Mahmut Erol Kılıç ile Söyleşi : “Arifin Mesajı”
Mahmut Erol Kılıç ile Söyleşi
• Tasavvufun yapısı gereği “efrâdını câmi ağyârını mâni” bir tanımını yapmak oldukça zor. Tasavvufî öğretinin hangi boyutu “tanımlama”ya müsaade etmemektedir?
Tanımlama ve tasnif akl-ı meâşın fonksiyonudur. Tanım yapmak, fizikî âlemin işleyiş gerçekliklerindendir. Tasavvufun bu kategoriye dahil edebileceğimiz bir tanımının olmadığı doğrudur. Belki de sûfîliği orijinal kılan, onun bu tür basmakalıp bir tanımının olmayışıdır. Mamafih, bence bu, bir dezavantajdan öte avantajdır. Fakat bu gerçeklik, onun hiçbir şekilde anlamlandırılamayacağını da ifade etmez. Şüphesiz ârifler, semboller ve benzetmelerle içinde bulunduğu hâli ifadelendirmeye çalışmıştır. Bu sembolik ifadenin muhtelif olması ârifin ya da onun dillendirdiği tasavvufî hakikatin bir eksikliği değildir. Sufîliğin ahvâl ilmine dair yüzeysel de olsa bilgi sahibi olmayanlarca, tanımlardaki ihtilaf, zafiyet olarak nitelenebilir. Aslında hakikat bir, fakat onu zevk ediş şekli çeşitli ve farklıdır. Herkes âşık olabilir ama herkesin yaşadığı aşk, kendi şahsî tecrübesidir. Aşk hikayeleri birbirine benzer ama herkesin şahsî/özel aşk tecrübesi vardır.
• Ârifler nezdindeki bütün bu subjektivite salt zevk edişle ilintili bir durum mu? Aynı merkezden geçtikleri bir nokta yok mudur?
Tasavvuf, İslam mimarisindeki câmiye benzer. Bütün Müslümanlar, fiziki bir mekanda fiziki bir amel birlikteliği için bir araya gelir, herkesin bu mekanda ittifak halinde olduğu bir takım hareketler aynıysa da tek tek mümin olarak o eylemden almış olduğu haz şüphesiz farklı olacaktır. Kelimelerin bedenlenme sürecinde subjektivite, ârifin lisanında hâkim olur. Bu yönüyle tasavvuf aslında bir tür “din felsefe”sidir. Kişiden bağımsız bir din felsefesi tanımı yapılamaz. İbn Sina, İbn Rüşd, Gazalî ya da John Hick’e göre bir din felsefesi tanımı, kısmen ortak öğeleri var olsa da farklılık arz eder. Bu bağlamda şahsa özel tanımlar söz konusudur ve kavramdan ziyade şahıs önceliklidir. Tasavvufta zaten insan merkezlidir.
• Tanımı yapan ârifin durduğu yer (makam/konum) değiştiğinde, aynı şahıstan farklı bir tasavvuf tanımı sadır oluyor mu?
Tabi ki, sûfînin manevî yaşamında kendi iç derinliğine uzanan bir tekâmül süreci (progress) söz konusudur. Hâller birbirini tebellür ettirir. Dolayısıyla sûfînin yaşamakta olduğu bir hâl evvelki yaşamakta olduğu hâlin sonucu olmaktadır. Tanım da ahvâle göre farklılık arz eder. Cem hâli yaşayanın tanımı, cemden farka geçtikten sonra farklılaşacaktır.
• Şu halde bu, “tasavvuf hâl ilmidir”, tanımıyla tamamen örtüşmektedir.
Evet, bunu âriflerin metinlerini okurken daha rahat fark ederiz. Bu üsluptan bî-haber kimselerin düştüğü en büyük yanılgı, âriflerin sözlerini paradoks ve absürd ifadeler olarak nitelemeleridir. Örneğin ahvâl ilmini dikkate almadan, İbnu’l-Arabî metnini okumaya tabi tutuyor, eser içerisinde bir söz görüyor daha sonra o sözle çeliştiğini zannettiği başka bir sözle karşılaşıyor. Bu kişi, metni yanlış okuduğu (mis-reading) ihtimalini göz önünde bulundurmadan İbnu’l-Arabî’de bir nâkısa bulmaya çalışıyor. Siyak-sibak, ahvâle dair bilgiden yoksun değerlendirme sûfîleri yanlış anlamaya yol açar. Şöyle ki ârif, hâlin taht-ı tesirinde “Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi” der, aynı ârif hemen sonrasında iner aşağı “Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni” der. Bu, ârifin sahip olduğu Hak ve halk nazarıdır. Ârif zü’l-cenâheyn ve zü’l-vecheyndir.
Tasavvufun yapısında olan süreklilik (perennial), pıhtılaştırılmış ve dondurulmuş bir tanıma müsaade etmez. Hülâsa tasavvufun bu açıdan bakıldığında tek bir tanımı yoktur. Ancak subjektif olarak bu ilmi tecrübe eden âriflerin lisanlarından süzülen hikmet, ikincil kişiler tarafından tanımlamada yardımcı öğe olarak kullanılabilir.
• Bu bağlamda siz bir tasavvuf tanımı yapabilir misiniz?
Şimdi eğer dini ilimleri epistemolojik manada varlık mukabiline, yani varlığın karşısına koyarak değerlendirirsek, varlık tek bir mertebe değil, meratib (hiyerarşi) halinde kategorili (katmanlı) bir yapıda olduğu için bunun karşılığında oluşan bilgi de dolayısıyla mertebeli olacaktır. Mesela bu meratibi gözeterek tasavvufu, dinî ilimlerin arkeolojisi olarak tanımlayabilirim. Yani sathın, görünümünün kazılarak alttan o görüntünün hakikatinin çıkarılması ilmidir tasavvuf. Şunu yineliyorum, fizikî gerçekliklerin tarifini yapmak bilim adamlarının işidir. Modern hayat tarzı da bireyi buna icbâr eder. Ama ârif tanımdan kaçar. Zira ârife tarif gerekmez. Ârif, tanım yapan değil yaşayandır.
• Tanımlamanızdan tasavvufun dinin özünü (lüb) idrak için bir çalışma türü olduğunu anlıyorum.
Buna ek olarak yapmış olduğum tanım, dinin indiği Yüce Kaynak’la irtibatı da içeriyor. Tevil, başa, ilk haline döndürme, aslına ircâ etmektir. Bir şeyin hakikati aslındadır. Asıl bilinmezse suretin bir anlamı olamaz. Zira sûret ilke çıkarmak için inmiş bir kopyadır. Din muamelat itibariyle, uygulama itibariyle sûrettir, bir tezâhürdür. İnsanoğlu zamanla surete takılıp kalmaya başlamış ve böylece aslı(nı) unutmuştur, dini de böyle.
• Bir problematik olarak Tasavvuf ilminin menşeinden söz edebilir misiniz?
Modern toplum metafizikten uzaklaştığı için kendisi başlı başlına bir problematik durum arz etmektedir. Bu yüzden manevi yaşam ve tasavvufa problem olarak yaklaşılmasını doğrusu tabii karşılıyorum. Bunlar redd-i miras edilmiş bir geleneğin, bir batınî geleneğin dışlanması neticesinde husule gelmiş tabii sonuçlardır.
Tasavvufun menşeine dair problematik yaklaşımları, örneğin hârici bir takım tesirlerle vücud bulduğuna dair yaklaşımları, ele alalım. Din kendisi, nebiler nurundan intikal ede ede gelir. Hatta kimi peygamberler birbirlerinin kardeşleridir de. Soy birlikteliği olan bu nebilerin mesajlarında da kimi zaman benzeşmeler söz konusudur. Mesela, Tevrat’ta geçen, “Tanrı, insanı (âdemi) kendi suretinde yarattı.” ayeti, İslam geleneğinde hadîs-i nebevî olarak görünür. Karşılaştırmalı olarak -her ne kadar tahrif olmuş olsalar da- kutsal kitapları tematik okumaya tabi tutsak bir çok benzerlikler buluruz. Şunu söylemek hiç mümkün olur mu: “Kur’an-ı Kerim, İncil’den kopya çekilmiştir.” (Bunu bile dillendiren kimi müsteşrikler vardır.) Kutsal kitaplarda birtakım benzerlikler olur çünkü aynı kaynaktan geliyorlar. Bu geleneğimizde sıkça tekrarlanan şu düsturun tam karşılığıdır: “İnne’d-dîne kad büddilet ve lâkinne’l-hakika lem yübeddil” yani “Hakikat birdir ama dinlerin dış yönü değişebilir.” Elfâz birdir ama mana müttehiddir, denir.
Biz, bütün bu söylenenleri makâm-ı nübüvvet için kullandık. (Ve kıs alâ hâzâ) Siz bunun aynısını velâyet makamı için de kullanabilirsiniz. Allah’ın velileri hangi nebinin taht-ı tasarrufu altında ise – bu Musa, İbrahim, İsâ (a.s.) olabilir- onların sözlerinin benzeşmeleri pek tabiidir. Zira evrensel hakikatler tecrübe edildiğinde her mekan ve zaman da aynı sonuçları verirler. O açıdan, bu benzeşmeleri birbirinden intihal, tarihsel (historic) anlamda kopya çekmek olarak görmek yanlış bir kanaattir.
Dinleri farklı olan veliden (aziz/saint) bir Müslüman velinin etkilenmesi, özellikle Basra, Kufe, Şam havâlisindeki manastır hayatı yaşayan (monastic life) Hıristiyan rahiplerle görüşmeleri sonucunda İslam dünyasında sûfilik diye bir şeyin ortaya çıktığı, tezi kimi oryantalistlerin iddia ettikleri bir faraziyedir. Daha sonra onların bu faraziyesi -maalesef- bazı Müslüman alimler tarafından da benimsenmiş ve sözüm ona tasavvufu tenkit sadedinde bir malzeme olarak kullanılmıştır. Oysa ki oryantalistlerin bunda bir art niyeti vardı. İslam’ın manevî yaşam ve hikmetten yoksun bir din olduğu, ve bu eksiğini Hıristiyanlıktan etkilenerek gidermeye çalıştığı tezini bu şekilde temellendirmeye çalışmaktadırlar. Mezkur düşüncenin Müslümanlar tarafından benimsenmesi ise manevi ilimleri bu tezleri dillendiren dünya görüşüne terk etmek anlamına gelir. Kanaatimce bu İslam’a ve Muhammedî yola farkında olmadan zâhir ulemasınca, yapılan en büyük ihanettir.
• Ayrıca menşe probleminin orijinalite sorunuyla da bağlantısı var sanırım.
Muhammedî hikmet taht-ı tasarrufunda bulunan velinin kendisine has bir takım sırları, nurları, varlık ve âlem tasavvuru vardır. Ve bu orijinaldir. Bunun orijinalitesini bugün çok rahat gözlemliyoruz. Bizde henüz keşfedilmemiş birer ada olan İbnu’l-Arabi, Mevlâna, Sadreddin Konevî, Azizüddin Nesefî gibi ârifler -Batının kendi Hıristiyan azizleri olmasına rağmen- onlar tarafından da ilgiyle karşılanıyor. Bir Hıristiyan rahip bana şunu söylemiştir: “Mevlânâ beni de etkiliyor.” “Hıristiyan azizlerden seni etkileyen kimse yok mu?” diye sorduğumda ısrarla sözünü tekrarladı: “Onlardan da istifade ediyorum ama Mevlânâ’nın manevî nüfuzu ve derecesi bir başka.”
Akl-ı selim sahibi herkes âriflerden istifade etmektedir ama mum dibine ışık vermemektedir. Acınacak bir durumdayız zira insanımız üzerinde durdukları hazinenin farkında değiller. Ama bir gün birileri alttan o hazineyi çeker.
• Sûfîlerin Kur’ânî ilimlerle olan ilişkisinden kısaca söz eder misiniz?
Tarihte hiçbir sûfî yok ki şeriat ilimlerini tahsil etme merhalesinden geçmemiş olsun. Ulum-ı şer’iyyenin sûfîler tarafından XIX yy. sonlarında ihmal edilmesi kısmen doğrudur. Ekâbir-i sûfîyye yani tasavvufun kurucu unsurları olan sûfîler asla zahiri ilimleri göz ardı etmemişlerdir. Dört kapının, kırk makamın birinci kapısı bâb-ı şeriattır.
• Ekâbir-i sûfîyyenin fıkıhla olan ilişkisi nedir?
Fıkıh, tefakkuh yani derinlemesine anlamak demektir. Hadis-i şerifte “Allah dinde bir kimsenin hayrını taleb ederse o kimseyi dinde fakih/derin anlayış sahibi kılar.” denilmiştir. “Derin anlayışlı kılmak” kavramı dahi aslında tasavvufun doğuşuna mesned teşkil edecek hadislerden bir tanesidir. Fakat burada semantik bir oynama yaparak “hukukçu kılar” diye anlam verirler ve böylece bambaşka bir sahaya manayı indirgerler.
Fıkhın orijinali, fiil-i nebevîdir. Akl-ı Muhammedîyi bilmeden beden-i Muhammedîyi anlamak zordur. İnsanın beşerî yaşamındaki fiilleri kalbinden neşet eder. Sûfîler sadece fiil-i nebevîyi anlamakla kalan kimseler değillerdir. Fiil-i nebevînin içine nüfuz eden kimselerdir. Bunun yanı sıra insanın hayat alanı fizikî âlem (şehâdet âlemi) olduğu için rûhânî aşkınlığı elde edecekse fizikî bir takım ibâdetlere/eylemlere mutlaka ihtiyaç duyacaktır. Fiziki ibâdetlerde ise Peygambere tabi olmak zorundadır. “Beni nasıl namaz kılıyor olarak görüyorsanız siz de öyle kılınız.” Bu yüzden bizler Hazret-i Peygamberin fıkhına tabi olmak zorundayız. Fakat şunu da göz ardı etmemeliyiz ki, salt zahiri eylemleri bilmek ve yapmak dinin bütün vecibelerini yerine getirmek, anlamına gelmez. Bu vecibelerin sizde oluşturacağı iç yapıya göre hüküm verilir.
• Sûfîler bu ikisi (zâhir/bâtın) arasındaki dengeyi nasıl gözetmişlerdir?
İslam tasavvuf geleneğinde manevî eğitime başlanıldığında bir mürebbi önce talebesini zâhir ilimlerde yetiştirirdi. Fakat öte taraftan mürşid-i kâmiller, zâhir ilimlerin hepsinin araç ilimler olduğu gerçeğini ise asla göz ardı etmezlerdi. Zirâ araç kimi zaman amacı perdeleyebilir, onu unutturmaya vesile olabilir. Bu açıdan maneviyat ocaklarında yapılan manevi eğitimde müride sadece “ilmihal” bilgisi vermek yeterli görülürdü.
• Aslında zâhiri birtakım bilgilere dair olan bu kitapçığa “ilmihal” denmesi bile bizim geleneğimizin zihniyet dünyasını yansıtması ve her ikisi arasındaki ilişkiyi izah etmesi açısından önemli sanırım.
Tabi ki günlük ahvâl-i şahsiyyesini ilgilendirecek bilgiler, kişinin manevi eğitiminin ayrılmaz bir parçasıdır. Eğitimde araç olarak görülen sadece ilmihal bilgileri değildir. Tasavvuf ilminde de sûfîlerin kendi kullandıkları yöntemlerden bazıları da araçtır. Dört kapı kavramından şeriat-tarikat araç, hakikat ve marifet makamları amaçtır.
• Peki burada araç olarak nitelediğimiz tasavvufi yol ve manevi üstadın rolü nedir?
Şehâdet âleminden ulvî âlemlere yapılacak olan dikey seyir muhakkak bir araç yardımıyla olmalıdır. Yatay düzlem için de durum aynıdır aslında, uçakla yapmış olduğumuz bir yolculuğu düşünelim mesela, pilota yol tarif edemiyoruz, ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi teslim olup seyahat ediyoruz. Fiziki alemde herhangi bir şehre turistik bir gezi yaptığımızda da durum aynıdır. Bir rehbere ihtiyaç duyarız. Hiç kimse şunu diyebilir mi: “Rehber kabul etmek bir şirktir, şehirle benim arama bu rehber niçin giriyor?” Ben bu şehri tek başıma dolaşacağım dersen yılların kaybolduğu gibi yolların da kaybolabilir. Oysa rehbere tabi olup iki günde şehri etraflıca gezmek ve şehri tanımak daha kolaydır.
• Yani, aşk şehrini temâşâ etmek isteyenlerde aşk-şehri-rehberlerine kesinlikle müracaat etmelidirler.
Kesinlikle, yatay âlemde (afakî âlem) var olan, dağlar, vadiler, uçurumlar, köyler, kasabalar, şehirler; dikey âlemde (enfüsî âlem) de vardır. Yolda eşkıyalar, yol kesiciler (kuttâ-ı tarîk) vardır. Yol da ayak kaydıran (mezleka-i akdâm) aşamalar vardır. Bundan dolayı “delilsiz gidilmez, yollar haramî” denmiştir.
• Rehber-i hakîkîyi nasıl fark edebiliriz?
Kişinin görünür rütbesi eserinde. Yani bir kâmilin nutkundan, sesinden, hâzır bulunduğu ân ve mekândan feyz ve bereket alınır. Bu hissedilir. Bir mürşidin sözlerinde kesinlikle bölücülük, parçalayıcılık, ikilik, sen-ben kavgası, ben-ben-ben, ben doğruyum diğerleri yanlış onlara gitmeyin türünden laflar asla yer bulamaz. Tevhid makamına eremeyen bir kimseden bu tür sözler sâdır olur. Zâta eren Muhammedî velî, “herkes yoluna” der kimseyi dışlamaz. “El yaman biz saman” der. Kendisini ahkaru’l-ibâd (kulların en hakiri) olarak görür. Herkese tebessüm eder, mahlûkata şefkatli davranır. Zirâ Muhammedî veli bilir ki, “Sözlerin/görüşlerin farklı oluşu hâllerin muhtelif oluşundandır.” (İhtilâfu’l-akvâl bi ihtilâfi’l-ahvâldir.)
• İslam medeniyetinin şekillenmesinde kurucu unsur olan tasavvufî öğreti, İslam medeniyetinin çözülme sürecinde ve gerilemesinde de ana neden olarak gösterilmektedir. Bu tarz bir yargıya varmak ne tür bir refleksin ürünüdür?
“Gerileme” sadece İslam dünyası için geçerli olan bir gerçek değil. Aynı durum Batılı değer ve değer-bağımlı teknolojiye sahip olamadığından dolayı diğer medeniyetler (Çin, Hint) içinde geçerlidir. “Gerileme” ve “ilerleme” salt iktisadî/teknolojik ilerlemeye ircâ edilecek olursa Batı dışındaki dünya “geri” kalmıştır. Ama bu ârizî “geri kalma”nın tedavisi zannedildiği kadar zor değildir.
Kavramsal olarak “gerileme” ve “ilerleme”ye dikkat etmek gerekiyor. Sözüm ona ilerlemiş toplumlara atf-ı nazar edelim. Modern teknolojileri artık insanlığa hizmet etmek için değildir. Tıp bilimi insanlara şifa vermekten uzaklaşmaya,. insan genleriyle oynayıp etik değerlerden kopmak suretiyle bir canavar olmaya başlamıştır. Teknik, vahşi bir mekanizma haline gelmiştir. Bugün kimi batılı düşünürler artık “ilerleme” unsurlarının insanlığın ruhânî değerlerine katkıda bulunamadığını tartışıyor ve kendi “ilerleme”lerinden rahatsız oluyor. Değerlerine dönmeye çağrıda bulunuyorlar. “İlerleme”den yoksun “geri” kalmış İslam ve Hint dünyasının bu “geri” kalmışlığı yüzyıl sonra belki de bu medeniyetler için bir dezavantaj olmaktan çıkacaktır. İlerlediğini iddia eden toplumlar insan faktörünü kaybetmeye başladılar. Batılı insan kutsala olan referanslarını göz ardı etti ve bunun sonucunda da kalbini şeytana rehnetti. Batı da insan artık, üretmek istemeyen, intiharlarla yüzleşen bir varlık haline geldi. Varlık krizinden kurtulmak için kaybettiği insanlık dersini bir Hint gurusunun önüne diz çökerek bulmaya çalışıyor. Şunu asla unutmayalım ki gerçek gelişme manevî tekâmüldür.
Sorunuza şimdi giriş yapabilirim. İslam dünyasının “geri” kalmasının ardında sûfîler olduğunu iddia edenlerin görüşleri tarihi vakıalarla asla örtüşmemektedir. Ama şunu da asla unutmayalım ki, bir medeniyet bütün kurumlarıyla geriler ya da çöker.
Oysa ki tarihi gerçeklikler, İslam dünyasında bir çok bilimsel çaba ve buluşun arkasında sûfîlerin olduğunu bize gösterir. Sûfîler sadece tekke köşelerinde evrad ve ezkarla meşgul olmamışlardır. Aksine tekkeleri birer ilim yuvası haline getirmişlerdir. Kimya, heyet, astronomi, astroloji, matematik, edebiyat ve sanatın bir çok dalı tekkelerde öğretilmiş ve tekke mensubunca bu ilim ve sanat dallarına dair risaleler kaleme alınmıştır. IRCICA’nın Osmanlı Bilim literatürüne dair yayımlamış olduğu eserlere baktığımızda müelliflerin yarıdan fazlasının sûfî olduğunu çok rahat görürüz. Örneğin, Süleymaniye Kütüphanesinde, eserinin birisinde Endülüslü bir âriften matematik dersi aldığı kaydı bulunan Dâvud-ı Kayserî kimdir? İbnu’l-Arabî’nin eserlerinin şârihi ve takipçisi, Osmanlının ilk müderrisi bir zât. Bağlantıları iyi takip edersek bir sûfî, bir medrese ehli ve bir bilim adamı kimliği.
Edirneli Hamdi-yi Bağdâdî isminde halvetî-uşşâkî bir zat vardır. Bu zât Bağdadlı olduğu için kendisine “Bağdâdî” nisbesi verilmemiştir. Kendisi tekkesinin bahçesinde envai çeşit çiçek yetiştiren bir kimsedir. Şeyh’inden Bağdat’a gitmek ve sırf bir lâle tohumu edinmek üzere destur alır. Bir iki yıl Bağdat’ta ikamet eder bir takım zirâi araştırmalarda bulunur tekrar Edirne’ye avdet eder. Şeyhi “hoş geldin bizim Bağdatlı” der ve bunun üzerine Bağdâdî nisbesini alır, yani botanikçi bir şeyh efendi. Örnekler çoğaltılabilir.
• Tasavvuf içinde yaşamış olduğumuz modern-teknoloji toplumunda kutsala olan referanslarını tamamıyla yitirmiş, bireysellik kabuğuna bürünmüş, buhranlarıyla baş başa kalan insan tekinin, yeniden anlam arayışı içerisine girme, insanlığını hatırlama ve pekiştirmesine nasıl yardımcı olabilir?
Modernite, öteler ötesine referans yerine bu dünyaya referansların yapıldığı yerdir. Modern insanın krizlerle baş başa olduğu artık ayan-beyan ortada. Teknolojik cihazlar çok çabuk eskiyor. İster istemez gündeme, “eskimeyene olan ihtiyaç” gelmektedir. Ruh “çok”tan (kesret), “bir”e (vahdet) avdet etme ihtiyacı duymaktadır. Kesret arttıkça insanın zihni parçalanmaktadır. Modern bireyi krize sürükleyen bütün bu problemler izâle noktasında tasavvufun çok özel bir yeri vardır. Modern insanın anlam arayışına katkı sunacak olan tasavvuftur. Rûhî olana duyulan ihtiyaç arttıkça İslam tasavvufunun modern dünyadaki rolü daha iyi kavranacaktır.
• Sözü İslam âriflerinin daim insanlığa vermeye çalıştıkları mesajla bağlayalım.
Bir ârifin gayesi gayelerin en üstünüdür. Fânî olandan yüz çevirip bâkî olana yönelen ârif, gayesini bulan/bilen kimsedir. “Men arefe” sırrını müşahede edip kendini tanıyan ve oradan da Rabb’isini tanımaya çıkan kimsedir. Ârifler vahdeti bilendir. Bütün bu görüntülerin ve kesretin arkasındaki Bir’i müşahede eden kimselerdir ârifler. Kendileri birliği müşahede ettikleri için topluma da her zaman için birlik tavsiyesinde bulunmaktadırlar. Bütün farklılıkları izafi alana indiren ârifin mesajı: “BİRLİK, BİRLİK, BİRLİK olur ancak.”