MESNEVİ HİKAYELERİNİ GÜNÜMÜZE SUNMAK – Mehmet Demirci
MESNEVİ HİKAYELERİNİ GÜNÜMÜZE SUNMAK
“Mesnevî’yi Bugün Okumak” Panelinde sunulan konuşma metni,
16 Aralık 2008, Selçuk Ü. Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi-Konya
“Okumanın mânâsı”
Panelimizin adı “Mesnevi”yi Bugün Okumak”tır. “Okumak” deyince ilk hatıra gelen şey, bir metni gözle veya seslendirerek çözmek, anlamaya çalışmaktır. Bunun sesli olarak yapılan şekline “kıraat” denir. Panele bu isim verilirken düşünülen amacın kıraat olmadığını sanıyorum. Elbette Mesnevi”yi “kıraat” anlamında okumak da bir iştir, faydadan hâli değildir.
Ama zannediyorum burada “okumak”la kastedilen anlamak, yorumlamak, açıklamak, şerh etmektir. Sonunda asıl şu anlam hayat bulmalıdır: “Okumanın mânâsı kişi kendin bilmektir.” Bu vesileyle “Mesnevi Şerhi geleneği”ne kısaca temas edelim.
Mesnevi Şerhi Geleneği
Mevlânâ Celâleddin”in meşhur eseri Mesnevi çok ilgi görmüş bir kitaptır. Zaman içinde onun beyit beyit açıklanması bir gelenek halini almıştır. Bu açıklamalar sırasında en geniş şekilde tasavvuf meseleleri işlenirdi. Bunun yanında din, ahlak, şiir, edebiyat, tarih gibi çok geniş bir alanda dolaşılmış olurdu. Böylece bu sâhalara ait bilgiler, görüşler, yorumlar aktarılırdı. Bütün bu faaliyetler tekkede, câmide veya bir sohbet mahallinde icrâ edilirdi.
Bu tür açıklamalar çok öğretici olurdu. Kültür tarihimizde şerhi yapılan pek çok kitap vardır ve bunlar yazılı haldedir. Ama Mesnevi kadar geniş kitlelere hitap edene rastlanmaz. Elimizde yazılı Mesnevi şerhleri de vardır[1]. Sözlü ve canlı olarak yapılan açıklamalar ise, halk eğitimi bakımından daha önemlidir. Bu tür canlı okumalar kültür ve bilgi aktarımı yanında, Fars dili ve edebiyatının tanınması ve revaç bulmasına da yardımcı olurdu.
Zamanla kurumlaşma da ortaya çıktı. Mesnevi okutup açıklamalarını yapanlara “Mesnevihan” dendi. Bunlara icâzet / bir tür diploma verilerek işin daha sağlıklı yürütülmesi cihetine gidildi.[2] Hattâ sadece Mesnevi okutmak için “Dâru”l-Mesnevi” adlı kurumlar açıldı. İstanbul”da en son yapılan Dâru”l-Mesnevi”nin Çarşamba Pazarı”ndaki Murat Molla dergâhı şeyhinin eseri olduğu belirtilir[3]. Buradaki icâzet töreninin yapıldığı gün, devrin padişahı Sultan Mecidde debdebeli bir alayla gelmiş, icâzet alanlara kıymetli hediyeler vermiştir.[4]
Aslında Mesnevi en geniş şekilde Mevlevi tekkelerinde ve kısmen başka dergâhlarda ve câmilerde, muayyen zamanlarda okutulup açıklanmakta idi. Bu faaliyetlere dinleyici olarak sâdece Mevleviler değil, tarîkat mensûbu olsun olmasın konuya ilgi duyan herkes katılabilirdi.
Câmilerde yapılan Mesnevi şerhine bir örnek olarak Tahiru”l-Mevlevi”nin (1877-1951) eseri Şerh-i Mesnevi“si gösterilebilir. Kendisi son dönemin iyi yetişmiş Mevlevilerindendir. Fatih Camii”nden başlayıp, Süleymaniye ve Lâleli camilerinde devam eden Mesnevi dersleri vermiştir.[5] İşte bu şerh, o derslerdeki takrirlerin yazıya geçirilmiş şekli olup, Mesnevi”nin 5. cildinin 1148. beytine kadar olan kısmının şerhidir. Bir başka ifadeyle, tamamı 25618 beyitten oluşan Mesnevi”nin 17309. beytine kadar olan kısmının şerhi basılı olarak elimizdedir.
Başka dergâhlarda yapılan şerhlere örnek olarak da “Şerhli Mesnevî-i Şerif” verilebilir. Eğitimci ve mutasavvıf Kenan Rifai”nin (1867-1950) sağlığında şifahî olarak Mesnevi şerhi dersleri yapmış ve öğrencileri tarafından dikkatle kayıtları tutulmuştur. İşte bu notlardan Mesnevi”nin birinci cildine ait olanları, öğrencisi Sâmiha Ayverdi ve edebiyat târihçi ve araştırmacısı Nihad Sâmi Banarlı tarafından uzun yıllar süren titiz bir çalışmayla günümüz Türkçe”sine aktarılmıştır. Eser, hacimli tek cilt halinde basılmıştır.[6]
Tevhid Çizgisi
Mesnevi”de bir çok konu yer alır. Bu kitaba “Mağz-ı Kur”an” denmiştir. Yani onda Kur”an”ın özü ve ruhu hakimdir. Kur”an”ın özü ise tevhiddir. Tevhid, Allah”ın birliğine inanmadır. Tasavvuf inanışı bu birlemeyi sadece zihinde var olan bir düşünce olarak bırakmamıştır. Onu adetâ hayata yaymış, yaşanır, teneffüs edilir bir hale getirmiştir. Buna göre, tek gerçek varlık Hak Taalâ”dır. Eşya ve kâinat müstakil varlığa sahip olmayıp, Allah”ın isim ve sıfatlarının birer tecellisinden ibarettir. Bu bakış açısı; bütün gücü, kuvveti ve varlığı Allah”ta görmeye götürür. Elbette biz de varız, ama varlığımız Allah”tandır. “Olma derse yok olur ol dem hemân”.
Bu durum bizi ve eşyayı değersizleştirmez. Aksine, Allah”ın tecellisi olduğu için, her zerrede bir güzellik ve kutsallık olduğu inancına götürür. “Severiz her güzeli senden eserdir diye.”
Bu tevhid inancının İslâm tasavvuf düşüncesinde bir devamlılığı vardır. Şu söz meşhurdur: “ Tevhid ağacını Bayezid-i Bistami (ö.234/848) dikti, Hallac-ı Mansur (ö.309/922) onu kanıyla suladı, Muhyiddin-i Arabi (ö. 638/1240) ise meyvelerini derledi.”
Elbette Mevlânâ da zincirin bir halkasıdır. Nitekim o: “Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada bir”den başka ne görürsen puttur.” der [7]. Ve ilâve eder: “Bâki olan renk ancak Allah”ın rengidir. Ondan başka renkler, bil ki çan gibi iğreti ve takmadır.”[8]
Bu tevhid çizgisini iyi bilen ve takip eden şârihler, Mesnevi beyitlerini açıklarken tasavvuf kültürünün bütün birikimlerinden istifade etmişlerdir. Bu arada en önemli referanslarından biri de İbn Arabi”nin düşünceleri olmuştur. Muhyiddin İbn Arabi, velûd bir müellif olup, Fusûsu”l-Hıkem ve el-Fütûhâtü”l-Mekkiyye adlı eserleriyle tasavvuftaki tevhid düşüncesini en iyi izah ve formüle edenlerden biridir. Tevhîdin zirvesi olan “vahdet-i vücud” inanışını sistemleştirmiştir.
İbn Arabi-Mevlânâ
Mesnevi şarihleri de elbette İbn Arabi”nin düşünce ve eserlerinden istifade edeceklerdir. Ne yazık ki bunu yanlış bulanlar çıkmıştır.
Milli Eğitim Bakanlığı”nca yayımlanan İslâm Ansiklopedisi“nin “Muhyiddin Arabi” maddesinde Ahmet Ateş özetle şöyle yazar: Anadolu”da İbn Arabî”nin fikirlerine ancak Mevlânâ”nın fikirleri karşı koyabilirdi. Fakat Mesnevî”nin iki büyük şârihi, İsmail Ankarevî (1041/1631) ile Sarı Abdullah Efendi (1071/1661) bütün Mesnevî”yi ilk harfinden başlayarak sonuna kadar, arada bir irtibat olup olmadığına bakmadan, İbn Arabî”nin varlık birliği nazariyesine göre şerh ettiler. Bu suretle Mevlânâ”nın fikirleri tamamiyle bozulmuş ve ortadan kaldırılmış olduğu gibi, Türkiye”de hâkim yegâne tasavvuf telâkkisi İbn Arabî”nin telâkkisi oldu.[9]
İbn Arabî”nin temsil ettiği düşünce ile Mevlânâ”nın fikirleri arasında bu derece farklılık veya muhâlefet olduğu görüşüne katılmak mümkün değildir. Aralarında yabancılık değil, birlik vardır. Aslında bu beraberlik tasavvuf düşüncesinin özelliğinden kaynaklanmaktadır. Hemen bütün mutasavvıflar hadiselere tevhidçi bir gözle bakmışlar, her biri kendi üslûp ve imkânları ile, bir olan Hakikat”in izah ve tafsili ile meşgul olmuşlardır. İbn Arabî ile Mevlânâ arasında aykırılık bir yana, tam bir beraberlik bulmak bile mümkündür. Son zamanlarda neşredilen kıymetli bir Fusus şerhinin takdim yazısında konunun uzmanlarından birisi şöyle yazar:
“İslâm tasavvufunun bu iki büyük eseri (Fusûsu”l-Hıkem ve Mesnevî), biri mensur Arapça, diğeri manzum Farsça, aynı mânâ ve hakikatleri dile getirmektedir (…) Fusus”un mücmel cümlelerindeki fikirleri Mesnevî beyitleri ile şerhedilmiştir. Fusus ile Mesnevî ve diğer büyük sûfilerin eser ve sözlerindeki mânâ birligi, üslûp ve terimleri ne kadar farklı olursa olsun, Hakk”ın ve hakikatin bir olduğunun (…) delili olarak kabul edilebilir.”[10] Bu birliğin tezâhürlerini şârihlerde de görebiliyoruz. Mesela meşhur Mesnevî şârihi İsmail Ankarevî aynı zamanda İbn Arabî”nin Nakşü”l-Fusûs“unu şerh etmiştir. Kezâ son devir Mevlevîlerinden Ahmed Avni Konuk, Fusûsu”l-Hıkem“in güzel bir şerhini yaptığı gibi, kendisinin değerli bir Mesnevî şerhi de bulunmaktadır.[11]
Mesnevi Okumaları
Gelelim Mesnevi”yi günümüzde okumaya. Son yıllarda dünyada ve Türkiye”de Mevlânâ ve Mesnevi”ye karşı ilginin arttığı bir gerçektir. Zengin bir görsellik ve estetiğe sahip olan ve üst seviyede bir musiki eşliğinde icra edilen semâ ve şeb-i arus törenlerinin, alâkanın artmasına bir vesile teşkil ettiği söylenebilir. Ama asıl sebep Mesnevi”nin bizzat kendisi ve onun taşıdığı değerdir.
Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, çeşitli şehirlerimizde, “Mesnevi Okumaları” yapılmaktadır. Bunlar eskiden uygulanan umuma açık şerh geleneğinin günümüzdeki bir devamı sayılır. Bu tür çalışmalara ön ayak alanlara, buralarda hizmet sunanlara ve katılımcılara, kültürümüz adına şükran duyarız.
Hikâyeler ve Yorumları
Bu konuda benim de farklı bir çalışmam oldu. Bu da Mesnevi hikâyelerini yorumlamaktır. Şöyle başladı: Sanırım 19120″lı yılların ortalarıydı. O zaman yayında olan HBB (Has Bilgi Birikim) adlı bir özel televizyon kanalı vardı. Orada bir Ramazan ayında iftar programında konuşmalar yaptım. Buna da değerli kültür adamı Ergun Balcı ön ayak oldu. Bana Mesnevi hikâyelerini konu edinmemin iyi olacağını söyledi. İlk örnekler böylece ortaya çıkmış oldu.
Daha sonra bunların sayısını çoğalttım. Bazıları gazetelerde yayımlandı. TRT radyolarının 2007 Ramazanı iftar programlarında, bir ay boyunca her gün bir hikâye ve yorumunu seslendirdim. Çok ilgi gördü. Bundan aldığım cesaretle sayıyı 40″a çıkardım ve sonunda, “Mesnevi Hikâyelerinden Dersler -40 Hikâye 40 Yorum-“ adıyla kitaplaşmış oldu (Rumi yayıncılık, Konya).
Bilindiği gibi, Mevlânâ Mesnevî”sinde yalnız din ve tasavvuf bilgileri vermiyor. Aynı zamanda eski Şark efsanelerinden, peygamberlere ve evliyâya âit olay ve menkıbelerden örnekler de sunuyor. Mesnevî”de eski kültürlerden süzülüp gelen, bir bakıma insanlığın ortak malı sayılan çok miktarda hikâye yer alır. Bunlardan bâzılarını nereden aldığını kendisi söyler. Hikâyelerin çoğu da muhtemelen şifahî kültürle edindiği birikimin eseridir. Bu yönüyle Mesnevî, kültür ve edebiyat tarihçileri için önemli bir kaynak sayılır.
Mevlânâ”nın Mesnevî”de çeşitli hikâyelere yer vermesinin amacı, bir fikri zihinlere daha iyi yerleştirmektedir. O, çok basit ve etkili bir pedagoji kuralını uygulamıştır. Teorik bilgi ve fikirlerin yalın olarak verilmesi son derece kuru ve itici olur. Halbuki bir olaya, bir hikâyeye bağlı olarak sunulunca kolay takip edilir ve hatırda daha iyi kalır. İşte Mevlânâ”nın üstün yönlerinden biri de bu noktada kendini gösterir. O, en basit olayları, sıradan hikâyeleri bile son derece ustalıklı yorumlarla takdim etmesini bilmiştir.
Ben de bu çalışmada hikâyeleri şerh etmeyi denedim. Beyit beyit şerh geleneğinden farklı olarak, hikâyenin bütününde öne çıkan bâzı konuların hatırlattığı meseleleri açıklamak istedim.
Bu hikâyeler Mesnevî”de çok kere parça parça ve aralarına başka olaylar ve öğütler yerleştirilerek anlatılmıştır. Burada onlar birleştirilerek bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır. Başlangıçta bu mahiyette tek kitaba rastlamıştım. O da Mehmet Önder”in “Mevlânâ Mesnevîden Hikâyeler” (İş Bankası kültür yayınları, 1971) isimli kitabıydı. Daha sonra, özellikle günümüzde benzeri bir çok kitap çıktı.
Ben, hikâyelerden 6 tanesinin metin kısımlarında Mehmet Önder”in kitabından; geri kalan hikâye metinlerinde ise, Mehmet Zeren”in hazırladığı “Mesnevî”de Geçen Bütün Hikâyeler” (Hazen yayınları, 1996) adlı eserden istifâde ettim. Bu arada söz konusu metinlerde yer yer bâzı kısaltma ve değişiklikler yaptım, ayrıca her birini Mesnevî”deki anlatılış biçimleriyle de karşılaştırdım.
Çalışmamda, Mesnevî”de yer alan kırk hikâye ele alınmıştır. Hikâyeden hemen sonra “Açıklama” ara başlığı gelmektedir. Burada hikâyede geçen başlıca konular, onların çağrışımları üzerinde durdum. Önce şerhlere bakarak oralarda işime yarayan malzeme varsa aldım. Hikâyedeki tarihi olayların mahiyetini anlamaya çalıştım. Konuya uygun düşecek Kur”an ayetleri ve hadisleri zikrettim. Asıl önemlisi; hikaye ve mesajının bugünün insanı ve problemlerine ne gibi katkısı olabilir, onu öne çıkarmaya gayret ettim.
Meselâ “Dövme yaptıran adam” hikâyesinde zorlandım. Önce dövmecilik hakkında bilgi topladım. Günümüzde teknikleri değişse de, bazı gençler arasında dövme merakı görülüyor. Onlar da bizim çocuklarımız. Dövme için “Zinhar, haramdır, asla doğru değildir!.” şeklinde mi fikir beyan etmeliydim? İlgili başka hoca arkadaşlarla görüşerek, bu konuda orta yollu bir izah getirmeye çalıştım.
“İhtiyarın Şikâyeti” hikâyesinin de günümüz insanı için önem taşıdığını belirtmeliyim. İnsan ömrü uzadı. Yaşlıların sayısı gittikçe artıyor. “Güzel ihtiyarlık” nasıl mümkün olur, buna dair ip uçları vermeyi denedim.
Örnek olmak üzere bu iki hikâyeyi ve açıklamalarını vermek istiyorum:
DÖVME YAPTIRAN ADAM
Kazvinlinin biri (Kazvin, İran”da Tahran”ın kuzey batısında bir şehir) bir gün vücûduna bir aslan dövmesi yaptırmak ister ve dövmeciye gider:
-Usta, der, bana bir dövme yap, fakat canımı acıtma.”
Dövme ustası sorar:
-Ne resmi istersin vücûduna ne işleyeyim?” der.
Adam:
-Burcum aslandır onun için bana bir aslan resmi çiz, fakat dikkat et bu işi adam akıllı yap” der. Dövmeci sorar:
-Vücûdunun neresine yapayım aslan resmini?” Kazvinli:
-İki omuzumun arasına, der.
Döğmeci iğneleri alıp işe koyulur. Adamın canı acımaya başlar ve feryad eder:
-Aman usta beni öldürdün ne yapıyorsun, diye bağırır. Usta:
-Aslan resmi yap dedin ya onu yapıyorum,” der. Kazvinli sorar:
-Neresinden başladın? Usta:
-Kuyruğundan,” diye cevap verince, Kazvinli:
-Aman iki gözüm, canım ustacığım, bırak kuyruğu, aslanın kuyruğunu yapacaksın diye benim ta kuyruk sokumum sızladı. Canım burnuma geldi. Aslan varsın kuyruksuz olsun. İçime fenâlık geldi acıdan nerdeyse bayılacağım, der. Usta bunun üzerine aslanın başka bir tarafını yapmak üzere iğneleri batırmaya başlar. Kazvinli feryad eder:
-Şimdi aslanın neresini çiziyorsun? der. Usta:
-Kulağını çiziyorum,” der.
Kazvinli can acısıyle bağırır:
-Bırak ustacığım Allah aşkına varsın aslan kulaksız olsun, canım çok acıdı, der.
Usta bu defa aslanın başka bir yerini çizmeye başlar. Kazvinli yine feryad eder:
“Bu defa aslanın neresini dövüyorsun,” der. Usta:
-Azizim şimdi aslanın karnını yapmaya çalışıyorum, der.
Bunun üzerine Kazvinli:
-Aman çok fenâ acıdı canım, bırak iğneleri batırma varsan aslan karınsız olsun, karnı eksik olsun aslanın, deyince; usta sinirlenerek elindeki iğneleri yere atar:
-Bu benim başıma gelen, âlemde hiç kimsenin başına gelmemiştir. Hiç kuyruksuz, başsız, kulaksız ve gövdesiz aslan olur mu? Böyle bir aslanı kim görmüş” diye işi bırakır.[12]
Açıklama
Dövme yaptırmak, mîlât öncesi ilkel toplumlardan kalma bir âdettir. Bu eski toplumlarda, süslenme tutkusu yanında kötü ruhlara karşı korunma amacıyla daha çok yüze dövme yapılırdı. 18. -19. asırlarda dövme yaptırmak Batıda yaygınlaştı. Bir ara İngiliz soyluları arasında moda oldu.
İlkel dövme, deriye yan yana küçük delikler açmak ve bu deliklere is, sürme, mürekkep, kına, çivit gibi boyalı maddeler doldurmak sûretiyle yapılırdı. Hikâyemizdeki dövmecinin bu şekilde çalıştığı anlaşılıyor.[13]
Günümüzde ise özel olarak imal edilmiş elektrikli dövme kâlemleri kullanılmaktadır. Ayrıca acı duymamak için lokal anestezi yapılır.
İlâhî dinler dövme yaptırmayı doğru bulmaz. Tevrat”ta kesin bir dille yasaklanır. Peygamber Efendimizin hadislerinde dövme âdeti yasaklanmıştır. Bunun eski tarz dövme olduğu muhakkaktır.
Yasağın esprisi şudur: İnsanın tabiî görünüşünde zorunlu bir sebep yoksa değişiklik yapılması doğru bulunmaz. İnsan en güzel biçimde yaratılmıştır, ona dışarıdan bir müdâhale iyi olmaz. Ayrıca eski usul dövmenin sağlığa zararı açıktır. Günümüzde bir kısım gençlerimizin dövmeye özendiği görülüyor. Şunu söylemek mümkün: Hoş bir şey değilse de, kolayca silinen boyalarla yapılıyorsa bu tür dövmelere cevaz verilebilir.
*
Hikâyenin sonunda Hz. Mevlânâ şu öğüdü verir: “Kardeş, iğne yarasına sabret ki kâfir nefsin iğnesinden kurtulasın!”
“Vücûdunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tâbidir, bulut da. .”
Yâni vücûdunda acı duymayacak kadar vücuddan kurtulmuş; gönüllerinde gerçekten arslan yatan Allah yolunun yiğitleridir ki, onlara bütün felekler secde ederler.
Mevlânâ”nın bu hikâye vesîlesiyle yaptığı hatırlatma üst seviyeden ve Mevlânâca diyebileceğimiz bir bakışın ifâdesidir: İğne yarasına sabret ki, kötü nefsiyin zararlarından korunasın, diyor.
Konuyu biraz daha basite indirgeyerek şunları söyleyebiliriz: Hiçbir başarı, hiçbir güzel netîce kolayca ve zahmetsiz biçimde elde edilmez. Her şeyin bir bedeli vardır. Arzu edilen sonucun elde edilmesi için bir takım zahmet ve külfetlere katlanmak gerekir.
Meselâ ibâdetlerimiz bir takım fedâkârlıkları gerektirir. Abdestin, namazın, orucun sağlayacağı mânevî güzelliklere kavuşmak için, sırasında onların vereceği zahmete katlanmak icap eder. Hac ibâdeti, masraflı, yorucu, maddî ve mânevî bakımdan dayanıklı olmayı gerektiren bir ibâdettir.
Aynı şekilde nefsini yenip mânevî olgunluğa ulaşmak için, bu konudaki rehber kişinin tavsiyelerine uymak gerekir. Bu tavsiyeler başlangıçta insana ağır ve zor gelebilir. Ama bunlar katlanılmaya değer. Çünkü elde edilecek sonuç gerçekten değerlidir.
Bedeni hasta olan kimse hekimlerin verdiği ilaçları acı da olsa kullanır, aksi takdirde iyileşemez. Sırasında ameliyata, bıçağa, neştere başvurmak gerekebilir. Bu tür operasyonlara ve tedavi sürecinin sıkıntılarına katlanamayan iyileşemez.
Eğitim sürecinin zahmetini göze alamayan tahsil yapamaz. Yorucu ve zor antrenmanlara dayanamayan sporcu alanında ilerleyemez.
Aynı şekilde, mânevî olgunluğa, yüksek ahlâk seviyesine erebilmek için de, nefsimizin isteklerine, hırslarımıza, kibir ve gururumuza karşı koymasını bilmek gerekir. Bütün bu zahmetleri göze alamazsak başarıya ulaşamayız. Tıpkı iğnenin acısına katlanamayan ve sonuçta sırtına arslan dövmesi yaptıramayan kişinin durumuna düşeriz.
İHTİYARIN ŞİKÂYETİ
Yaşlı adamın biri doktora gidip başladı şikâyetlerini saymaya:
“Dimağım yorgun, aklım yerinde değil” dedi.
Doktor: “Akıl zayıflığı ihtiyarlıktandır” dedi.
Adam: “Gözlerim de kararıyor” dedi.
Doktor: “İhtiyarlıktandır” dedi.
İhtiyar: “”Sırtım dehşetli ağrıyor” dedi.
Doktor: “Zavallı dostum ihtiyarlıktan,” dedi.
İhtiyar adam: “Ne yersem yiyeyim bana dokunuyor, hazmedemiyorum,” dedi.
Doktor: “Mide zayıflığı da ihtiyarlıktandır,” dedi.
İhtiyar: “Nefes alırken sıkıntı çekiyorum, nefes darlığım var,” dedi.
Doktor: “Nefes darlığı da ihtiyarlığın eseridir. İhtiyarlayınca insanda iki yüz türlü dert başlar,” dedi.
İhtiyar kızarak bağırdı:
“Bre adam Allah “Her derdin bir dermanı var” dediği halde neden papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorsun, sende ne akıl var ne de bilgi nereden gelip sana çattım!” dedi
Doktor gülerek cevap verdi:
“Ey yaşı altmış, işi bitmiş dostum bu kızgınlık, bu hiddet de ihtiyarlıktandır,” dedi.[14]
Açıklama
Hikâyenin devamında Hz. Mevlânâ şöyle der:
“Yaşlanınca insan vücudunun bütün parçaları zayıflar, yıpranır, sabır da azalır. Yaşlı kimse iki çift söze bile tahammül edemez, bağırıp çağırır. Bazen bir yudum suyu bile sindiremez, kusuverir.”
“Ancak Hak sarhoşu olan ihtiyar müstesnâ. O tertemiz bir yaşayışa sâhiptir. Zahiren ihtiyardır ama hakîkatte çocuktur. Nebi ve veliler böyledir; görünüşte zayıf nahif de olsalar ruhen ve manen güçlüdürler.”
Hikâyede 60 yaş, ileri ve ihtiyarlık dönemi olarak zikredilir. On üçüncü yüzyılda bu doğru olabilir. Bilhassa son zamanlarda tıbbın ilerlemesi ve daha iyi beslenme imkânı sebebiyle, ortalama insan ömrü uzadı. Günümüz îtibariyle ihtiyarlık yaşı daha yükseldi. Bugün “yaşı yetmiş işi bitmiş” ifâdesi daha yaygındır.
Bu hikâye vesîlesiyle, yaşlanma, ihtiyarlama ve güzel ihtiyarlama üzerinde duracağız. İkinci olarak da, bedeni yıprandığı halde, mânevî sağlamlık dolayısıyla bundan olumsuz yönde etkilenmeme konusuna temas edeceğiz.
İnsan bedeni maddî yapıya sâhip bir canlıdır. Bir süre sonra yaşlanması ve fonksiyonlarının yavaşlaması gâyet tabiîdir. En sağlam bildiğimiz demir ve çelik bile zamanla özelliğini kaybeder. Makine üretimi alanında “metal yorgunluğu” diye bir tabir vardır. İnsan organlarının da bir süre sonra yorulması, hattâ iş göremez hale gelmesi söz konusudur. İşitme, görme duyularımız genellikle zayıflar. Hareket kabiliyetimiz azalır.
Bütün mesele bunu nasıl karşılayacağımızdır. Öfkeyle ve isyan ederek karşılarsak daha çok zarar görürüz. Tabii kabul eder ve yeni şartlara uygun tavırlar belirlersek daha mutlu oluruz.
Unutmamalı ki her yaşın zevk alabilecek yönleri vardır. İhtiyarlamış bir kimsenin bâzı yetenekleri zayıflarsa da güçlenen yönleri de olur. Bilgisi tecrübesi, doğru karar verme yeteneği kuvvetlenir. Eşi dostu, evlâtları, torunları ve sevenleriyle birlikte daha mutlu günler geçiren nice yaşlı kimse vardır.
Evet yaşlanmak tabiîdir. Ama bunun da sağlıklı şartlar içinde sürmesi mümkündür. Bedenimiz bize emânettir, onu iyi korumak da dini görevimizdir. Bugün tıp ilerlemiş durumdadır. İlk rahatsızlık belirtisinde, gecikmeden uzman hekime başvurarak onu daha kolay atlatmamız mümkündür. Hekimin tavsiyelerine dikkatle uyup, zamanında gerekli kontrolleri yaptırıp, sağlıklı yaşlanmak bir dereceye kadar elimizdedir.
Peygamberimiz şöyle buyurmuş: “Allah verdiği bir derdin şifasını da verir”[15]
Dilimizde boş söz “Derdini veren Allah dermanını da verir” şeklinde yaygındır.
*
Hikâyemizin sonunda yaşlılıkta mâneviyat kuvvetinin önemine değinilir. Görünüşte zayıf nahif olup da ruhen ve manen güçlü olmaktan söz edilir. Aslında mânevî güçlülük her dönemde gerekli olan bir özelliktir. Ama gençlik yıllarında fiziki enerjinin çokluğu sebebiyle ona olan ihtiyaç fark edilmeyebilir. İleri yaşlarda îman kuvveti insana en büyük destektir. Sürekli olarak hasta veya sakat olup da yüzünde tebessüm, gönlünde ümit ve ışık eksik olmayan kimseler vardır. Onlar imrenilecek insanlardır, etraflarına da hep pozitif enerji yayarlar.
Şöyle düşünebiliriz: Bu beden bana emânettir. Şimdiye kadar beni taşıdı, bugünlere getirdi, ona minnet borçluyum. Ama artık miadı dolmaya başladı, eskisi kadar gücü kalmadı, nihâyet bir gün tamamen pes edecek, ömrünü tamamlayacak. Ama ben sâdece bedenden ibaret değilim. Benim asıl benliğim ve varlığım ruhumdur. O ölümsüzdür. Hak”tan geldi gene O”na gidecektir. Bana düşen ruh sağlığıma daha çok dikkat etmektir. Ruhum bedenimden ayrılınca Rabbine kavuşacaktır, o ana iyi hazırlanmalıyım. Hikâyedeki ihtiyar gibi olur olmaz her şeye kızmamalıyım. Yoruldukça, daraldıkça Rabbime sığınmalı, O”ndan güç ve kuvvet istemeliyim. O beni hep görüp gözetir. Yeter ki ben O”na lâyık tavır ve davranış içinde olabileyim.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Kadın olsun erkek olsun, kim inanarak yararlı bir iş (amel-i sâlih) yaparsa, bilsin ki biz ona dünyada güzel bir yaşayış sunacağız. Ahirette de yaptıklarının karşılığını en güzel biçimde vereceğiz” (Nahl, 16/97)
Peygamber”imizin bir duâsıyla bitirelim: “Allah”ım âcizlikten, tembellikten, korkaklık-tan, bunaklık derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten sana sığınırım”[16]
1 Bu konuda bak. Mehmet Demirci, “Mesnevi Şerhleri ve Şarihleri Hakkında Bir kaç Not”, Mevlânâ ve Mevlevi Kültürü, içinde, H Yayınları, İstanbul, 2008.
[2] Bk Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevi Adab ve Erkânı, s. 150, İstanbul, 1953. Mesnevihanlar için verilen iki ayrı icazet metni için bk. Age, s. 407-408.
[3] Bk. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, c.I, s. 154, İstanbul, 1977. Cami ve medreselerde pek ilgi görmeyen Farsça”nın öğretimi için de Dârulmesnevilerin bir imkân kapısı açtığı belirtilir.
[4] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, s. 400.
[5] Tahir Olgun”un 1948-1951 yılları arasındaki en son Mesnevi dersleri hakkındaki bilgiler için bk. Orhan Okay “Zarif Bir Mesnevihan”, Silik Fotoğraflariçinde, s. 64, Ötüken yayını, İstanbul, 2001.
[6] Bk. Ken”an Rifai, Şerhli Mesnevî-i Şerif, 2. baskı, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 2000.
[7] Mesnevi, V. İzbudak çevirisi, VI, 1528
[8] Age, VI, 4711
[9] Bkz. Ahmet Ateş, “Muhyiddin Arabî” mad. İA, VII, 554.
[10] Mustafa Tahralı, Ahmet Avni Konuk”un Fusûsu”l-Hıkem Tercüme ve Şerhi, I, İFAV, 2. baskı, İstanbul 1994, takdim kısmı, s. 39.
[11] Bkz. Ahmet Avni Konuk, Fusûsu”I-Hıkem Tercüme ve Şerhi, I-IV, hazırlayanlar: M. Tahralı – S. Eraydın, İfav, İstanbul 1989-1992; aynı müellif, Mesnevi-i Şerif Şerhi, I-XIII, yayın koordinatörü: Mustafa Tahralı, Kitabevi, İstanbul, 2006-2009.
[12] Mesnevî, c. I, beyit: 2981 vd.
[13] Bu konuda bk. “Dövme”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, C. IX, s. 521.