”ın sıfatlarının, zâtının aynı, yâhut gayrı olduğu, ne aynı, ne gayrı bulunduğu uzun bir bahistir; Kelâm kitaplarında tafsîli geçen bu bahse girmeyi lüzumsuz bularak şunu belirtelim ki; sıfatları zâtiyle kaaimdir; sonradan olma değildir. İllet-i Ûlâ yâni yaratışa, yaratılışa sebep, Hukemâ mesleğince yaratıcı kudretin fa”al yeni aktif kabiliyeti olan Akl-ı Küll”dür; bu, pasif bir kaabiliyet meydana getirmiş, gökler, bu iki kaabiliyetten meydana gelmiş, onların dönüşü, dört basit unsuru ızhâr etmiş, göklerle unsurlardan da cansızlar, nebatlar, canlılar zâhir olmuştur. Gerçek sûfiler felsefeyi, Hukemâ mesleğini kabûl etmezler; esasen de bu inanç, İslâma aykırıdır. İslam dininde her şeyin yaratıcısı Allah”tır; Hukemâ”ya göreyse, “birden ancak bir sudûr eder.” Diğer varlıklar Akl-ı Küll”le Nefs-i Küll”den vücud bulur ve yaratıcı kudretten sudûr vardır. (I. Ciltte 2029. beytin şerhine bk.) gerçekten sûfilerin ve bilhassa Mevlâna”nın bahsettiği Akl-ı Küll, ilk taayyündür; yâni bütün kâinatın Tanrı ilminde, ilmî sûretle sâbit olmasıdır ki buna “Hakıkat-i Muhammediye” denir. (bk. Ta”rîfât, s. 60-62). Hz. Muhammed”in hakıykatinin her şeyden önce yaratıldığı, başka bir deyimle hilkate sebep olduğu hakkında bir çok hadîsler mevcuttur. (bk. Bıhâr”ül-Envâr; c. 15-16; Tehran- Dâr”ûl –Kütüb”il- İslamiyye; s. 2-36).

Aynı zamanda Mevlâna, bâzı beyitlerde “Akl-ı Küllî, Akl-ı Küll” tâbirleriyle Haz. Muhammed”den ve onun nâibi olan kâmil mürşitten feyz alan, gerçeği idrâk eden aklı, “Cüz”i- parça- buçuk akıl” sözüyle de yalnız gününü, geçimini ve dünyâyı düşünen, gerçeği bulamayan, aramayan aklı kastetmektedir.

ŞEFİK CAN (d. 1910) [21]

3/1911

Hest îmâneş berâ-yi hâst-i û

Nî berâ-yi cennet ü eşcâr u cû

Tercüme: O kâmil insanın imanı, Allah rızâsı içindir; cennet için, ağaçlar için dereler için değildir.

Îzâh: Yunus Emre Hazretleri:

    “Cennet cennet dedikleri,

    Birkaç evle, birkaç bir kaç huri,

    İsteyene ver sen anları,

    Bana seni gerek seni.”

Demedi mi? Râbi”atü”l- Adeviye Hazretleri de; “Ya Rabbi! Ateşinden korkarak yahut cennetini umarak sana kullukta bulunmadım. Ben, Sen”i bulmak sana kavuşmak için ibâdet ettim.” Diye Hakk”a yalvarmıştı. Ebû Hâzim Medenî hazretleri ise; “Ben cehennem azabından korkarak Rabbim”e ibâdet etmekten utanırım. Çünkü o vakit, korkmazsa iş görmeyen kötü bir köle gibi olurum. Kezâ, cennet için ibâdette bulunmaktan da utanırım. Çünkü o zaman ben, ücreti verilmezse çalışmayan amale gibi olurum.” Diye buyurmuştu. Rivâyete göre büyük sûfî Amr bin el-Fâriz hazretleri can vermek üzre iken, Şeyh Burhaneddin İbrahim; “Bunu nereden çıkardın?” diye sordu. İbn-i Fâriz; “Ben ölürken velîlerden birisinin yanıma gelmesini Hakk”tan niyaz etmiştim; sen geldin. Anladım ki sen de onlardansın.” Şeyh Burhaneddin diyor ki: “Cennet İbn-i Fâriz”a göründü. Onu görünce rengi attı ve âh ederk şu beyti okudu:

“Allahım! Sen”in indinde (=yanında) benim derecem bu ise, ben ömrümü boşuna harcamışım!” Ben; “Efendim bu makam cennet makamıdır, çok yücedir.” dedim. Şeyh hazretleri; “Ya İbrahim! Râbi”atü”l- Adeviye bir kadın iken cehennem korkusu ve cennet arzusu ile değil, ancak Hakk”ın cemâlini görmek, Hakk”a kavuşmak için ibâdet ettiğini söylemişti. Bu makam, o makam değildir.” dedi. Ondan sonra gülerek rûhunu teslim etti. Muradının hasıl olduğunu gülüşünden anladım.” Rivâyet ederler ki; bir gün Râbi”atü”l-Adeviye hazretleri ile elinde su dolu bir kova, bir elinde de ateş dolu bir küre ile hızlı hızlı gidiyormuş. “Ya Rabi”a! böyle acele ile nereye gidiyorsun?” diye soranlara; “Bu ateşle cennet köşklerini yakmaya, bu su ile cehennemi söndürmeye gidiyorum. Böylece müminlerin cennet zevki ve cehennem korkusu yaşamalarını önlemek istiyorum.” diye cevap vermiştir.


[1] Bknz: D. Mehmet Doğan büyük Türkçe sözlük

[2] Bknz: İslam ansiklopedisi meb. 1970

[3] Bknz: İslam ansiklopedisi meb. 1970

[4] Bknz: Abdülbaki Gölpınarlı, şark İslam klasikleri mesnevi 1. cilt, İstanbul 1991 sf: 5-6

[5] Bknz: Abdülbaki Gölpınarlı, mesnevî terceme ve şerhi I. II. cilt sf: XIII

[6] Bknz: Sûdi Şerhi İstanbul Büyükşehir belediyesi Atatürk Kitaplığı h. Cafer Ergin h. kitaplığı no: K. 451

[7] Bknz: Şem”i Şerhi, Mevlana müzesi kütüphanesi h. 9120 y. nesih c. ıv20714. cilt

[8] Bknz: Ankaravî Şerhi, Konya bölge yazma eserler kütüphanesi kitap no:134989 tasnif no: 891-55

[9]Bknz: Cezîret”ül Mesnevî, mesnevî”den bazı beyitlerin Osmanlı Türkçesiyle manzum şerhi.Koyunoğlu müzesi ihtisas kütüphanesi T.:819.1

[10]Bknz: Sarı Abdullah Efendi Mesnevi Şerhi, Koyunoğlu müzesi kitaplığı demirbaş no: 50993 tashif no: t 819.1

[11]Bknz: Bursevî Şerhi, Konya bölge yazma eserler kütüphanesi kitap no:5910 tasnif no: 297-711

[12]Bknz: Şerh-i Cezîre-i Mesnevî, Erzurum 1996 Atatürk üniversitesi fen edebiyat fak. yayınları

[13]Bknz: Müntehabât-ı Mesnevî, konya bölge yazma eserler kütüphanesi kitap no:4661 tasnif no: 297-711

[14]Bknz: Abidin Paşa Mesnevî Şerhi, Mahmut bey matbaası, maarif nezaret-i celilesinin ruhsatıyla basılmıştır. 3. baskı dersaadet İstanbul h. 1300. sefa odabaşı arşivi

[15]Bknz: Ahmed Avnî Konuk Mesnevî Şerhi, hazırlayan: doç. dr. Dilaver Gürer, Mevlânâ Müze ve Kütüphânesi, d. no: 4740, vı. cild, 32. defter, s. 1209-911.

[16]Bknz: Şerhli Mesnevî-i Şerîf, Ken”an Rifâî Kubbealtı neşriyat İstanbul 2000 2. basım

[17]Bknz: Tahir”ül Mevlevî Mesnevî Şerhi, cilt14. sf:68-69 Ahmet Said matbaası İstanbul 1975

[18]Bknz: M. Muhlis Koner Mesnevî Şerhi, Yeni Basımevi Konya 1961

[19]Bknz: Firuzanfer Şerh-i Mesnevî Şerif, c.I, sf:27-28, Tahran, 1346 h.ş.

[20]Bknz: Mesnevi Tercemesi ve Şerhi, Terceme ve Şerh eden: Abdülbaki Gölpınarlı ,2. baskı ,İstanbul-1983,III.-IV. Cilt, İnkılap veAka Kitapevleri

[21]Bknz: Şefik Can Konularına göre açıklamalı Mesnevî, Ötüken neşriyat, İstanbul, 1. baskı,1999

ETİKETLER: