Mesnevî Beyitlerinde Sahte Şeyhler, Sahte Mürşidler
Mesnevî Beyitlerinde Sahte Şeyhler, Sahte Mürşidler
Şu davullu, bayraklı ham kişiler gibi… Onlar da, “Bizim yokluk yurdundan haberimiz vardır. Yokluk yolunun ulaklarıyız” diye bağırıp çağırırlar.
Onlar, dünyaya şeyhlik lafını yaymışlar, kendilerini Bayezit Bestami sanmışlardır.
Kendi kendilerini Hakk yolunda yürüyor sanmışlar, Hakk’a ulaştıklarını iddia etmişler, Hakk yurdunda meclis kurmuşlardır.
Damadın evi, karmakarışık kötülüklerle, şerlerle dopdolu; kız tarafının bundan haberi bile yok.
“Bunların çoğu, gösterişe kapılmış, şeyhlik hevesine düşmüş kişilerdir. Bunlar, etraflarındaki saf insanları kandırarak kendilerini mana yönünde ilerlemiş olarak tanıtırlar ve dolayısıyla itibar görürler. Bazen maddi menfaat de sağlarlar. Bunlar, kendilerini Bayezit Bestami zannederler. Fakat şeyhlik edebi nedir? Bir kimse hangi mertebeye varırsa şeyh olur? Ondan haberi yoktur. Kim şeyh olmaya layıktır? Bilmezler. İddialarına bakarsanız, kimseyi beğenmezler. Etrafa kendilerini Bayezit gibi gösterirler. Zavallılar, onun iç yüzünü bilseler, onun gönlünü görebilseler, hürmet ettikleri kişinin Yezit’ten de aşağı olduğunu, hatta Yezit’in ondan ar edeceğini görürlerdi. Çünkü şeyh geçinen bu kişilerin nefs-i emmare sıfatlarından kurtulmuş, nefsin afetlerinden sıyrılmış, Hakk’a nasıl ve ne yüzle vasıl olunur, bilememiş kişiler olduğunu anlarlardı. Bu hasta şeyhler, kendilerini Hakk’a ulaşmış, her şeyi bilmiş ve anlamış, asla şekli kalmamış birer mürşid-i kâmil sanarlar. Ve etraflarına kendilerini öyle tanıtırlar. Bu sebeple halkı Hakk’a ulaştırmak ve onlara yol göstermek için bir meclis kurmuşlar, oraya gelenlere kendilerinin Hakk’a aşina olduklarını, ona vasıl olduklarını söyler dururlar. Hazreti Nebi Aleyhisselamın ve ona varis olan velinin de kendisi öyle tanıdık olduğundan, haber alıp verdiğinden bahsedenler de vardır. Bunlar esma-i ilahîyi tamamladıklarını ve hakikat makamına ulaştıklarını sıkılmadan, haya etmeden söyler dururlar. Etraflarına toplanan temiz kalpli saf kimseler de, onları dinleyip gerçek sanırlar. Bunlar, iddialı damada benzerler. O damadın evi kötülüklerle, şerlerle doludur. Fakat kız tarafının bu kirliliklerden haberi bile yoktur.”
İsmail Ankaravî Dede
• O mukallidin yüzlerce delili vardır. Yüzlerce laf eder. Ağzından yüzlerce söz çıkar. Fakat söylediği sözler, ruhsuzdur, cansızdır.
• Söyleyende can, kudret ve öz olmazsa, onun sözlerinin yaprağı, meyvesi nasıl olur?
Şeriat ve tarikatta taklitçi olan kimseler, peygamberlerin ve velilerin güzel sözlerinden birçok örnekler vererek, deliller getirerek, güzel konuşur, hoş laf eder. Onları, etrafında bulunanlara açıklar, yorumlar. Fakat dikkat edilecek olursa, onun sözlerinde asla ruh yoktur. O sözler, gönüllerde, ruhlarda iz bırakmaz. Çünkü o sözleri söyleyen, söylediklerini yaşamayan bir taklitçidir. Onun sözleri, gönülleri saf olanları kandırır. Biraz uyanık olan kimseler, o sözlerin ruhsuz, cansız olduğunu, gönülden söylenmediğini anlar, hisseder. Yani o sözler Hakk ehlinin kalbine tesir etmez. Ancak o sözleri söyleyen gibi, taklitçi olanlar, o laflardan hoşlanırlar. Hakikat sözü eden, Hakk’tan bahseden kimsenin kalbinde ilahî aşk ateşi, iman nuru yoksa, onun sözlerinde öz yoktur, ruh yoktur.
• Küstahça insanlara yol gösterir, onları yola sokar ama kendisi saman çöpünden bile fazla titrer.
• Sözü pek parlaktır, söz ebesidir. Fakat sözünde de bir titreyiş gizlidir.
Mukallit, mürşidlik makamına geçerek, ezberlediği Peygamberimizin sözleri ve evliya menakıbı ile küstahçasına halkı Hakk yoluna davet eder, onlara yol gösterir. Onları sözde irşat eder. Fakat o kendi nefsinde bir saman çöpünden bile fazla titrer. Onun aklında, amellerinde, sebat ve temkin yoktur. Rüzgâr ne taraftan eserse, ona göre hareket eder. Çeşitli renklere girer. Görünüşte onun sözleri çok güzeldir, kuvvetlidir, inandırıcıdır. Fakat hakikat kulağı ile dinlendiği zaman, o parlak sözlerin ne kadar boş, ne kadar manasız olduğu anlaşılır. Onun sözünde tereddütler gizlidir. Çünkü o sözler, kendinin hâlini ifade etmezler. Onlar, ezberlenmiş sözlerdir. Kalben inanmadığı ve bizzat yaşamadığı hakikatleri, papağan gibi manasını anlamadan tekrar eder durur.
“KAMİL VE ALLAH’A VASIL OLMUŞ BİR ŞEYHİN DAVETE DAİR SÖZLERİ İLE OKUYUP BİLGİ ELDE ETMİŞ KUSURLU KİŞİLERİN SÖZLERİ ARASINDAKİ FARK”
Bu başlıkta ve bundan evvel geçen beyitlerde Hz. Mevlâna, ilimde hayli ilerleyen ve tasavvufi bilgileri öğrenen, güzel konuşmayı başaran, etrafına birçok safdilleri, temiz insanları toplayan mukallitlerden, yalancı şeyhlerden, sahte mürşitlerden bahsetti. Onların hâlini, çeşitli temsillerle açıklığa kavuşturdu.
Günümüzde gerçek müritten çok, böyle sahte şeyhler çoğalmıştır. Temiz gönüllü, imanlı, açıkyürekli müslüman kardeşlerimiz, Hakk yolunda ilerlemek, Peygamberimizin sünnetine tam uyarak, taklidî imanlarını tahkike götürmeye uğraşırken, ün yapmış böyle sahte şeyhlerle karşılaşabilirler. Mürşidi olmayanın şeytan yolunu keser, inancı birçok mümini mürşit aramaya sevketmektedir.
Gerçekten hakiki bir mürşit bulmak, insan-ı kâmilin elinden tutmak, onun göstereceği yolda, Muhammedî yolda yürümek, elbette büyük bir bahtiyarlıktır. Fakat günümüzde böyle mükemmel bir mürşidi bulmak, ona uymak çok zordur.
Asırlardan beri yetişegelen ve tam Muhammedî yolda yürüyen büyük velilerin yazdıkları kitapları okumak için, eskiden Arapça ve Farsça bilmek gerekiyordu. Hamdolsun, bugün en tanınmış velilerin şaheserleri Türkçemize tercüme edilmiştir. Kuşeyri, Abdulkadir Geylani, Gazali, Muhyiddin Arabi, Mevlâna, Ahmed er-Rufai, İmamı Rabbani ve daha isimleri sayılmayacak kadar çok olan velilerin kitaplarını isteyen rahatça bulup okumaktadır. Fakat bu eserleri okuyanların çoğu, bu kitapların içine giremedikleri, daha doğrusu mana ve ruh bakımından bunları kolayca anlayamadıkları ve içlerine sindiremedikleri için, velilerin Muhammedî olan görüşlerini yanlış tefsir etmekte, yanlış yorumlamaktadırlar. Bu, Hakk yolunda, iman yolunda büyük bir tehlikedir, sapıklıktır.
Eskiden Mevlevî dergâhlarında, Hazreti Pir Efendimizin Divan-ı Kebir’i şeyh efendinin çekmecesinde kilitli olarak tutulurdu. Herkesin seviyesi, o mübarek şiirleri anlamaya yetişmediği için, ayak kaydırılmasından korkulurdu. Muhyiddin Arabi Hazretlerinin Füsus-ul Hikem’i de herkesin elinde dolaşmazdı.
Tasavvufi eserleri anlamak, Iedün ilminden zevk almak için tedrici bir yetişme, ilerleme gerekirdi. Bu hususta gerçek mürşitlerin, kâmil insanların yol göstermesi icap ederdi. Hakk’a şükürler olsun, bugün velilerin kitapları kütüphanelerimizi süslüyor, isteyen kolaylıkla buluyor, okuyabiliyor. Fakat anlayamıyor, hazmedemiyor. Anladıklarını yarım anlıyor. Tam anladım sanarak, sapık tevillerde bulunuyor. Hataya düşüyor. İmanı zedeleniyor.
Öz Türkçe söylendiği hâlde Yunus Emre Hazretlerinin ve Yunus Emre gibi tasavvufi şiirler söyleyenlerin şiirlerini okumak başkadır, onları anlamak, zevkine varmak başkadır. Bu bir seviye meselesidir. Bu yetişmeye bağlıdır. İlkokulda okuyan bir çocuğa lise kitaplarını okutmaya benzer. Yukarıda arzettiğim gibi, dilimize, bazıları hatalı da olsa, tercüme edilmiş bulunan çeşitli tasavvufi eserleri okuyanlar ve bunlardan yarım yamalak bir şey öğrenenler, eğer konuşma kabiliyetleri, insanları ikna etme güçleri varsa, herhangi bir zattan el aldıklarını iddia ederek, şeyh olarak ortaya çıkmakta ve şöhret yolunu tutmaktadırlar. Bu türedi şeyhler, mürşit arayan temiz ve saf insanları başlarına toplamakta, onları doğru yola götürüyorum zannıyla, dalalete, İslami olmayan yollara, seviyelerini, bilgilerini üstün görerek, namazına, orucuna düşkün Müslüman kardeşlerini “Şeriatçı” diye hor görmeye bile varmışlardır.
İşte Mevlâna, bu gibi yalancı şeyhleri teşhir etmekte, onların yoluna gitmemeyi tavsiye etmektedir. Çünkü Hz. Mevlâna, tam olarak Muhammedî yoldadır. Ben sağ kaldıkça, Kur’’an’ın kuluyum, diye buyurmaktadır. Bu bir hakikattir ki, okuyup öğrenmek, bilgisizliği giderir. Fakat ilim, her insanı olgunlaştıramaz, kemale yükseltemez, hatta “Ben biliyorum” diye insana gurur verir, benlik verir. Bilmeyenleri küçümsetir, hor gösterir. Hele bildiğine karşılık, bilmediğinin hudutsuzluğunu hiç göstermez. Nabi merhumun şu beytinin manasını da düşünmez, anlamaz:
İlim, bir lücce-i bi sahildir
Onda âlim geçinen cahildir.
Evet… İlim, sahili, kıyısı olmayan bir deniz gibidir. Bu sebeple, burada “Ben âlimim” diyen, aslında cahildir.
Bir şey bilmediğini idrak etmek, irfan işidir. Bu, her kula nasip olmaz. Bilgiyi insan içine sindirmezse, onu yaşamazsa, bu çeşit bilgi insana yük olur. Yunus, bu hususta ne güzel söylemiş:
İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır.
Okumaktan mana ne?
Kişi Hakk’ı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir.
Resul-ü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz, “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, korkmayan gönülden, duyulmayan ve kabul edilmeyen duadan, doymayan nefsten sana sığınırım” buyurmuştur.
Şimdi Mevlâna’ya dönelim, bakalım şeyhler hakkında ne buyuracak:
• Nurlanmış şeyh, insana Hakk yolundan haber verir. Onun sözü de, yüzü gibi nurludur. Söylediği sözlere, nuru da katar, yol arkadaşı eder.
• Gayret et, çalış çabala da, ilahî aşkla mest ol. Nura kavuş. Senin sözün de, onun nuru ile nurlansın.
• Pekmez içinde ne kaynatılırsa kaynatılsın, pekmez tadını alır.
• Havuç, elma, ayva, ceviz… Bunların hangisini pekmez içinde kaynatırsan, ondan pekmezin tadını alırsın.
• Bilgi de nurla karışır kaynaşırsa, inatçı ve kötü kişiler bile, bilgiyle nurlanırlar, aydınlanırlar.
• Ne söylersen, o söz nur olur, ışık verir. Çünkü gök, ancak tertemiz yağmur yağdırır.
• Sen de gök ol, bulut ol, yağmur yağdır. Oluk da yağmur yağdırır ama bir işe yaramaz.
• Oluktaki su iğretidir, muvakkattır. Gelir geçer, hâlbuki bulutlarda ve denizdeki su, yaratılışında vardı.
• Düşünce ve endişe, oluğa benzer. Vahiy, keşf ve ilham ise, buluttur, göktür.
• Yağmur suyu, bahçeyi yüz türlü renklerle süsler. Hâlbuki oluk, komşuları birbirine düşürür, kavga çıkarır.
Tahir-ül Mevlevî – Şerh-i Mesnevî
Hakk yolu tehlikelerle doludur.
• Hakk yolunda yürüyen kişinin uyanık olması gerekir. Çünkü yol, görünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar vardır. Nitekim bu yolda bize kılavuz olacak bir çok tanınmış, parlak isimlerde mânâ kıtlığı, mânâ uymazlığı vardır. Bir çok kişiler, adlarının adamı değildir. Görünüşe kapılmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki:
• Sahte şeyhlerin adları, sözleri tuzaklara benzer. Onların kulağı okşayan, fakat rûhânî olmayan güzel sözleri, ömrümüzün suyunu emen kumdur.
• Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilâhî sırları meydana vuran kumu ara.
• Evlâdım, işte yukarıda anlatılan o kum Allah adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a ulaşmıştır.*
*Ömür suyunu emen kum, sahte şeyhi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da mürşid-i kâmili göstermektedir.
• Allah adamından, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler, o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.
• Allah adamından başkasını, kuru kumsal bil. O kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, seni tüketir.
• Hikmeti, hakîm olan, ârif olan üstün bir varlıktan iste ki onun feyzi ile sen de gerçeği gören bir kişi olasın.
• Zamanı gelince, hikmet arayan kişi hikmet kaynağı olur da, artık o, çalışmaktan, sebeplere baş vurmaktan kurtululur.*
* Hikmet kaynağı olan kişinin, artık ibâdetten kurtulacağı, çalışmayacağı gibi yanlış bir kanaate varmamalıdır. Burada hikmete ulaşan kişinin kîl ü kaalden kurtulması, hal sahibi olması, mürşid aramaktan fâriğ olması bahis konusudur. Peygamber olduğu halde Resûlullah Efendimiz sabahlara kadar namaz kılıyor ve mübârek ayakları şişiyordu. Mevlâna’mızın oğlu Sultan Veled’in bir beytinin mânâsı şöyle: “Artık o, ‘kaal’den ‘hal’e geçer. Böylece hiç şüphesiz vuslat şehrine ulaşır.” Böyle bir kişi; “Artık, biz, ilmimizi ‘Hayy’den, ölmeyen büyük varlıktan alıyoruz.” der de mürşid aramaktan el çeker. Çünkü kendisi mürşid olmuştur.
• Böyle bir Hakk âşıkının sînesi, bilgileri ezberleyen, saklayan bir “levh” iken, kendisi, Allah bilgilerini hıfzeden “Levh-i Mahfuz” olur. Ve onun aklı, vasıtasız olarak, kendi rûhundan zevk alır, feyz alır, nasîb alır.
• Önce aklı, o kişiye bir şeyler öğreten bir hoca iken, sonradan, aklı ona talebe olur.
• Akıl, ona Cebrâil gibi der ki: “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım.”
• “Ey can pâdişahı, sen artık beni burada bırak; sen yürü, ileri git, benim hududum burasıdır.”
• Tenbellik yüzünden, şükretmeyen, sabretmeyen kimse, bilmiş olsun ki, cebr inancı onun ayağını tutmuş, bağlamıştır.
• Cebr inancına kapılan, cebrîlik iddia eden kişi, kendini hasta eder. O hastalık onu alır, mezara kadar götürür.
• Ey gönülden günah işlemeye istekli olan, nefsânî arzularını gizlice tazeleyen kişi, sen, imanı tazele, fakat yalnız dilinle söyleyerek değil de kalbinle tazele.
• Nefsânî istekler, şehvânî arzular tazelendikçe iman tazelenmez, çünkü şehvetin, nefsin dileğine uymak Hakk kapısını kapar, kilitler.
• Sen, çok derin mânâlı ve anlamına dokunulmamış olan sözü te’vil ediyor, ona başka türlü mânâ veriyorsun. Sen Kur’ân-ı Kerîm’i değil, kendini te’vil et, kendini anlamaya çalış.*
* Te’vil etmek: Yorumlamak anlamına gelir. Bir sözden mecâzî anlamlar çıkarmaktır. Batınî inançta olanlar, âyetleri kendi çıkarlarına göre yorumlarlar. Meselâ: Bazı kişiler, meleği, fizikî bir kuvvet olarak yorumlarlar. Böylece şeriat hududunu aşarlar. Mevlâna, Muhammedî inançlara aykırı düşen bütün yorumlara karşıdır. Kezâ Miraç’ı, müfekkire ile yapılmış rûhânî bir haldir diye yorumlamak, dirilmenin madden değil de mânen dirilme olduğunu düşünmek, öyle te’vil etmek mümini imanından eder. Te’vil bâbında müminlere gereken husus şudur ki: Hakk’ın vahdaniyetine, indirilen kitaplara, gönderilen peygamberlere, ahirete, kaza ve kadere, cennet, cehenneme, sorgu ve suale, sevap ve itâba inanmak, Kur’ârı-ı Kerîm’in getirdiği hakîkatlere ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in haber verdiği şeylere hiç şüphe etmeden inanmak, hükümleri te’vile kalkmadan iman etmek gerekmektedir. Bu iş akıl işi, yorum işi değildir, iman işidir. İnandıklarını tatbik etmeden, ibâdet ve tâat etmeden nefsiyle mücâdeleye girişmeden, bu işin edebiyatını yapmak, güzel konuşmak, yorumlarda bulunmak bizi kurtaramaz.
• Sen, kendi heva ve hevesine uyuyor, Kur’ân’a kendi çıkarlarına göre mânâ veriyorsun. Bu yüzden, o yüksek mânâ alçalıyor, eğriliyor, çarpılıyor.
• Çeşitli yüzlerin her birine dikkatle bak, onların vasıflarını, nice olduklarını aklında tut. Belki sûfîlik yolunda hizmette bulunurken yüz tanır olursun da, yüzüne baktığın kimselerin mânevî kimliklerini anlarsın.
• Etrafında insan yüzlü bir çok şeytan vardır. Bu sebeple, her ele el vermek, her ele bağlanmak, intisab etmek uygun değildir.*
* Şeyh Sadi’nin şu beyti Mevlâna’nın beytinin aynıdır: “Her gözü kulağı, ağzı olan âdem değildir. Nice şeytanlar vardır ki, âdem oğlu kılığında görünürler.”
• Görmez misin? Avcı kuşu aldatıp tutmak için ıslık çalar. Kuş gibi ötmeğe çalışır.
• O kuş, kendi cinsinin sesini işitir, havadan iner ve tuzağa düşer.
• Rûhen düşük, alçak bir kişi, bir takım saf kimseleri kandırmak için velilerin sözlerini çalar.
• Velilerin sözleri de, yaptıkları işler de aydınlıktır, sıcaktır, samimidir. Sahte şeyhlerin, aşağı kişilerin işleri ise kandırmak, hile yapmak ve utanmazlıktır.
• Ârifin gülüşü, ne mübârek gülüştür ki, o gülüş, can kutusundaki inci gibi ağızdan gönlü gösterir.
• Mukallidin, sahte şeyhin gülüşü, lâlenin gülüşü gibi uğursuzdur. Ağzını açınca, içinin siyâhlığı görünür.
• Ey dil, sen, hem tükenmez bir hazinesin, hem de dermanı bulunmaz bir dertsin.
• Sen hem kuşları tuzağa düşüren hilesin, ıslıksın, hem de insana ayrılık zamanında eşsin, dostsun.”*
Mevlâna bu beyitlerde dil üzerinde duruyor. Dil güzel şeyler, konuştuğu zaman iyidir, kötü şeyler konuştuğu zaman kötüdür. Atalarımız: “Dil yılanı ininden, insanı dininden çıkarır” demişlerdir. Bu beyitte sahte şeyhlerin güzel konuşmaları ile saf insanları kuşlar gibi avladıklarına işâret ediyor, hem de hicrandaki Hakk âşıklarına, güzel ledünni sözlerin dost olduğunu haber veriyor.
• Nefsin isteklerine uyan kişi, saman çöpü gibidir. O, her arzu rüzgârının önüne düşer, savrulur durur. Sebatlı, ihtiyatlı kişi ise dağa benzer. Bir dağ hiç esen rüzgâra değer verir mi?
• Her tarafta gulyabaniler, yâni sahte şeyhler var. Onlar seni çağırıp durmadalar ve sana; “Kardeş; yol mu arıyorsun? Yol işte burada, buraya gel!” diye seslenmedeler.*
* Gulyabani: Çöllerde yalnız başına giden kimsenin karşısına çıkıp onun yolunu vuran cin, Yâhut şeytanmış. Böyle bir yaratığın olmadığına dair bir hadîs-i şerif vardır.
“Yolcuların gördükleri, kendi vehimlerinin şahıs halinde karşısına çıkmasıdır.” Hz. Mevlânâ burada gulyabani ile mânevî yol gösterme iddiasıyla onun bunun yolunu vuran şeyh ve mürşid taslaklarını anlatmak istiyor.
• Onların her biri; “Ben, bir yol gösterici ve kılavuzum. Gel, bu çok tehlikeli ve ince yolda ben sana arkadaş olayım.” der.
• Aslında, seni çağıran o sahte şeyh ne kılavuzdur, ne de Hakk yolunu, hakîkat yolunu bilir. Ey Yûsuf! O kurt huylunun yanına çok gitme, az git!
• Bu dünya sarayının yağlı, ballı tuzaklarına düşmemek, görünüşe aldanmamak ihtiyattır.
• Çünkü bu fânî dünyanın ne tadı vardır, ne de tuzu. Dünya nimetleri ile, geçici güzellikleri ile bizi aldatır, sihir okur, kulağa üfler.
• “Ey nûr gibi apaydın kişi! Gel, bize misafir ol. Ev senindir, sen de benimsin.” der.
• Akıllılık, tedbir ve ihtiyat ona derler ki; “Midem rahatsızdır; dünya nimetlerinden daha fazla bir şey yiyemem, kendim de hastayım. Şu mezar gibi olan dünya beni hasta etti.” diyebilesin.
• Yâhut da; “Benim başım ağrıyor; sen bu ağrıyı geçirmeye bak. Halbuki isteklerinle beni daha çok rahatsız ediyorsun. Baş ağrımı artırıyorsun.” ya da; “Dayımın oğlu beni çağırdı. Ben oraya gidiyorum.” diye dünyayı aldatasın, başından savasın.
• Çünkü, bu dünya sana tatlı bir şerbet verecek olsa, ona zehir karıştırır, öyle verir. Bu yüzdendir ki, bedeninde yaralar açılır.
• Sana, elli yâhut altmış altın verse bile, ey balık gibi gâfil olan kişi; o verdiği altınlar ettir. Seni avlamak için, onları oltasına takar da sana öyle uzâtır.
• Dünya sana bir şey verecek olsa, onu yalandan verir. Hilecinin sözü, içi çürümüş ceviz gibidir.
• O çürümüş cevizlerin takırtısı, yâni dünya nimetleri, dünyanın sana olan vaatleri, senin aklını çeler. Çünkü, yüzbinlerce akıl onun için bir akıl bile değildir, yâni dünya yüzbin aklı bile bir yola sokar.
• Senin gerçek dostun, senin hurcun ve kesen gibidir. Eğer sen Râmin isen, Vise’den başkasını arama!*
* Hurc ve kese: Hakk yolu yolcusunun mânevî kalbinin sembolü olup, onun içine konacak mânevî azık ile salık Hakk yolunda ilerleyebilecektir.
Vise ve Ramin: İran Selçukluları şairlerinden Fahreddin Esad tarafından yazılmış bir aşk hikâyesidir. Ramin adlı bir delikanlının Vise adlı bir kıza âşık oluşunu anlatan ve sekizbin beyitten meydana gelen bu eserin hicrî V. yüzyılda yazıldığı söyleniyor. Mevlânâ’dan ikiyüz sene önce yazılan bu hikâye, şark edebiyatında “Leylâ ve Mecnûn” gibi meşhur bir aşk hikâyesidir.
• Senin zâtın yâni özün, senin kendin, senin Vise’n ve sevgilindir. Senin dışında olanların hepsi de sana âfettir, baş belasıdır.
• Tedbir ve ihtiyat ona derler ki: Dünya nimetleri, dünyaya ait zevkler, istekler hararetle seni dâvet ettikleri zaman; “Bunlar beni seviyor, bunlar bana hayran, hepsi de benim yüzümden sarhoş, hepsi de beni özlüyor.” demeyesin.
• Onların seni dünya ziyâfetine dâvetlerini, kuşlara çalınan ıslık bil! Avcı pusuda gizlenmiştir de, kuş gibi öter durur.
• Kurnaz avcı; “Bu sesi, bu ötüşü bu yapıyor.” diye ölmüş bir kuşu önüne koymuştur.
• Kuşlar, onu kendi cinslerinden sanıp etrafına toplanırlar. Avcı ise, onları yakalar ve derilerini yüzer.
• Ancak Allâh hangi kuşa tedbir ve ihtiyat duygusunu vermişse, o kuş, o yeme, o tuzağa aldanmaz.
• İhtiyatsızlık, tedbirsizlik gerçekten de pişmanlık verir.*
*Bu beyitlerde geçen kuşları avlayan avcı, mürşidlik ve şeyhlik iddia eden, tasavvuf kitaplarından derlediği bazı sözleri ezberleyerek halka irfân sözleri söyleyip onları avlamak isteyen ikiyüzlü, sahte şeyhlerdir. Onların sözlerine kanmak ve kendilerini Allâh’ın velîlerinden sanmak, sonunda pişmanlık getirir.
• Ey kaltaban, sen nefsine uymuşsun, aşağılara düşmüşsün, günah kuyusundasın. Başkalarını irşad sevdâsından vazgeç de kendi kusurlarını gör, kendini ıslah et, kendini düzelt.*
* Kendi tam mânâsıyla Muhammedî bir yolda olmadığı halde, herkese namazdan, oruçtan bahseden, mânen halkı tedavî etmeğe gayret sarfeden. Halbuki kendisi mânen hasta olan sahte şeyhi kastediyor.
• Günah kuyusundan kurtulup da güzel, hoş bir bahçeye varabilirsen, o vakit başkalarının eteğinden tut, onları da senin bulunduğun yere çek, kurtar.
• Ey dört unsurun, beş hissin, altı yönün, yâni tabîat âleminin esiri, sen bulunduğun yeri pek sevmişsin, başkalarını da, oraya çekip almak istiyorsun.
• Ey eşeğe kul olan eşekçi gibi, eşeğin ardına dost olmuş kişi! Güzel öpülecek bir yer bulmuşsun, bizi de oraya götür.*
* Hz. Mevlânâ bu beyitlerle, nefis eşeklerine kul olan, hırs ve şehvet peşinde koşan, dünya varlığı ve yüksek mevkiler için çırpınan, bununla beraber, kendi halim görmeden, halkı irşada kalkan sahte şeyhlerle alay etmektedir: “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, Nerde kaldı gayriye himmet ede.”
• Bir köpek köyde kör bir dilenciyi gördü, üstüne saldırdı, hırkasını yırttı.
• Kör, köpeğe dedi ki: “Şu anda senin arkadaşların dağda av peşinde koşmadalar.
• Senin cinsinden olanlar, dağda yabanî eşek tutmada, sense köyde kör bir adamı yakalamadasın.”*
* Köre saldıran köpek, körleri yâni câhilleri avlayan sahte şeyh sembolüdür. Yaban eşeği, evliyânın elde ettikleri nûr-ı ilâhîyi ve Allâh’a yakınlığı ifade etmektedir.
• Ey Hakk’ın rızâsından nefret eden sahte şeyh! Sen başına bir kaç kör kişi toplamış, acı suya benziyorsun.
• “Bunlar benim müritlerim, ben ise acı bir suyum, bunlar beni içerler de kör olurlar.” diyorsun.
• Sen kendi suyunu ledün denizinden (bahr-ı ilâhîden) tatlılaştır, acı suyu şu körlere tuzak yapma.
• Kalk Allâh arslanlarını, yâni velîleri gör de, sen de onlar gibi, yaban eşeği avla. Sen nasıl oluyor da köpek gibi, kör yakalıyorsun?
• Kendisi yol bilmediği halde kılavuzluğa kalkışır ve onun çirkin rûhu dünyayı yakar yandırır.
• Yokluk yolunun çocuğu, o bilgisiz, sahte şeyh pîrlik etmeye kalkışırsa, kendisine uyanları düşkünlük ve felâket gulyabanisi yakalar!
• “Gel de sana hakîkat ay’ını göstereyim!” der; halbuki o nûrsuz kişi, ay’ı asla görmemiştir!
• Ey ham kişi! Sen, ayın aksini, hayalini suda bile görmemişsin; nasıl olur da kendisini başkasına gösterebilirsin?
• Ahmaklar başa geçmişler, mevkî sâhibi olmuşlar; akıllılar kilim altına bu yüzden başlarını çekmişler, gizlenmişlerdir.
• Mâdem ki mihenk taşı erkekten kadından gizlidir, ey kalp para olan; gel, safa gir de ondan sonra laf et!
• Evet; mihenk meydanda olmadığından senin için tam laf zamanıdır. At, tut ki, seni el üstünde gezdirsinler.
• Kalp para büyüklük taslar da, her an; “Ey ayarı tam altın!” der. “Ben, senden hiç değersiz olur muyum?”
• Altın ona cevap verir, der ki: “Evet kapı yoldaşı! Fakat, mihenk taşı geliyor; imtihana hazırlan!”*
* Bu bölümde geçen kalp paradan maksat, sahtekar mürailer, sahte şeyhler; halis altın da hakikî mürşidin sembolüdür.
• Ey altın suyuna batmış olan bakır (yâni, sahte mürşid); ettiğin irşad dâvâsından vazgeç! Çünkü, sana gelen müşteriler (müridler) hep böyle gözü kapalı kalmazlar.
• Dünyada olmasa bile, âhirette, mahşerde onların gözlerini açarlar ve senin yapmış olduğun gözbağcılığını rezil ü rüsvay ederler!*
* Mahşerde herkesin gözleri açılacak, sırlar ve hakîkatler ayan beyan görülecek, dünyada irşad dâvâsında bulunmuş olan sahte şeyhlerin kalp para gibi oldukları meydana çıkacaktır.
• İşin sonunu görmüş olanlara bak ki onlar, büyük velîler olup rûhların hasret kaldığı, gözlerin gibta ettiği üstün varlıklardır.
• Bir de, yalnız bugünü, içinde bulundukları zamanı görenleri seyret: Bu içleri bozuk kişiler, ezelde hakîkatle ilgileri kalmamış olup asıldan başları kesik doğmuşlardır!
• Yalnız içinde bulunduğu zamanı gören, bilgisizliktedir, zan ve şüphe içindedir. Onun için ister gerçek sabah olmuş, ister yalancı sabah, ikisi de birdir.
• Ey genç; yalancı sabah yüz binlerce kervanın mahvolmasına sebep olmuştur.*
*Burada, “yalancı sabah” mukallit, sahte şeyhlerin, “gerçek sabah” da gerçek mürşidlerin sembolüdür.
• Mahiyetini, ayarını, değerini takdir edemeyenleri aldatmayacak para yoktur; eyvahlar olsun mihenk taşı olmayan, mikyası olmayan cana!..
• Nûrlanmış şeyh, insana Hakk yolundan haber verir. Onun sözü de yüzü gibi nûrludur; söylediği sözlere nûru da katar, yol arkadaşı eder!
• Gerçek velînin mübarek dudaklarından dökülen hakîkat şarabını tatmayan, ondan uzak kalan kişinin canı, taklitçinin şarabının âşıkıdır.
Şefik Can – Mesnevî’nin Açıklamalı Tercümesi