MEHMET FATİH ÇITLAK İLE EDEB ÜZERİNE
Aziz ve muhterem Mehmet Fatih beyefendi, Âsitâne dergimiz için mülâkat isteğimizi kabul etmenizden dolayı kalbî teşekkürlerimizi kabul buyurunuz. Efendim, Mevlâna Hazretleri Mesnevî-i Şerîf’lerinde
Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb
Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab
“Hudâ’dan edeb hususunda yardım dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Rabbin lutfundan mahrum kalır.” buyuruyorlar. Hazreti Pîr efendimizin Cenâb-ı Hakk’tan edeb hususundaki bu niyâzlarından bahisle yüksek müsaadelerinizle suallerimize edebin tanımı ile başlamak dileriz. Edeb nedir efendim?
■ ■ ■ Eyvallah efendim. Bir kere nazik davetinizden dolayı bendeniz sizlere teşekkürü bir borç bilirim. Edeb, tasavvuf, Hazreti Pîr gibi mevzûlar olduğunda fakirin hatırlanmasının şükrünü ödemekten de âcizim, bunu da arzetmek isterim.
“Âyet âyet hemegî ma’ânî-i Kur’ân edebest” diyor Hazreti Mevlânâ. Velhâsılı “Kur’ân-ı Kerîm âyet âyet edebtir” buyuruyor. Edeb evet bize öğreti olarak birçok mânâlarda eline, beline, diline sahip olmak gibi hep halk’a nüfuz etmesi için belli öğretilerde takdim edilmiştir. Fakat edebte bir farklı husûsiyet vardır. Tam kelimesiyle Hazreti Pîr’in sözlerine bakarsak bu inceliği işaret ettiğini göreceğiz. Ama ondan evvel şunu arzedeyim; bir kere edeb kelimesi için İslam literatüründe, İslam ahlâkında nasıl kullanıldığına hemen bir bakmak lazım. “Eddebenî Rabbî, fe-ahsene te’dîbî! “ Beni Rabbim terbiye etti, edeblendirdi, Onun edeblendirmesi ne güzel!” dediğine göre Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve sellem) Efendimiz, edeb gözle görülen ahlâkın ötesinde ki bir cevher. Ahlâk taklîd edilebilir fakat edeb taklîd edilemez. Ahlâk insanın hilkatinde, fıtratında zâhiren algılanabilecek hallerdir. Mesela bir insanın konuşma şeklindeki tevâzuyu taklîd edebilirsiniz. Tevâzu cümlelerini seçerek belli bir fiziki yapıya bürünerek bu ahlâkı taklîd mümkündür. Fakat o tevâzu’nun kalpte olan mânâsını taklîd mümkün müdür? Mümkün değildir. İşte o tevâzuyu yani ahlâk’ın (tevâzu ki bunlardan birisidir) ve ahlâki tüm davranışların esas kalpte neş’et eden noktasına edeb deniyor. En önce o edeb cevheri olarak kalb’i ihâta ediyor, kalpteki o edeb ondan sonra fi’liyyâta geçiyor. Dolayısı ile edeb ilk başta “kalb”in ahlâkıdır. “Kalb”in ahlâkına edeb denir. Peki kalp nedir? Kur’ân’ın ve Allah’ın muhatabı ve nazargâh-ı İlâhî’dir. Mahbub-u Subhânî’nin nazar ettiği, mihman olduğu mekandır, îmân’ın temekkün ettiği makarr-ı İlâhî’sidir, hepsidir. O halde kalpteki bu îmân’ın ilk alâmeti edeb’tir. Îmân’ın şartlarını kabul “Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihî ve Rusûlihî” diye sayılan altı maddeyle toplanan şartlar îmân’ın zâhirî şartlarıdır. Ama bu îmân’ın zâhirî şartlarının bizde bulunması gereken kalbî noktasına ve kabulüne îmân’ın bâtinî şartları denir. Îmân’ın bâtinî şartlarının ilk maddesi ise edeb’tir. Şimdi o halde şunu hemen söyleyelim ve mevzûyu öyle toparlamaya çalışalım. Edeb lâtif bir şeydir. Yani zâhiren hemencecik farkedilen birşey değildir edeb. Menşei itibariyle kalbî olduğu için ancak kalpteki letâfetle anlaşılabilir. Şimdi geliniz Hazreti Pîr’in o sözüne böyle bakınız. Ne diyor efendim? “Allah Teâlâ’nın lûtfuna” Dikkat buyurun tâbire! Allah Teâlâ’nın lûtfuna mazhariyetten bahsediyor. İşte Lâtif sırrı o letâfetle ancak bilinen edeble oluyor. Ancak o zaman Allah’ın lütf-u İlâhî’sinden ve “Latifun bi ‘ibadihi” âyeti kerimesinden nasibdâr olunuyor. Bu çok önemlidir.Çünkü şerîat’ın bâtınında olan hikmetlere ancak bu aşk ile nüfûz edilir. O halde Allah Teâlâ’ya duyulan muhabbetin alâmeti îmân, bu îmân’ın coşkulu bir halde kalbi sahada yerleşmesine vesile olan da edebtir. Edebin muhafaza ettiği bu îmân’a aşk denir. O yüzden edeb aşktan, aşk da edebten beslenir. Edeb olmazsa Lâtif sırrı olan o aşk-ı İlahî asla tam mânâsıyla tecelli etmez, savuşur gider.
Edeb de bir ibâdettir diyebilir miyiz? (Nâfile midir? Hükümlü bir ibâdet midir?)
■ ■ ■ Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde emirleri, yasakları, farzları, vâcibleri beyan etmiştir. Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinde de ibâdetler sünnet olarak, nâfile olarak belirtilmiştir. Şimdi bunların içerisinde bir kâide vardır. Bir kere hangi ibâdet olursa olsun, Allah Teâlâ’nın ve Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bildirdiği herhangi bir ibâdete vesile olan herşey nâfile ibâdet hükmünde hatta o ibâdete dahil hükmündedir. Mesela bakınız bendeniz hep sıkça bu misali veririm; bir insan sefere giderken, diyelim ki Konya’dan Mekke’ye seyahate çıkacak, ziyarete gidecek. Konya’dan hareket etmeye karar verdiği andan itibaren, velev ki elli-altmış kilometre gitsin ilk konakladığı yerde namazını seferî olarak kılar. Çünkü artık o Kâbe’nin yolcusudur. O’na giden yolların hepsi Kâbe’ye gitme hükmündedir. O halde ibâdetlerde kazanmamız gereken huşû’u, huzuru ve Allah’a muhabbeti arttıran herşey zaten bir kere nâfile ibâdet hükmündedir. Mesela yine şu misali de vermiş olayım; namaz kılmak için abdest lazımdır. Abdest almak için ecdadımızın yaptırdığı o şadırvanlar…Efendim abdest almaya kolaylık olsun diye verilen bir havlu tutma meselesi bile, bir jesti bile nâfile ibâdet hükmündedir. Çünkü ibâdetin “Tahsîn” şartı derler buna yani ibâdetin güzelliğini kabul edip güzelleştirmek için gayret etme şartı. Dolayısı ile bunlar nâfile’dir. Fakat edeb böyle midir? Bir kere edeb büyüklerin anlattığına göre acaip bir nesnedir. Edeb hem sâlih amellerin menbaı, hem sâlih amellerden edinilen sevap, ecir ve derecâatın aynı zamanda muhafaza edildiği yerdir. Bu bakımdan düşünülürse edeb hem ibâdetin başı hem de ibâdetin sonundaki hâldir. İbâdete sevkederken muhabbet vardır, o ibâdete muvaffak olduktan sonra edeben kulluğunu idrâk vardır. Dolayısı ile edebin ihâta etmediği hiçbir saha yoktur. Niçin? Çünkü daha evvel’de söyledik Allah Teâlâ muradıyla ve muhabbetiyle bu âlemi hâlk etti. Dolayısı ile onu ne kadar Rahmaniyetiyle, İlmiyle, Rahîmmiyetiyle, dünya, uhrevî, zuhur perdeleriyle perdelese bile netice de künhünde bu muhabbet var. O halde özünde bu muhabbetten aldığı feyizle bir insana nizamı, güzelliği bahşeden edeb, cümle âlemi ihâta ediyor demektir. Hatta Hazreti Mevlâna buyurur ki “Bak güneşe! Güneş bile edebe riâyet eder.” Âyet-i kerîme acaiptir yani (estauzubillah) “Veş şemsu tecrî li mustekarrin lehâ, zâlike takdîrul azîzil âlîm”. Mesela, “Vel kamere kaddernâhu menâzile hattâ âdekel urcûnil kadîm- Leş şemsu yenbegî lehâ en tudrikel kamere” [Yâsîn: 38-39-40]. Kamer’e göre güneş daha baskındır fakat asla bulunduğu seviyeyi, haddi aşmaz. Ben daha baskınım deyipte, kamer’in (ay’ın) sahasına tecavüz etmez. Ve kâinattaki nizam hep bu edeb üzere döner. Emrolunan mecra’da gider, ama bir yandan da kendi derecesine göre Allah’tan çekinir, kalbî o çekingenliği hisseder. Dolayısı ile semavatta cansız dediğimiz mülkte bile edebe riâyet varsa, Allah Teâlâ’nın muhatab kıldığı idrâk sahibi insanda edepsiz olmak veya edebin dışında hareket etmek mümkün değildir. Nihai olarak şunu da söyleyebiliriz; (estauzubillah) “Yâ eyyuhellezîne âmenû âmenû billâhi ve resûlihî” “Ey imân edenler! Allah ve Rasûl’üne imân ediniz” [Nûr: 62] âyet-i kerimesi îmânın zâhirî şartlarını kabulden sonra bâtinî şartlarını muhakkak yerine getirmemizi tavsiye ettiğinden, edeb Allah’a gönül vermiş insanlar için farzdır. Hem itikadı farzdır, hem öğrenmesi farzdır, hem amel etmesi farzdır. Derecesine göre… Mü’min olmak için ayrı ilim lazımdır, imânın emrettiği teslimiyeti yaşamak için, İslam için ayrı bir ilim lazımdır ve hayata tatbîk lazımdır. Yerine göre, ihmâline göre derekesinden cezası kesilir,yerine göre de takdîr ve tayini yerine getirilmesi lazımdır. Bu cihetten bakılırsa biz de edepli olmak üzere bu dünyaya geliriz. Bilhassa aşk ve muhabbet sahasında yürüyenler için edeb farz-ı ayn’dır. Başkasının edeb göstermesi ile ondan kurtulmaz, herkesin aynı şekilde farzen bunu yapması îcâb eder.
Hudûdlara riâyet, haddini bilmek mecbûri bir edeb oluyor çünkü.
■ ■ ■ Zaten edeb sizin hudûdlarınızla sınırlıdır. Edebi kendi hudûdlarınız içerisinde yaparsınız.
Güneşten örnek verdiniz, onun hudûdu belli, haddi aşmıyor.
■ ■ ■ Evet. Zaten efendim insan veya herhangi bir mahlûk kendi edebini idrâk etmekle mükelleftir. Çünkü kendi idrâkini aştığı anda Allah’ın edebini görecektir. Yine edepten dışarı çıkamaz. O kendi bulunduğu alanın ötesi ayrı bir edeb ister. O edebin sahibi de Hazreti Allah’tır. İnsan o zemînde yürüyebilmek için, edebin üzerinde yürüyebilmek için edeb kesilmelidir, vesselâm.
Resûlullah Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmak (Muhammedî edeb) ve Cenâb-ı Hakk’a karşı lâyıkıyla edeb sahibi olabilmek niyâzında olan bir mü’min nasıl bir yol izlemelidir?
■ ■ ■ Efendim ibâdet, tâat, insanlık bunların hepsini değerlendirirken meşhur Cibril hadîs-i şerîfinden hareket etmek lazım İmân, İslam ve ihsan. Bir insan İmân’ı takliden söyler kalbi kabul ederse mü’min olur. İnandığı Allahına teslim olmak niyâzında bulunursa Allah’ın İslam şartları da bellidir, o teslimiyeti göstermek üzere hem ibâdet tâat’ı hem de itâati haram helâl çerçevesinde yerine getirir. Fakat bu kâfi değildir. Allah Teâlâ madem ki bu kâinâtı muhabbet üzere yarattı, bu Muhabbetini idrak etmek üzere’de insanı yarattı. Kendisi muhabbet üzere yaratır da insan bu muhabbetten nasıl yüz çevirir? Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın emirlerine ve yasaklarına “Emretti mecburuz. Yoksa yapmazsak bizi yakar. Yapalım ki Cennet’e girelim” diyerek Resûlullah (Sallâllâhu Aleyhi ve sellem) Efendimiz’in edebine ulaşılmaz. Ancak ahlâk’ı taklîd eder bir insan. Taklîd de tatkik derecesine göre birşey getirir. Hiçbir zaman hakîkatı olmaz. Çünkü taklîd tefekkürü öldürür. Tefekkür lazımdır. Peki hangi tefekkür? Allah Teâlâ’nın hislerini tashih ettiği, düzelttiği, kalplerindeki hisleri düzgün olan ve Allah’ın aklıyla akıllanan bir dimağa sahip olmak lazımdır. Yoksa hindi gibi düşünmeye tefekkür denilmez. Peki bu nasıl elde edilir? Yakınlıkla. Yakınlık için ne lazımdır? En önce bizden isteneni yapmak. Fakat bizden istenileni yapmakla yakın olunmamız mümkün değildir. Hadîs-i şerîfte işaret edilen nâfileler vardır. Nâfile burada lüzumsuz mânâsında değildir. Cibril hadisindeki ihsan mertebesine işarettir. Yani “Ya Rabbî! Sen bunu bana emrettin, ben kılarım. Resûlullah’ta bundan evvel dört rekat daha kılmış. Aman ne demek! Hemen kılayım.Başka ne yapabilirim Ya Rabbî?” demek ihsan şartıdır. İnsan ancak öyle bu muhabbetin tezahürüne mazhar olur. İşte bir insan bu mertebeye erişirse, erişmeye gayret ederse, buna meyil ederse (en önce buna meyil hâli zaten başlar) sonra o meyili muhabbete dönüşür, o muhabbeti aşk’a dönüşür. İşte o zaman bu edebe sahip olur. Yoksa Arapça’da bir tabir vardır; ‘fe-illa lâ’ yani böyle olmazsa, olmaz. Yahut ‘Fe-illa felâ’, yani böyle olmazsa yok, istisnası bile yok. Allah’ın Resûlü’nün edebinden nasiplenenlere bakarsanız hepsinin yakîn kullar olduğunu görürsünüz. Ama onların yakınlıklarını ve o yakınlığı muhafaza eden hem de yakınlığa sevkeden cevher olarakta hep edebi görürsünüz. Edebe riâyet etmişlerdir ve hep edeb çizgisi üzerinde bulunmuşlardır. Sahâbe-i kirâm hazerâtı tamamiyle bir edeb abidesidir. Edeple fethetmiştir. Mesela Mekke’li müşrikler anlatıyor işte, “Hiçbir saray’da hiçbir Sultan’ın katında böyle Sultan’a tâbi olan, bu kadar muhabbet edilen bir başka Sultan ve saltanat sahibi görmedik. Konuşmaya başladığı zaman yer-gök susuyor adetâ. Ve o konuşmaya başladığında yanındaki ashâbı taş kesiliyor, kıpırdayamıyorlar bile” diyerek Resûlullah Efendimiz karşısındaki sahâbî’nin edebinden etkilenen insanları ve hatta imânla müşerref olan insanları nazarımıza veriyorlar. Dolayısı ile Allah Resûl’üne edeb, sevenler için şarttır. Sevmek için şarttır. Ve ihsan mertebesi olarak sâdece emir-yasaklar veya “Resûlullah yapmış, biz de yapalım” değil, “Gerçekten ben ona nasıl kavuşurum? Nasıl ona vasıl olurum?” diye bir dert sahibi olması lazımdır. Dolayısı ile bu derdin dermânı, bu muhabbetin de vesilesinin edeb olduğunu unutmamak îcâb eder. Hepsi birbirine bağlı hem birbirini besleyen hem de birbirini çağıran, davet eden hasletlerdir.
Hepsi birbirine bağlı zincirin halkaları gibi. O olmazsa bu olmaz, bu olmazsa o olmaz gibi sanki…
■ ■ ■ Arzu ederseniz örnekleyerek meseleye alalım: Mesela bir insanın kendi ilmîyle alakalı düşünelim. Zâhir ilmin kendine ait zâhir bir edebi vardır. O zâhir ilmin edebini yaparsa kişi ilme’l yakîn’den ayne’l yakîn’e yükselir. Ayne’l yakîn’e geldiği zaman o ayne’l yakîn’in gerektirdiği başka bir edebi vardır. O edebi yerine getirirse Hakke’l yakîn’e yükselir. Hakke’l yakîn’in de edebi vardır. “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ” [Necm: 17]. Sidre-i Müntehâyı rıkk’a eden Hazreti Fahr-i Âlem için ne buyuruyor Allah? Bakışlarında bile Allah kefil. “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ.” Haddini aşmama, Allah’ın ona tayin ettiği hudûdu idrak etme. Muhteşem bir nefis terbiyesi vardır orada. Kendi cüzzî iradesinin nerede başlayıp nerede bittiğini, küllî irade’ye hangi hususta teslim olacağını tek tek tefrik edebilme. Çünkü Allah Teâlâ’ya hakkıyla kul olanları Allah Teâlâ, hem nefsine arif hem kendine arif eylemiştir. Bu Âdet-i Sübhânîye’leridir. Hakke’l yakîn’in bile edebi vardır. Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve sellem’in sâdece mirâc’ın o ilk tahiyyat kelâmındaki selamlaşma bahsine bile baksak, o mertebedeki edebin de olduğunu, hatta o mertebedeki edebin çok daha önemli ve çok daha zor olduğunu düşünmek îcâb ediyor. Dolayısıyla her makâm’ın kendine ait bir edebi vardır.Hani ahlâk o edebi tahsil için vardır. İlme’l yakîn gibidir ahlâk. Bunun âyne’l yakîn’e ve Hakke’l yakîn’e geçmesi de yani ilme’l yakîn olarak edeb ‘ahlâk’ ismini alır. Buna riâyet ederse onda kendi edebi olur, âyne’l yakîn olur.Allah’ın kendi edebinden giydirmesine de o saha’nın edebi denir ki Hakke’l yakîn mertebesidir yani Allah’ın kendi edeplendirmesi.
Allah Resûlü bir hadîs-i şeriflerinde: ” Ya Rabbî! Beni adabın en güzeliyle ve mekârim-i ahlâk ile süsle!” buyurmaktalar. Mekârim-i ahlâk nedir efendim? Açıklar mısınız?
■ ■ ■ Allah Teâlâ Erhamürrahimin‘dir, Resûlullah Efendimiz Rahmeten lil âlemîn‘dir. O’nun “merhametlilerin en merhametlisi” oluşu ve Efendimiz’in de “âlemlere rahmet” oluşundan dolayı, ancak Lâtif sırrı ile bulunabilecek bu edebi Hazreti Allah bizim zâhir âlemimize de göstermiştir. Dolayısıyla mekârim-i ahlâk insanı doğrudan Allah’a vasıl eden ahlâk demektir. Bu ahlâkın zâhirî ölçülerini bizim âlemimizde Rahmetil Allah göstermiştir. Fakat bundan ibaret değildir. Bundan ibaret olmayışını idrak eder yürürsek ahlâk-ı mekârim-i ahlâkla edeb arasında fark yoktur. Ama bunları ayrı, bunu ayrı müşahede etmemiz ne zaman olacak? ‘Bu ahlâktan ibarettir’ dersek edebi ve farketmezsek, o zaman birbirinden zaten ayırmış oluruz ki bizim için bahşedilen yolu anlamaz oluruz. Bu şuna benzer efendim, mesela Kur’ân-ı Kerîm mealleri yazılıyor, bazen bunlara maeller veriliyor. Mesela deniyor ki “Senin Rabbin sırat-ı müstakim üzeredir.” Veya Resûlullah için “Muhakkak Sen sırât-ı müstakîm üzere gidiyorsun.” Yani mübarek! Tabi ki öyle. Şimdi burada sırât-ı müstakîm’de olmak, yani doğru yola gitmek mânâsında. Allah için böyle birşey söyleyebilir misiniz? Resûlullah Efendimiz için böyle birşey söyleyebilir misiniz? “Allah Teâlâ sırât-ı müstakîm’de” demek, “Sırat-ı müstakimette olanları bizzat muhafaza etmek için Allah oradadır” demektir. Allah Resûlü’nün sırat-ı müstakim’de oluşuysa “Sırat-ı müstakim’de bulunanlara rehberlik için o yoldadır.” demektir. İkisi aynı şey değildir. Biz sırat-ı müstakim’e iletilmeyi dileriz ve Allah’tan hidayet isteriz. Ama Onlar o hidayeti gösteren zâtlardır. Şimdi böyle bakıldığında, Allah Teâlâ’nın ahlâkı vardır, Resûlullah Efendimiz’in ahlâkı vardır, mü’minlerin de ahlâkı vardır. Allah Teâlâ’nın ahlâkı hâşâ hilkatten gelen ahlâk mânâsında değildir. Kendi Zât’ını tanıtmak için giydiği zâhiren anlamamız için, bizlerin idraki için tenezzülen bahşettiği, anlattığı, beyan ettiği, izah ettiği ahlâkıdır. Ve bu ahlâk Allah Resûlü’nün üzerine tıpatıp, birebir oturmuştur. Hazreti Hassan bin Sabit’in söylediği gibi. Allah Resûlü’nün şairi öyle diyor “Ke enneke kad hulikte kemâ teşâü” “Sanki Allah’la başbaşa vermişsin de, Allah sana ahlâkını öyle giydirmiş.”diyor.” Adeta danışa danışa sana giydirmiş bu ahlâkî elbiseyi” diyor. Şimdi bir kişi bu ahlâkın bu bâtinî âlemden ve tamamen mânâ âleminden giydirilen ahlâk olduğunu idrak ederse ve kendisine tenezzülen bunun beyân edildiği ahlâk olarak kabul ederse, işte edebe o ahlâkın edebine kavuşmuştur. Fakat “Ben bunu yapmakla taklîdle bu işi yaparım” diye düşünüyorsa, o zaten tâ başından edepsizlik yapmıştır. Çünkü taklîdle hakîkat birbirinden ayrı şeylerdir.
Edeb ve güzel ahlâk ilişkisini açıklar mısınız? Aynı mıdır?
■ ■ ■ Edeb ve güzel ahlâk zaten anlayan için aynı şeydir tabi ki. Yani bu biraz da bizim güzel ahlâktan ne anladığımız ile alakalıdır. Demin söylersek güzel ahlâk edeb karşılığında kullanılmıştır. Fakat arada şöyle bir nüans var. Şimdi ahlâk deniliyor da niye ayrıca güzel ahlâk veya mekârim-i ahlâk deme ihtiyacı hissediliyor? Bunu iyi tespit etmek lazım. Ahlâk denilse olmuyor mu? İşte güzelliğini nereden alıyor? Daha evvel’de arzettiğimiz gibi Cibrili hadîs-i şerîfinde geçen imân, islam ve ihsan bahsi var. İhsan Allah Teâlâ’ya muhabbetle ibâdet etme ve Allah Teâlâ’nın taksimine muhabbetle teslimiyet gösterme halidir. Tabi bu taksim derken ilk başta bize mal,evlat, çoluk çocuk gibi taksimini kastetmiyorum. İlk önce bizi kendi kulu olarak taksim etmesini kastediyorum. Allah Teâlâ’nın bizi kendi kulu olarak taksim etmesi ve hususi olarak ayırmasından memnun olması lazım insanın.Buna gerçekten özünden muhabbetle karşılıkta bulunması lazım. Bir mecburiyet gibi görmemesi lazım. İşte bu insanı mekârim-i ahlâk’a götürüyor. Taklîden o hareketleri yapmaya değil de, severek yapmaya muhabbetle yapmaya götürüyor. Mekârim-i ahlâk eşittir edeb diyebilir miyiz? Deriz. Şöyle bir farkı var ama: Edeb denildiğinde ve mekârim-i ahlâk denildiğinde şöyle bir benzerliği veya şöyle bir ayırımı var.İnsan ahlâkî olarak güzellikleri yine taklîd ederek ve ilimle tatbîk ederek erişebilir. Bunu biraz daha küçük lokma yaparsak, hem de İslam literatüründe, ıstılâhâtında yani kullanılan mânâsıyla karşılarsak, ahlâk ‘sâlih amel’ demek. Mekârim-i ahlâk ‘ebrâr’ın sınıfına girmek’ demek. Yani sâlihlerin bir üst mertebesi. Ebrâr nedir? Ruhsatla değil sâdece, azimetle hareket edenlerdir. Fetva ile değil, takvâ üzere hareket edenlerdir. Allah Teâlâ takvâ üzere hareket edenleri “Ebrâr” diye isimlendiriyor. Bir ‘ebrâr’ veya ‘ber’ kelimesi ‘berî’ kelimesi bunlar hep aynı kökten müştaktır. Dolayısı ile bir insan ruhsatla değil de, azimetle hareket ettiğinde içindeki îmânî iffeti ve Allah’a karşı olan muhabbeti ve imânı tam muhafaza etmiş oluyor. Ve Allah’ın muhafazası ile muhafazalanıyor, Hıfz-ı Hümâyi görüyor. İşte bu yüzden de ebrâr oluyor, beliğ oluyor. Şirkten, küfürden, ahlâk-ı rezile’den beliğ olmuş oluyor. Başka, yaptığı ameller zâhirî olmuyor. Şirk, riyâ gibi veya ucûb gibi onunla nazlanmak gibi belalardan ne oluyor kul? Azimetle hareket ettiği için hiç nefsine hisse vermeyip hep kendi tercihini Allah’tan yana kullandığı için ebrâr seviyesine yükseliyor. Peki orada bitiyor mu iş? Mukarrebîn var. Mukarrebîn, Allah Teâlâ’nın hususî yakınlığına Cenâb-ı Hakk’ın bizzat eriştirmesi hâlidir. Kul o yakınlığa erişebilecek son kerteye kadar gayret ettiğinde ancak ebrâr mertebesine yükseliyor. Mukarrebler muhakkak o ebrâr’dan yükseliyor. Yani her ebrâr makamında olan mukarreb değildir. Fakat mukarreb olan kullar muhakkak ebrâr mertebesini görmüş, müşahede etmiştir. İşte mekârim-i ahlâk ile edebin alakası bu. Mekârim-i ahlâktan kastımız, eğer bizim elimizden geldiği kadarıyla tüm azimet tarafını, tüm ruhsatlarımızı Allah cihetinden, Hakk Teâlâ’nın emr-i cihetinden tutarsak buna mekârimi ahlâk deniliyor. Bu aynı zamanda kulun kendi başına yapabildiği cüzzi iradesini ortaya koyduğu edeb mânâsındadır. Fakat “Eddebenî Rabbî feahsene te’dîbî “ hadîs-i şerîfindeki zikredilense Allah Teâlâ’nın o edebi kendisi’nin bizzat giydirmesi halidir ki bu bakımdan düşündüğümüzde mekârim-i ahlâk bizler için cüzzi iradeyle olan, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve sellem) içinse Allah tarafından ikrâm edilen ahlâk demektir. Bu bakımdan bakıldığında, düşünüldüğünde ikisi de edebe çıkar. Kulun erişebildiği edeble Allah Teâlâ’nın ikram ettiği edebte birleşiverir ki bu mânâdan birlikteliği fakat diğer vecihten de küçük bir ayrılığı vardır.
Gerdern ez akl suâlî ki bâşed îmân
Akl der-gûş-i dilem goft ki îmân edebest
“Akıla sordum, nedir îmân? Akıl, kalp kulağıma eğilip dedi ki îmân, edebtir”. Vakt oluyor akıl edeb diyor gönül uymuyor, gönül edeb diyor akıl uymuyor. Hazreti Mevlâna’nın da buyurdukları îmân üzere edeb sahibi olmayı nasıl anlamalıyız?
■ ■ ■ Bir kere müşahede makamında olan insanın bu edeble aklının, fikrinin herşeyiyle pür-nûr olduğunu görüyoruz. Böyle olduğunda savaş biter. Çünkü aşk geldi mi sulh başlar. Akıl derken hangi akıldan bahsediyor? Bakın dikkat buyurursanız “Akıl kalp kulağıma eğildi.” diyor. Demek “Kalp kulağına eğildi” derken öyle bir akıldan bahsediyor ki kalbe mahrem bir akıl. Kalbe mahrem bir akıl zaten Allah’ın nûrunu idrak etmeye müsait bir akıldır. Kalpsiz akıl o zaman nizâha başlar. Yani hiçbir zaman kalbiyle beraber giden akılla, edeb hususunda bir nizâ yoktur. Akıl böyle bir kalbin, nûrlanmış bir kalbin emrinde daha acabâ nasıl edeb gösteririm diye adetâ icad eder. O kalbî sahaya doğan mânâyı daha evvel hiç kimseden görmediği halde taklîdden de uzak adetâ icad eder. Mesela Sahâbe-i kirâm’dan birisi kendisini direğe bağlıyor. “Vallahi ben affolunmadan kendimi buradan çözmeyeceğim.” diyor. Bu zâhiren bakıldığında bir deliliktir ve zâhiren bakıldığında da bir kişinin tövbesinin kabul olması için direğe bağlanması gibi bir kaide yoktur. Ama aşk-ı İlâhîsi ile beraber o tüm tasarrufunu, tüm ceberutiliğini, aklî tedbirlerini, hepsini “Ben o vahye kurban olayım” diye kurban ettiğinde iş ortaya çıkıyor. Efendim zaten akıl bizim gayet güzel besleyip büyütüp vakti gelince’de Allah’a kurban etmemiz gereken kurbandır. Helâl kurbandır akıl.
Velilerimizin, tasavvuf ehlinin irfân meclislerinde nasihat buyurdukları vecizelerden oluşan eserleri kendi kendimize okuyarak ve istişare ederek muhabbet kazanılabilir mi?
■ ■ ■ Kazanabiliriz. Bakınız Rahmanî ve şeytanî sohbeti anlamak için bir kıstas vardır. Bunu sizin nezdinizde kıymetli muhabbeti olan kardeşlerimize bir sır ifşası olarak kabul edebilirsiniz. Hani çoğu zaman “Şeytanî mi işimiz yoksa Rahmanî mi? Bu sohbet şeytanî mi yoksa Rahmanî mi?” diye düşünürüz. Bunu anlamanın bir yolu var. Yani evliya olmanın dışında, keramete ermeden de bunu tespit etmenin bir yolu var. Büyükler şöyle söylüyor: Bir sohbete eriştiğinizde o sohbette bulunduğunuzda Allah’a karşı kulluk, Resûlullah Efendimiz’e karşı muhabbet ve insanlara karşı hizmet aşkınız ve şevkiniz artıyorsa bu sohbet nasıl olursa olsun Rahmanîdir. Eğer bir sohbete erişipte o sohbetten çıktığınızda Allah Teâlâ’ya kullukta gevşeklik veyahut ümitten ziyâde ümitsizlik, tembellik, Resûlullah Efendimiz’e karşı muhabbet eksikliği ve insanların hizmetinde gevşeklik olarak birşey zuhur ediyorsa, onu da şeytanî sohbet, şeytanî bir meclis olarak tavsif etmişler. Biz o zaman şurdan anlayabiliriz; böyle sohbetlere eriştiğimizde Allah ve Resûlüne muhabbetimiz, ibâdet duygumuz ve insanlara karşı hizmet aşkımız artıyor mu? Artıyorsa cevap, doğrudur. Peki bu meclislerde bunlar konuşulduğunda ekseriya gördüğümüz şey nedir? Budur. Bakınız şöyle bir İslam coğrafyasına, hizmet eden ve güzellikler bırakan insanların eserlerine, yüzde doksandokuzu muhakkak ki bir seyr-i sülûk’ten geçmiş, manevî terbiyeye mazhar olmuş, ya bir Pîr eteğinde ya da bir mürşid dizi dibinde feyz almış insanlardır. Bunu tesadüfle anlatmak izahtan çok insafsızlık olur. Dolayısıyla işin bu tarafı var. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’inde Cenâb-ı Hakk bizzat bu arkadaşlıkları teşvik etmiştir. Bir kere Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde zümre sayar; Âbidin, Tâibin, Sâcidin, Rakıin, Sâbirîn, Zâkırîn, Sâimîn birçok zümreyi sayar değil mi? Bir kere Cenâb-ı Hakk zümrelerden bahsediyor. Ve yine beraber zikredildiğinde bu zümrelere ilhâk olmak, bu zümrelerle beraber olma isteğini teşvik ediyor. Mesela sûre-i Yûsuf’ta yüzbirinci âyet-i kerîme’de Hazreti Yûsuf’un lisânından cümle peygamberlerinde söylediği bir dua var “teveffenî muslimen bis ve elhıknî sâlihîn” “Bizleri müslüman olarak ya Rabbî huzuruna kabul et, bu dünya sahnesinden artık biz ancak öyle çekilelim, müslüman olmadan ölmeyelim.” Çünkü âyet-i kerîme’de öyle diyor. ‘Sakın ha! Müslüman olmadan ölmeyiniz.” “fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn” [Bakara:132] Yani “Sizler müslüman olmadan, Allah’a teslim olmadan, imân etmeden sakın huzuruma gelmeyin” demek. “Bu dünya sahnesinden çekilmeyin” demek. Peygamberler bunu talep ettikten sonra dualarıyla (fiilen ortaya koymalarına rağmen) akabinde de ne demişler? “ve elhıknî” [Şuarâ: 83] “Bizi ilhâk et.” Nereye? “bis sâlihîn” “sâlihlere”. Peygamberlerin dahi o arkadaşlıktan imtinâ etmediğini düşünürsek, bizler gibi âciz kulların sâlihlere ilhâk edilmeyi istememesi asla ve asla düşünülemez. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’inde Cenâb-ı Hakk sûre-i Nisâ’da Kendisine itâat edenlere böyle bir hâlin verileceğini, yani sâlihlerle, nebîlerle, sıddîklarla arkadaşlık olacağını nimet meyanında zikrediyor. “Sırâtallezîne en’amte aleyhim” sırrında “Kendilerine ikrâm ettiklerimiz” diye yani o sırât-i mustakîm üzere olan kulları nebîler, sıddîklar, şehitler ve sâlihler olarak zikrediyor. “ve hasune ulâike refîkâ” [Nisâ:69] diyerek de bu arkadaşlığı bizzat Hazreti Allah tahsîn ediyor, takdîr ediyor. Dolayısıyla sâlihlerin hallerine özenmek, sâlihlerle beraber olmayı temenni etmek ve sâlihlerin bu şekildeki makamlarını, mevkîlerini düşünerek ibret olsun diye okumak ve onun menakîbını zikretmek fazladan birşey değil, tam tersine İslam ahlâkının bizim üzerimize emrettiği bir vecîbedir. Bizzat o sâlihlerle bulunmak mevzû hakkında Cenâb-ı Hakk’ın emr-i manevîsidir. Ayrıca bir küçük hatırlatma da bulunalım. İki Cihan Serveri Efendimiz bazı kişilerin faziletinden bahsetmiştir, ümmetinin faziletlerinden bahsetmiştir, Peygamberlerin faziletlerinden “Kardeşlerim” diye bahsetmiştir. Bu hem Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbuna hem hadîs-i şerîfteki, sünnet-i seniyyedeki üslûba muvafıktır ve mutabıktır. Hemen hatırladığım, düşünmeden söyleyebileceğim az evvel’de zikri geçen “Zikru Aliyyin ibâdeh” buyuruyor. “Hazreti Ali’nin menkîbelerinden ve faziletinden bahsetmek nâfile ibâdettir.” diyor. Kulluğu idrâk ettiren her vesile bizzat Allah tarafından emirle ve telkinle bizlere ilân edilmiştir, beyan edilmiştir. Dolayısıyla evliyâullah’ın menkîbelerini okumakta ve onlardan o ibreti almakta hiçbir beyis yoktur demekten öte çok feyiz vardır. Son birşey daha hatırlatayım. Bunlar yapılırken asla bir cemâatin ta’assubu şeklinde veya bir zât’ın büyüklüğü şeklinde konuşulmamalı. Bir insan bu velilerdeki muhabbeti ve İslâm ahlâkını, Allah ve Resûl muhabbetinden neş’et eden güzellikler olarak görmüyorsa, pehlivan hikâyeleri okumasına benzer ki hiçbir fayda vermez. En başta insan Allah’a ve Resûlüne muhabbete vesile olduğunu bilmeli ve hiçbir cemaat taassubuyla bu hadiselere ne yaklaşmalı ne de böyle anlatmalıdır. Bunun da altını çizmek lâzımdır.
Muhabbet için edeb, edeb içre muhabbet menbaı’ndan daim nasiplenmek isteğinde olan bir mü’min için edebin bâki kalması nasıl mümkündür? Şahsi çabayla sağlanabilir ve korunabilir mi?
■ ■ ■ İbâdetler îmân nûrunun sönmemesi için etrafındaki muhafazalar gibidir. Dolayısıyla insan ibâdet ve taâtta Allah’a kulluğa itâate devam etmek mecburiyetindedir. Muhabbet almasa bile her zaman üzerine düşen Allah Teâlâ’nın emirlerine itâatle mükelleftir ve sünnet-i seniyye’ye tâbi olmak durumundadır. Bu hem içerdeki muhabbeti muhafaza eder, hem de henüz o muhabbette değilse o muhabbete uygun zemîni açar. Çünkü Allah’ın ve Resûlü’nün emirlerine muhalefet eden bir insan zulûmdedir. Zulûmün olduğu yerde de din teklif edilmez.İlk önce Efendimiz Mekke-i Mükerreme de zulmû kaldırmıştır. İbâdet hayatı sonradan gelmiştir ve yakınlık hayatı sonradan başlamıştır. Zulm olan yerde muhabbet daha doğrusu zulüm olan yerde muamelât olmaz, muamelât olmayınca da muhabbet orada barınamaz. O halde insanın bu muhabbeti muhafaza etmesi bir kere hem o muhabbetin şartlarına hem o muhabbetten evvel ki şartlara riâyetiyledir. Peki nasıl olur? Bir insan bu emirlere, yasaklara, Allah Teâlâ’nın şerîatında beyan ettiği hâl üzere tâbi olursak, Allah Teâlâ muhakkak onu bir muhabbetli zemîne çeker ve onu o muhabbeti alabileceği şekle getirir. Çünkü muhabbet çok nazik bir şeydir ve Allah Teâlâ öyle her değme kalbe bunu indirmez. Muhabbetin neş’et edebilmesi için zemîninin tam bir emniyet içerisinde olması lazımdır. Onun için kul bu muhabbetini Allah’ın emirlerine tâbi olarak yerine getirmek durumundadır. Mesela yine Sahâbe-i kirâm’a bakıyoruz, Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve sellem’e bakıyoruz, kendi muhabbetlerini ve hatta bazılarına olan buğzunu dahi şahsi tercihiyle hiç yapmamış, hep Allah’ın emrine tâbi olarak yürütmüştür ki bu onun muhabbet menbaı olmasının özelliğinden ve şanındandır. Kişi de böyle bir muhabbete daima mekân olmak istiyorsa Allah Teâlâ’nın emirlerine ve yasaklarına riâyet edecek, zulüm bertaraf edilecek ve daima elinden geleni yapacak şekilde huzurda durmaya gayret edecek. Şöyle derdi benim hocam “Elbet birgün onunda hatırını sorarlar.” Hep huzurda bulunmaya gayret edecek, dâima buna riâyet edecek, inşallah o zaman Allah’da onu muhabbetli bir zemînde muhakkak sevdikleriyle beraber buluşturacaktır.
Tasavvuf ehlinin bizleri davet buyurdukları hakîkat muştusu eserlerden tam anlamıyla istifade edebilmek ve feyz alabilmek için kişilerin belli vasıflara sahip olması gerekli midir? Bu eserler herkese aynı ölçüde mi seslenir?
■ ■ ■ Efendim malûm eskiden tasavvufî sahada eser yazanlar belli çevrelerde bunların okunacağını düşünerek birçok eseri kaleme almışlardır. Tabîî bunlar arasında umûma hitâb eden eserler de vardır. Mesela Hazreti Abdülkâdir Geylânî efendimizin Fethu’r Rabbani‘si avamdan havasa kadar herkesi içine alan bir hitabî üslûb barındırır. Ama Fîhi Mâ Fih gibi veya Ibn ‘Arabî Hazretlerinin birçok eseri gibi, bu eserler biraz daha hususî ihtisas ister. Burada ölçü şu olmalı; ilk önce insan Hazreti Mevlâna Celâleddin-i Rûmî efendimizin Mesnevî -i Manevî‘sindeki ilk sözü gibi “Bişnev”diyor. “Dinle.” İnsan bir kere ‘Bunu bana nasıl anlatacak?” diye dinlememeli. “Bu bana ne anlatıyor?” diye dinlemeli. Yani bu önyargıdan öte daha ince birşey. Önyargıyı geçtik zaten mevzû-i bahis bile olamaz. Hani bizim anlamak istediğimizi değil, en önce “Karşıda ki bana ne anlatıyor?” diye dinlemeli. Bir kere insan muhakkak ilmi tahsil ederken Allah için tahsil etmeli. Eğer Allah için ilim tahsil edilmiyorsa, laf satmak başkalarına laf tokuşturmak için birşey okuyorsa zaten istifâde edemez. Bir kere Allah kendi rızasının bulunduğu o ilmi o insandan çeker alır. Çünkü ilim Allah Teâlâ’nın uhdesinde bir cevherdir. Zâlimin eline onu bırakmaz. Allah’ın tasarrufâtındadır. Allah’ın rızasının haricinde bir taleple ilim isteyen kişi, bırakın tasavvuf ilmini herhangi bir ilim sahasında bile muvaffak olamaz onun feyzini alamaz sadece sırtında yük olur. Cenâb-ı Pîr (k.s) Hazreti Mevlâna efendimizin buyurduğu gibi, “Bazıları vardır onlar ilimlerinin üzerine çıkarlar ve ilim onları taşır.” diyor. Ama bazı ilmin sahipleri de vardır ki, onlar kuru ilmi sırtlarında hammallık yaparlar “ke meselil hımâri yahmilu esfârâ” [Cuma:5 – Mesnevî I -3553] “Kitap yüklenmiş maalesef haşa huzurda eşekler (merkepler) gibidir.” mânâsına gelen insanlardır. Dolayısıyla en önce Allah için, nefsini tezkiye için, Allah’ın rızasını kazanmak için bu eserlere kulak vermeli ve öyle okumalıdır. Ve mümkünse Allah rızası için sevdiğiniz insanlarla hemdem olup onların sohbet meclislerinde bunlar değerlendirilmeli ve muhakkak ve muhakkak bu tasavvuf bilgilerinin zemîni olarak Allah ve Resûlü’nün emirlerine itâati, şerr-i şerîf’e muhalefet etmemeyi de kişi kendisine şiâr edinmelidir. Ancak o zaman tasavvufî eserlerin feyzini ve bereketini görür.
Zünnûn-u Mısrî hazretleri şöyle buyurmuşlar: “Zemmedilmiş olan kötü ahlâkın tesiri, zahirî olduğu zaman bâtına, bâtınî olduğu zaman zahire akseder”. Zahirî ve bâtınî edeb üzere olmaktan ne anlamalıyız?
■ ■ ■ Evet efendim. Burada daha evvel’de söylediğimiz gibi birisi ahlâk yani zâhiren algıladığımız fiillerdir. Bunlar riyâ ve sâiri için yapıldığında zâhirîni bozar insanın. İnsanın şahsiyeti, zâhiresi berbâd olur. Kalben gösterilmesi gereken edeb sahasında da, kalbî ve ruhî özelliğe sahip muhabbet ehli insanların başka amaçlarla taklidi de adamın ruhunu öldürür. Mesela riyâ bunların başındadır. Riyâ insanın içindeki taât çeşmesini kurutur. Girdiği zaman taât çeşmesi kurur. Yani o insan bir daha kendi başına kalsa, muhasebe-i nefis yapsa, Kâbe-i Muazzama’da secdeye kapansa Allah’la yakınlığı teessüs edebilecek o sıcaklığı hissedemez. Kurutur orayı Allah muhafaza. Dolayısıyla içinden göstermesi gereken edebi takınmazsa o zâhiren görünmese bile, zâhiren ulemâ ‘iyi yaptın kötü yaptın’ diye fetva ile onu tespit edemese bile içimizdeki müftüden öyle bir ceza alırız ki Allah muhafaza bunun ruhî sahadaki tahribatı çok berbâd olur. Dolayısıyla Zünnûn-u Mısrî hazretleri edebin zâhirî ve bâtinî şartlarına riâyet etmek gerektiğini söylüyor ve hiçbirinin birine feda edilemeyeceğini söylüyor. Ben bu kısmını yapıyorum, şu kısmını sonra yapacağım dememeli. İkisi beraberce inşa edilmeli ona işaret etmiş oluyor.
Efendim, Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v), yahut velilerimizin âlî mertebelerinde, onların zâhirî ve bâtınî’ye bakışlarından bizlerin muhakkak ki daha âciz bir bakışı ve anlayışı olacaktır. Bu anlamda edeb sınırlarını ne belirler? Edeb hâşâ Ahmed olmaya değilde Ahmedî olmaya bir talep ve niyetten ibarettir diyebilir miyiz?
■ ■ ■ Şimdi bir kere İslâmi bir bahis, İslâm ve din açısından bir bahsi işlediğimize göre en önce İslâm’ın kendi kaynaklarından tarif lazımdır. Her ne kadar bu bize akademik üslûb gibi de gelse aslolan budur. Bir kere Cenâb-ı Hakk bizim tâkat getiremeyeceğimiz şeyleri Kendisi tarafından teklif edilmediğini açıkca Kur’ân-ı Kerîm’inde beyan etmiştir. Bu durumda insanlar idrâkinden mesûldur. Ameller’de zaten hadîs-i şerîfle sabittir idrâke göre tartılacaktır. Zât-ı âlinizin yaptığı yüz Hacc veya umre ile bir başka kişinin yaptığı yüz Hacc ve umre eşit değildir. Çünkü sizin idrâkınıza göre bu az olabilir, o kişinin idrâkine, o kişiye göre belki çoktan kendi haddini bile aşmış fevkalâde bir kabiliyet göstermiştir. Dolayısıyle âmeller idrâke göre tartılacaktır. O halde edebte de insan en önce idrâk ettiği edebten mesûldür. Yine hadîs-i şerîfte buyuruyor ki “Bir kişi idrâk edebildiği kadarıyla ilmiyle âmel ederse, Allah ona bilmediğini öğretir.” diyor. Bu durumda yapmamız gereken en önce bilebildiklerimizi ve yapabildiklerimizi kendimizi tartarak yapmak. Bu hususta Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in herkesin dilinden meşhur olan hadîs-i şerîfleri malûmdur. İşte “Ben artık hiç uyumayacağım. Ben artık hiç evlenmeyeceğim.” diyene Efendimiz’in ikaz etmesi. Hatta “Ben yemesemde rızıklandırılırım ve bir şekilde Cenâb-ı Hakk tarafından doyurulurum” diye ifade buyurmaları, buna rağmen yine de asgarî müşterek diyebileceğimiz saha’da belli bir ahlâkî vazifenin, cemiyetin gerektirdiği, örfün gerektirdiği âdetleri de terketmediğini görüyoruz. Burada ölçü işte tam da “Mürşid lazım” olan ölçüdür. Yani bir kişi kendi haddini ve ona lazım olacak edebi muhakkak ehlinden öğrenmelidir. O ehliyle istişare ederek bunu yapmalıdır. Çünkü öteki durumda bir bakımdan ahlâkı evliya’ya benzer amma diğer taraftan da taklîd etmeye çalıştığı şey belki müşriklere taş çıkartacak dereke’de olabilir. O halde bunun belli bir düzen ve sırât -ı müstakîm üzere oluşu yine bir terbiye sistemine ve nizamına bağlıdır, ehline müracaat etmelidir. Ehline müracaat ederse Allah Teâlâ şöyle birşey vâdediyor, o yüzden de seyr-i sülûk’a muvaffak olamasalarda, gerçekten o veliler zümresine erişemeselerde insanların o velilere ve nebîlere imtisâl etmek ve tâbi olmak için yarışmalarındaki en önemli sebep şudur; Hakk Teâlâ bu yolda samimiyetle yürüyenleri muhakkak son nefeslerinde yolun sâlihlerine ve kâmillerinin katına ulaştıracaktır. Yeter ki o yolda bulunsun.
“Tû megû bedân şehbâr nîst
Bâ kerîmân kârhâ-yı düşvâr nîst”
Belki de Mesnevi-i Manevî‘ye başlarken ilk başta söylenecek sözü bu röportajın sonuna denk getirmiş veya öyle tevâfuk eylemiş oldu. “Sakın ben o zâtlar gibi huzura erişemem, yakîn olamam deme. Çünkü Kerîmlerle alışveriş yapmak kolaydır.” derken Hazreti Pîr bir de şuna dikkat çekiyor ki alışverişin onlarla olsun, alışverişi kesme. Dolayısı ile yolda bulunmak ve samimiyetle bulunmak, Allah için bulunmak muhakkak surette o yolun büyüklerine insanı kavuşturur. Belki buna başka bir delil sormak isteyenler varsa da Kur’ân-ı Kerîm’de sûre-i Tûr da Cenâb-ı Hakk sâlih âmel işleyenlere diyor ki: “Zürriyetlerinde bulunan büyüklerine onları ilhâk ederiz. Ve hatta büyüklerinin derecesinden de, ulaştıkları makamdan da hiç düşürmeden ve eksiltmeden o diğer aşağıdakileri onların seviyesine çıkartırız.” demesi artık nesil ve neseb olarak bile Allah Teâlâ böyle ilhâk ediyorsa, mânen o yolu tercih eden insanların haydi haydi ilhâkı mümkündür. Çünkü “El mer’u mea men ehabbe” (Kişi sevdiği ile beraberdir) hadîs-i şerîfince kişiler Allah için böyle bir muhabbetten asla mahrum kalmayacaklardır. İşte insanlara o yüzden yapamasalar bile hep bu yollara sülûk etmeye gayret etmişler, hiç bu yoldan da ayrılmamaya gayret etmişlerdir. İyi de yapmışlardır çünkü şu an’da en büyük tutanağımız, bizim en büyük desteğimiz işte bu birbirimize gösterdiğimiz Allah için sevgi ve muhabbettir.
Edeb-i tarikatte mürşid ve mürid ilişkisine baktığımızda sâlik’in teslimiyetle mürşidine itâatı, ve nefs-i emmâre’den kurtulma niyâzı var. Konumuz edeb olunca Müsaadenizle “Derviş olmak” hususuna da biraz değinmek istiyoruz.Mürşid ve mürid ilişkisinden biraz bahsedebilir misiniz?
■ ■ ■ İnsanın nefs-i emmâre’den kurtulması için muhakkak bir manevî mürebbi lazım mıdır? Lazımdır. Bir kere en başta bunda anlaşmak îcâb eder. Çünkü daha evvel’de söylenildiği gibi, sıkça fakirin de zikrettiği gibi Cenâb-ı Hakk “El hamdu lillâhi rabbil âlemîn” diyerek kendi ferman-ı Sübhaniye’sinde âlemlerin Rabbi olduğunu beyan ediyor. ‘Âlemlerin Rabbi’ demek, mürebbi hakikî’nin Allah olduğunu ilân etmek ve idrak etmek demek demektir. Buna imân ederiz. Fakat Rabbü’l-âlemîn bu terbiyeyi insan’dan insan’a olacak şekilde hâlketmiş ve nizamını buna göre tanzim etmiştir. Peygamberleri göndermiş, peygamberlere vârisler göndermiş ve müteselsilen son güne kadar da bunun geleceğini beyan etmiştir. O halde insanın nefsi terbiyeye girebilmesi için veya nefsi terbiyeyi alabilmesi için bir mürebbi hakikî’ye, bir manevî mürebbi’ye, bir arkadaşa ihtiyaç duyduğu kesindir. Fakat bu insanın tercihiyle olabilecek şekillenebilecek birşey değildir. Bir kere insanın böyle bir mürşide nasıl kavuşacağı yine biraz onun nasip, takdîr ilişkisi ile olabilecek birşeydir. Şöyle ki bizler ümmet-i Muhammed olmayı talep etmedik. Ama Allah Teâlâ bizleri ümmet-i Muhammed olarak takdîriyle Efendimiz’e ümmet kıldı. Aynı bunun gibi bir kişi de bu manevî terbiyeyi nereden alacak? Kimisi celaliyle başka bir yerden, kimisi başka bir zâttan nereden alabilecekse onun da Cenâb-ı Hakk muhakkak o taliblerine ve bunu isteyenlere gösterir, hiçbir zaman mahrum bırakmaz. İşte bu ilişkiden bakarsak bir kere böyle başlarsa bu iş, ilâhi sevk ile olduğundan ve manevî cazibeyle olduğundan muhakkak bunun içerisinde bir manevî muhabbet vardır. Bu manevî muhabbet dervişin veya seyr-i sülûk’ta bulunan kişinin terbiyesi için adetâ bir kuvvettir, enerjidir. Hazreti Mevlâna Celâleddin-i Rûmî efendimiz buyuruyor ki “Bu yolun başı da aşktır sonu da aşktır.” Baştaki aşk ve muhabbet kişinin cüzzî iradesi ile severek gayretidir. Sonundaki aşk baştaki aşk’a benzemez. O idâhi aşkın o kişi’de tamam olması ve tecelli etmesidir. İşte mürid ve mürşid ilişkisinde bu safhaları yaşar esasında insan. Bu arada nefsi terbiye olmuş, kalbi tasfiye olmuş bazen haberdardır bazen hiç değildir. Netice menzil’e ve maksûd’a ulaşmaktır. Birçok şeyi hayatımızda muhabbetle yaparken ve farkında olmadan öğreniriz. Muhabbet bize meşk ettirir. Sonradan biz muhabbetimiz sayesinde zorlukları görmezden gelerek, bu zorlukları adetâ bîgâne yaşayarak sâdece muhabbetimizin peşinden gideriz. İşte mürid mürşid ilişkisinde de en aslolan bu muhabbettir. Bu muhabbete mürid kendisini kaptırır, bu arada nefsi mi terbiye olur, hasedi mi, gıptası mı iptal olur, şehveti şevkât’e mi dönüşür? Bunların hepsi bir şekilde olur. Ama bunların oluşunda ki eziyeti, bir nevi ameliyata giren kişiye narkoz verilmesi, anestezi yapılması gibi düşünün, o muhabbet morfini verilir insana ve üzerinde çatır çatır kesilir, biçilir ne amelyeler yapılır, o o anda rüya görmektedir, o anda teslim olmaktadır, baştaki teslimiyetinin farkında değildir. Baştan o teslimiyeti ile beraber neler gelebileceğini mürid görse teslim olamaz, ona hiç hissettirilmez. O geliş gidişlerle beraber mânâ aktarımı olur ve o şekildedir. İşin pratik olarak aktarımı, anlatımı budur. Diğerleri işin açıkçası kitabî anlatımlardır. Doğrudur amma mutfağı göstermeyen servislerdir bunlar. İşin mutfağına bakarsak bundan ibarettir.
“Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Çarşı pazarı güldür gül”
Hepsininde menşeinde Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın muhabbeti vardır. Tüm alışveriş bunun üzerinedir. Ne minnet ne külfet ne bir ücret vardır, sâdece muhabbetle muhabbet tartılır. Ve diğer tarafa adetâ hiç gösterilmez. Artık derviş o muhabbetten düşmekle en fazla tehdîd olunabilir. O muhabbete uyandığı zaman, o yedi başlı ejderha’nın başları çıtır çıtır ezilir.
Vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz efendim.
■ ■ ■ Bendeniz teşekkür ederim. Böyle bir muhabbeti bulan varsa Aşk olsun diyorum.
Âsitâne Dergisinde yayınlanmıştır