Mahmud Erol Kılıç : Tasavvuf İhtiyacı…
Tasavvuf, İslâm toplumlarını derinden etkileyen ve başından beri tartışmalara konu olan bir disiplin. Siz de bu alanda kendini yetiştirmiş bir ilim adamısınız. Sizinle tasavvufla ilgili tartışmalı konuları konuşmak istiyoruz bu söyleşide. İsterseniz nereden çıktı bu tasavvuf sorusu ile başlayalım. “Neden ihtiyaç duyuldu tasavvufa? Yahut olmazsa olmaz mıydı? İslâm varken neden tasavvuf, Müslüman varken neden sûfî?” soruları anlamlı mı sizin için?
Önce sorularınızı bir kavramsal çerçeveye oturtalım isterseniz. Evet doğru, bu çağın “tartışma” konularından bir tanesinin de tasavvuf olduğu bir gerçek. Çünkü modern düşünce gerçeğe tartışa tartışa daha sonra varacağını ileri sürmektedir. Yalnız şu da iyi bilinmeli ki modernliğe geçilinceye kadar ki dönemlerde tasavvuf, tartışmanın bugün ulaştığı vechesiyle bir tartışma mevzusu olmuş değildi. Yani ilimler hiyerarşisi (merâtibu’l-ulûm) içerisindeki konumu toptan, küllî olarak sorgulanmış veya reddedilmiş değil bazı kısımlarına (cüz’î) yönelik tashih teklifleri ki bunlar da esasa müteallik olmayan bir takım isimlendirme teklifleriydi. Bu sebepten, geleneksel değerlerin tahrif edildiği böylesi bir çağda anlaşılması başlı başına bir problem haline gelen konulardan bir tanesinin de “Tasavvuf” olması hem modern çağı oluşturan zihniyet dünyasını ve hem de tasavvufu yakından bilenlerce anormal bir durum olarak görülmez. Tabulaştırılmış rasyonalizmin, alaycı pozitivizmin ve militan sekülerizmin tek geçerli düşünme biçimi yapıldığı ve üstelik bu zihniyet kalıplarının dînî ilimlere de sızdığı bir dünyada tasavvufun işi zordur. Çünkü bu yapı içerisinde “din”in de değerler sıralaması değiştirilmiş, ruhdan kopuk, materyalist ve soğuk yüzlü bir din çıkmıştır ortaya. Ne var ki yukarıda saydığım bu üçlünün aynı zamanda modern çağın problemlerinin de kaynakları olduğu artık bir çok kimse tarafından açıkça telaffuz edilmeye başlanmasıyla beraber bu mitosların tahtı da sallanmaya başladı. Sınırsız ekonominin, ruhsuz politikaların, maddeci felsefelerin, doğanın tahribinin ve mutsuz bireyin hep bu zihniyet kalıplarının götürdüğü sonuçlar olduğu görülünce bütün dünyada kaybolan değerleri, Geleneksel (Tradisyonel) düşünüş biçimlerini yeniden keşfetme çalışmaları başladı. Artık sipiritüel görüşler, mistisizm, ezoterizm, felsefe yükselen değerler arasında sayılmakta. Mistisizmin artık alaya alınmadığı ve ciddî bir iş olarak görülmeye başlandığı bir hayli akademik araştırmaya mevzu olmasından anlaşılmaktadır. Çekoslavakya devlet başkanı Havel’in güzel bir sözü var: ” 20. yüzyıl toplumları o toplumda kaç tane mühendis olduğuna göre değerlendirilirdi. Ama 21. yüzyıl toplumları o toplumda kaç tane bilge, kaç tane filozof olduğuna göre değerlendirilecek”.
Konuyu oturtacağımız genel çerçeveye yönelik bu girizgâhtan sonra daha özele inerek konuşmak icab ederse şunları söyleyebilirim. Nedir tasavvuf? Aslına bakarsanız “tasavvuf” bir yöntemdir, bir bilgi değildir. Bir metodolojidir, bilgiyi elde ediş yollarından birisidir. En geniş anlamıyla düşünecek olursak bir tür “Din Felsefesi” de diyebiliriz ona. Sapmış modern anlamıyla değil sahih (otantik) ve aslî (orijinal) anlamıyla, “Hikmet” vurgusunu yitirmemiş anlamıyla buna gerçek felsefe de diyebiliriz. Yani dinin temel esaslarını anlamlandırma modellerinden, dinin yorumlanması çabalarından birisi olarak bakabiliriz tasavvufa. Tıpkı diğer modellemeler gibi o da insanî bir çabadır. Bir gerçeklik tasavvurudur. Başkaları da başka modeller geliştirebilir, başka tasavvurlar ileri sürebilirler, nitekim öyle de yapmışlardır. Bütün dinlerde söz konusu dinin esaslarını tefsir ederken hep benzer ekollerin oluşmuş olduklarını görürüz. Çünkü kalkış noktaları benzer olan düşünceler benzer sonuçlara varırlar. Dolayısı ile bir yönüyle evrenseldir bu. İşte bu yaklaşım tarzının İslâm dîni özel alanındaki adı ise teknik tâbiriyle “tasavvuf” olarak isimlendirilmiştir. Bu isimlendirme de katı ve kalıplaşmış bir isimlendirme değildir. Binanaleyh bu kelimenin etimolojik kökeni üzerinde modern araştırmacıların aksine muhakkik sûfîler fazla durmamışlardır. Çünkü onlara göre isimlendirme değil muhtevâ daha önemlidir. Bunun için “Eskiden tasavvufun adı yok ama içi vardı, şimdi ise içi yok adı var” demişlerdir. Bu kelime yerine başka kelime tercih edenler de olmuştur. Meselâ İbnu’l-Arabî tasavvuf kelimesini de kullanmakla beraber “tahakkuk” ve “muhakkik” tâbirini daha çok sevmiştir. Hasılı isme takılıp kalmayıp müsemmâya, o ismin delâlet ettiği mânâya nüfuz edebilmek gerekir ki bu bile tasavvufî yöntemin öğretilerinden bir tanesidir.
Şimdi “Nereden çıktı bu tasavvuf?” diye soruyorsunuz. Bir an için her türlü tarihsel zeminden bağımsız olarak düşünelim. Yani Hayy b. Yakzan gibi ıssız bir adada, tek başına hayatı teneffüs edelim. Şimdi siz eğer İslâm dinine mensûbsanız ve kutsal kitabınız olan Kur’an’ı okuyorsanız bir çok âyetin yanısıra şöyle bazı âyetlerle de karşılaşırsınız. Bir iki örnek olsun diye meselâ;”Ben size kendi rûhûmdan üfledim”, “Her nerede olursanız olun o sizinle beraberdir”, “O ilktir, sondur, içtir dıştır”, “Onların kalbleri vardır onunla aklederler”, “O’ndan geldik ve sonunda O’na döneceğiz” vb. gibi âyetlerin üzerinde düşünmeye başladığımızı varsayalım.
Bir şeyin rûhu bir şeye üflenirse o şey ile ilişkisini nasıl temellendirebilirsiniz.? Rûh bir şeyin özünü veren şey ise, bir şeyin mâhiyetini belirleyen esas ise bu ayeti nasıl anlamamız gerekir. Biz Tanrı’dan ayrı ve müstakil varlıklar olduğumuzu düşünürken Tanrı siz nerede, hangi varlık düzleminde olursanız olun ben sizinleyim derse bizim ne yapmamız lazım. Peki Allah size “Ben ilk olanım ve son olanım derse” bu ikisi arasındakinin konumu ne olabilir sizce? Bir şeyin başı ve sonu aynı şey ise ortasını ne yapmalı? “İç benim” sözünü hadi anladığımızı varsayalım peki “Dış da benim” (Hüve’z-Zâhir) sözünü nasıl anlamalıyız? Bu âyeti yorumlayan bir ârifin deyişiyle “ilk – son – iç – dış”ın târifinin net bir şekilde yapıldığı yerde bir beşinci oluşuma yer kaldı mı acaba? O zaman sen nesin? Ben neyim? O’ndan gelmişiz ve yine O’na dönüyormuşuz. “Onların kalbleri vardır ve bununla aklederler” âyetini okuduğumda ise “akletme” eyleminin organı olarak beyin değil de kalbin gösterilmesi beni kalb epistemolojisi yapmaya, kalbi bilişsel bir faaliyet olarak incelemeye sevketmez mi? Daha sonra bana bu kitabı okuyan peygamberin -ki İslâm dini özelinde Hz. Muhammed- “Allah âdemi kendi sûretinde yarattı”, “İman kalbteki bir bilgidir”, “Allah’ım kalbimi ışıt, nurlandır”, “Allah cemîldir” v.b. gibi sözlerini yukarıdaki âyetlerin yanına koyarak düşünmeye başlarsam bende bir tür Tanrı tasavvuru ve Tanrı bilgisi oluşmaya başlamaz mı? Bunlara bir de onun yakın dostlarının, onu iyi anlamış olan seçkin ashâbının bu bağlamdaki açıklayıcı sözlerini de ilâve edecek olursak sanırım Tasavvuf denilen disiplinin üzerinde yoğunlaştığı dînî yorumun tarihsel kaynaklarını hiç bir zorlamaya gerek olmadan rahatlıkla görebiliriz.
Fakat tabii ki bu kaynaklarda bu düzeyden verilen bilgilerin yanında daha alt düzeylere yönelik bir takım başka bilgilerin de verildiği bir gerçek. Günlük hayata ait ve zaman ve mekana has bazı konular da bu kaynaklarda işlenmiştir. Peygamberin tirit kebabını seven bir insan olduğu bilgisi de bu kaynaklarda yer alır veya karpuzu sevip sevmediği tartışılır. Meselâ “Namazı kılın” âyetinin yanında “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki kalbleri o namaza yabancıdır, onların esas niyeti insanlara gösteriş yapmaktır” âyeti varsa burada iki türlü düşünmek gerekecektir. Birisi dikey diğeri yatay. Birisi enfüsî diğeri âfâkî. İlk önce yatay olarak bakalım “Namazı kılın” âyetine ve peygamberin “Beni nasıl görüyorsanız öyle namaz kılın” sözünü de bunun şerhi olarak alalım. Bir yönüyle bedenli varlık olan insanın yapacağı bütün eylemlerin bedenî, fizikî, şeklî bir tarafı vardır. Bu form, bu sûret tıpkı insanın bir ruh ve bir bedenden meydana gelmesi gibi rûhun, özün, cevherin bir zarfı, bir mahfazasıdır.
Ancak esas gâye onun içerisindekidir. İçi yoksa dış varlık sebebini yitirir çünkü dış (zâhir) ancak iç (bâtın) varsa var olabilir. Dışın çıkış yeri içtir, onu doğuran kendi içidir. Sirke küpünden dışarı sirke sızar demişler. Dış içte olanın dışavurumudur, zuhûrudur. Yoksa kimilerinin zannettiği gibi dışın tek başına müstakil bir varlığı yoktur. Bağımsız bir yapı değildir. İç ondan elini çektiği anda o sönüşür, pörsür. Binanaleyh iç esastır, aslîdir, değişmezdir dış ise ârizîdir, geçicidir ve değişkendir. Bu ontolojik esasın epistemolojik uzantısına bakacak olursak dış bilgisinin de (ilmu’z-zâhir) aynı şekilde kendi başına bağımsız olamayacağını, değişken ve izâfî (rölatif) olduğunu görürüz. Şimdi yukarıda sırf bir örnek olay aldığımız “Namaz” olgusunu bu açıdan incelemeye devam edecek olursak bedenî hareketlerle yapılan bir ritüel olan namazın nasıl gerçekleştirileceği konusunda peygamberin kendi uygulamasından kopya çekmemizin istendiğini görürüz. O zaman bunun tarihsel kaynaklar ve tarih ilminin metodolojisi kullanılarak gerçekleştirilmesi gerekir. Rivâyet ilmi denilen saha bunun din ilimlerindeki adıdır. Elde edilecek verilerin belirli bazı değerlendirmelerden geçirilerek bağlayıcı, hüküm ifâde edici bir sonuca ulaştırılması da hukuk ilmiyle gerçekleştirilir ki biz buna fıkıh ilmi diyoruz. Hz. Peygamber namaz kılarken ellerini şuraya koydu, secdeyi şöyle yaptı gibi şeklî bilgilere bu şekilde sahip oluruz. Bu da bir ilimdir. Doğruları yanlışları vardır. Fakat bu yatay mâlumâtın yanısıra o olgunun mâhiyetini, tâbir câizse rûhunu da araştırıp bulmak, dikey olarak yerini keşfetmek gerekmez mi? Bu olgunun ta mağmasına doğru bir kazı yapsak doğru olmaz mı? Bu açıdan biz tasavvufu tâbir câizse dinin arkeolojisi olarak görüyoruz. Satıhtan içeriye inip kaynağı bulmak eylemi. “Nâmaz inanan kimsenin yükselişidir, mi’râcıdır” sözü namazın dikey boyutuna yönelik bir peygamber açıklaması değil mi? Şimdi ben ellerimi nereye koyacağım konusunda fikir yürüttüğümde bu bilimsel oluyor da “yükseliş” üzerine konuştuğum zaman niye olmasın? “Yükseliş” konusunu işlersem sünneti şerh mi etmiş olurum yoksa ibtal mi etmiş olurum? Buna da fıkh-ı bâtın derler.
Bu örnekleri çoğaltmamız mümkün. Netîce olarak şunu söyleyebilirim ki Tasavvuf ilminin kaynağı dîndir. Dînin ana kaynaklarıdır. Nasıl dinin şahsî ve içtimâî bazı günlük düzenlemeleri zaman içerisinde fıkıh ilmini doğurmuşsa dinin bazı metafizik unsurları da hikemî ve irfânî perspektifi doğurmuştur. Allah’ın “El-Bâtın” ve “El-Velî” isimleri olduğu sürece tasavvuf ilmi de olacak demektir. Binânaleyh “Olmazsa olmaz mıydı?” gibi sorular ancak kişinin ontik şuur düzeyini gösteren sübjektif bir gösterge olmaktan öteye geçemez. Kendisinde bunun bir ihtiyaç olarak hissedilmediği kişilerde zaten bunun bir anlamı yoktur. O kişi için belki bu gereksizdir ama bu şuur düzeyine gelmiş kişi ve toplumlarda bunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. “İslâm varken neden tasavvuf? Müslüman varken neden sûfî?” sorusu parça bütün irtibatının kurulamamasından kaynaklanıyor. Bu soruya verilecek cevap ile “Müslüman” adı varken niye “Hanefî” ismi veya “İnsan” varken niye “Mahmud” ismini kullandığımıza dair verilecek cevap aynıdır.
Eleştiriler genelde tasavvufu ayrı bir din gibi algılamaya yöneliyor. Böyle bir niteliği var mı, oldu mu tasavvufun?
Bu sorunun sûfîlerde hiç bir karşılığınınbulunmadığını görmekteyiz. O zaman onlara yabancı olan bu konunun daha çok dışarıdan, yani tasavvuf dışından olan kimselerin bir problemi olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Daha önce de değindiğimiz gibi dînî yorum ekolleri tek bir tane değildir ve bunların görüşleri arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Zaten bu farklılıklar olmazsa aynı olurlardı. Görüşlerin farklı farklı oluşu da ontolojik yapılardaki ayırıcı özelliklerden kaynaklanmaktadır. “İhtilâfu’l-akvâl bi-ihtilâfi’l-ahvâl” demiş sûfîler, yani görüşlerdeki ihtilaflar hallerdeki ihtilafların karşılığıdır. Ne var ki bu farklılıkları herkesin kabul edebilmesi de ayrı bir konu ki o da verilen eğitimle alakalıdır.
Kesretin ontolojik mâhiyeti hakkında dersler verilmeyen okulların talebeleri bir başkasına hayat hakkı tanımazlar. Dolayısı ile onlar kendilerinden başka doğru görmezler. Her şeyin kendi sahip oldukları düzeyde anlaşılıp aktarabileceğine inanırlar. Çünkü tek boyuttan bakarlar olaylara, o da kendi içerisinde bulundukları boyuttur. İşte bu kimseler tasavvufu dışlama gibi çaba içerisine girerler. Çünkü kendilerinin var olabilmesi için ancak tasavvufun atılması gerekir. O zaman bu din yalnız onların olacaktır.
Bu yaklaşım günümüzün yukarıda belirttiğim şartlarından dolayı daha bir ivme kazanmıştır. Gerçek doğum yeri olan batıda artık materyalizm, rasyonalizm gibi ideolojiler çok ciddî ve ölümcül darbeler alırlarken üçüncü dünyanın donanımsız zavallı aydınları bunlarla din ilimleri bile yapmaya kalkışmaktadırlar. Eğer materyalizmin, rasyonalizmin, pozitivizmin, historisizmin ve siyantifizmin çocukça kapışıldığı yerlerin başında dini ilim tahsili yapılan yerleri görürseniz hiç şaşmayın. Bugün mimarlık, fizik, kimya v.b. gibi pozitif bilim dallarıyla uğraşan kimselerin zaman zaman ilâhiyatçılardan daha irrasyonel ve anti-pozitivist olduklarının görülmesi sizce garip değil mi? Bugün böyle bilim dallarındaki akademisyen arkadaşlar bizlerle yakın temas kurup onlarla varlığın sırlarına dair karşılıklı fikir teâtisinde bulunuyorken dînî ilimlerle uğraşan bazı arkadaşlarımızla ise hala bir meşrûiyet problemi yaşıyoruz aramızda.
Tasavvufî ekollerin müstakim olanı ile yoldan çıkmışı üzerinde durulabilir mi? Böyle bir fark gözetilebilir mi? Bu alanda bizzat tasavvufun kendi içerisinde bir hassâsiyet mevcut mu?
Tabii ki her ilim dalı gibi tasavvuf ilmi de kendi oto-kritiğini zaman zaman yapmış bir ilim dalıdır. Daha ilk dönem sûfîlerinin eserlerinde “galatâtu’s-sâlikîn” isimli bölümler görmekteyiz. Yani sâliklerin yapabileceği hatalara dikkat çekilerek bir takım uyarılar yapılmaktadır. Tasavvufî din felsefesinde din dört katlı bir yapı olarak görülmüştür. Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat. Gözümüzde daha iyi canlandırabilmek için eski çağların şehir yerleşimlerini düşünebiliriz. Şehrin en dışında surlar vardır. Şehri bütün dış saldırılardan korur. Bu surlardan içeriye girmek için kapıya gelinir. Kapı açıldığında içeriye girilir. Şehrin en merkezinde padişahın sarayı vardır. Kapıdan oraya giden yollar bulunur. Buraya varmak isteyen o yolları izler ve sonunda sarayın eşiğine gelir. Artık bundan sonrası kendi işi değildir, bir kabûl işidir. O kişinin saraya kabul edilmesi Pâdişahın merhametine kalmıştır. Bu örnekte şehri çevreleyen, şehrin yer üzerindeki mekânını tesbit eden o surlar “şeriat” karşılığıdır. O kapıdan girildikten sonra merkeze giden yollar “tarikat” karşılığıdır. Saraya varmak, avlusuna girmek “Mârifet” ve sonunda içeriye kabul edilmek “Hakîkat” ise olarak görülmüştür. Bu yüzden Şeriat kapısından girilmeyen Tarikat olamaz. Olsa bile o yol sonunda Mârifet’e ve Hakîkat’e götürmez, başka yere götürür. Seyyidü’t-taife Cüneyd-i Bağdâdî “Bizim yolumuz Kitap ve Sünnete ittibâ yoludur” derken bunu kasdetmektedir.
Bu konu bir bakıma bütün Gelenek’lerde bulunan ortodoksi ve heterodoksi konusudur. Ortodoksi; belirlenmiş ana esaslar içerisinde kazı yapmak demektir. Ana esaslar değişmeyen, kalıcı en temel doktrinsel özelliklerdir. Yapılacak bütün çalışmalar aslında bu doktrinin açılımı olacağı için bunun kaybı ardından o açılımların da kaybını getirecektir. Mevlânâ’nın “Biz saplamışız pergelin iğneli ayağını kaynağa [Doktrine] diğer ayağı ile gezeriz yetmiş iki milleti” sözü bu gerçeğin şiirle ifâdesidir. Heterodoksi ise bu esasların dışına çıkmaktır.
Parça bütüne âttir. Bütünden kopan parça artık parça da değildir. Kendini besleyen düşünsel kaynaklardan kopan her akım kurur. Ancak bunun tesbiti de ayrı bir problemdir. Bunu kim tesbit edecektir.? Bazı dînî akımlar vardır ki kendilerinden başka herkesi heterodoks ilan ederler. Böyle kimselerin elinden hiç bir sûfî kurtulamaz. Bu konuda çok canlar yanmış, çok kelleler uçmuştur. Bu durumda tasavvuftaki heterodoksi ve ortodoksi meselesinin tesbitini ancak kibâr-ı evliyâ ve pîrân-ı izâm hazarâtının görüşleriyle yapabiliriz. Diğerlerinin görüşleri kendi branşlarını bağlar sadece. Zaten onlara gerek kalmadan bir çok sûfî müellif esastan sapan gurupların kimler olduklarını eserlerinde uzun uzadıya anlatmışlardır.
Muhakkik sûfîler şu çarpıcı tesbitte bulunurlar: Hangi yol ana caddeden saparsa o yolun devamlılığı yoktur. Bir iki kuşak sonra tarihin karanlığına gömülürler. Çünkü bu şehâdet âleminde, bu fizikî âlemde doktrini koruma görevi dış forma verilmiştir. Benim de Anadolu ve Rumeli’deki bazı tasavvufî topluluklarda yaptığım araştırmalarda bu tesbitin doğruluğunu bizzat gözlemledim. Dede; kâmil, âlim, muttakî ve sâhib-i amel bir şeyh efendi. Oğlu; ilim yok, amel yok ama hiç olmazsa bir nebze tasavvuf terbiyesi almış ve etrafına bazı tasavvufî konuları anlatabilen bir şeyh. Torun; ilim de, amel de olmadığı gibi ne tasavvuftan haberi var ne tarikatten, hem şeriata hem tarikate aykırı bir hal içerisinde, ne erkân ne irfân. Zaten erkânı kaybedenler irfânı da kaybederler. Bu torunun çocuklarıyla beraber de o yol tamamen unutulup gider. Tarikatler tarihi böyle yüzlerce kolun kaybolup gittiğine şâhid olmuştur. Form ve içerik, kabuk ve öz irtibatını doğru kurmak gerekir.
Peki tasavvuf, tezkiye, zühd, takva, huşû, ihsân gibi İslâmî kavramların kişilik planında içini doldurma çabası olarak nitelendiğinde, insan buna tasavvufî herhangi bir bağlantısı olmadan, sade bir Müslüman olarak yönelemez mi?
Allah’a giden yollar mahlukatın nefesi sayısıncadır. Tabii ki bir kimse bu kavramları belirli derecelerde zevkedebilir. Ancak bütün dînî kavramlar kutsal kavramlardır ve içleri dolu oldukları zaman belirli bir te’sir gücüne ulaşırlar. Gazinoda atılan “Allah” nârasıyla tekkede söylenen “Allah” lafzı dil özellikleri açısından aynıdır. Ama birisinin içine yüklenen anlam ile diğerinin içine yüklenen farklıdır. Biliyorsunuz “İlâh” kelimesi, “Allâh” kelimesi İslâm öncesinde de kullanımda olan kelimelerdi. Hz. Peygamber O’nu anlatmak için yeni bir kelime aramadı. Mevcût olanın semantik yapısını değiştirdi. İşte şimdi eğer “Allah” diyeceksek bu kelimeyi Hz. Muhammed’den almamız lâzım. O açıdan benzer bütün dînî kavramlar bir peygamberin fem-i muhsîninden alınmalı, tabir câizse kap kaynağında el değmeden doldurulmalıdır. Zira onun “Beni Rabbim eğitti” (eddebenî Rabbî) dediği Rabbi onun için “O ancak kendisine bizim bildirdiklerimizi söyler” demek sûretiyle araya başka bir şey girmeden doğrudan nasıl kelimelerin içinin doldurulduğunu bizlere gösterir. İşte bu kelimeler kâmil bir ağızdan diğer bir kâmil kulağa dökülür ve böylece bu kavramlar içlerindeki bütün ilâhî enerjileriyle beraber intikal ettirilirler.
Enerjileri olmayan kelimeler güdüktürler, gerekli tesiri yapamazlar. İçlerinde canlı tohum taşımadıkları için kişiyi hâmile bırakamaz ve bir doğum gerçekleştiremezler. Demek ki olay sadece bir takım kavramları bilmek demek değildir. Hülâsa, bütün bu kavramları içlerine ruhlarının üflendiği o ilk halleri gibi kimden alabiliyorsa kişi derhal oraya gitmelidir. Ayrıca sizin sorunuzda saydığınız bu kavramları kendilerine birinci dereceden meslek yapmış kimselerin meslekî bilgi ve yeteneklerine de müracaat edilmesi bizim lehimizedir, bizim menfaatimiz îcâbıdır. Her ilmi uzmanına sormak her mesleği ustasından öğrenmek zannederim evrensel bir eğitim prensibidir. Vakit kazanmış oluruz.
Tasavvufun Doğu’nun mistik dünyasından ve felsefesinden yoğun bir biçimde etkilendiği, bunun da insanların değer ölçülerini bozduğu iddia edilir. Ne orandadır bu etki ve bu tasavvufun aslî karakterini bozmuş mudur?
Tasavvufun İslâm kaynaklı olduğunu kabul etmek istemeyen bir takım kimseler ona dış kaynak arayışına girmişlerdir. Bazı oryantalistlerin de desteğiyle zorlamaya dayalı kimi iddialar ortaya atmışlardır. Kimisi Hinduizmin tesirinden, kimisi Neoplatonizmin tesirinden kimisi de Yahudî Kabbalasının tesirinden bahis açmışlardır. Bir kere her şeyden evvel te’sir almak ne demek onu tartışmamız gerekmektedir. Hangi konularda bir kişi bir başka gelenekten etkilenebilir ve bunun bir mahzuru değil bilakis bir katkısı olur ve hangi konularda hiç bir te’sir alamaz.
Kur’an-ı kerim’deki bazı âyetler İncil ve Tevrat’ta da aynen yer almıyor mu? Bunun üzerine ucuzcu bazı oryantalistler “Zaten Muhammed Kitabını onlardan kopyalayarak yazdı” demediler mi? Kendi Mişna’larını “an fulân, an fulân” zinciriyle nakleden Yahudî âlimleri mi acaba bizim hadis ilmimizin kurucularıdır? Basra ve Kûfe nahivcilerinin Aristocu kıyas ve çıkarım yöntemlerini Arap dili içerisine katmalarının daha sonra İslam fıkhının ortaya çıkmasına zemin hazırladığı görüşünden yola çıkarak Aristo’nun İslam fıkhının babası olduğunu söyleyebilir miyiz? Hendek savaşında Hz. Peygamber’e gelip “Biz Farslılar savaşlarımızda düşmanla daha kolay başa çıkabilmemiz için hendekler kazardık” diyen Selmân-ı Fârisî’nin bu teklifini beğenen Hz. Peygamberin acaba İran te’siri altında kaldığını mı söylememiz lazım? Bu bir teknik konudur doktrinle alakası yoktur dolayısı ile bir kazanımdır Müslümanlar için. İslam tasavvufu da benzer bir durumdadır. Bazı sûfîlerin bazı sözleri ve görüşleri bazı başka dinlere mensûb kimselerin görüşlerine benzeyebilir. Bunların birbirlerini tanımalarına gerek bile yoktur. Çin’de matematikçiler 2 ile 2’yi toplarlar 4 çıkar. İspanyol matematikçiler de 2 ile 2’yi toplarlar 4 çıkar. Şimdi kim kimden almıştır?
Bunlar birtakım evrensel gerçeklerdir her yerde aynı sonuçları verir. Ancak aralarında birtakım mukâyeseler yapılabilir.
Hayatında Arapça’dan başka bir dil bilmeyen İbnu’l-Arabî’nin bazı görüşleri ile kendinden onbin sene önce yaşamış Çin’li Lao-tse’nin bazı görüşleri arasında Japon profesör Toshihiku İzutsu Türkçe’ye de çevrilen nefis bir mukayeseli çalışma yapmıştır biliyorsunuz. İlginç benzerliklerin yanısıra bir çok farklılıklar da bulunmuştur.
Daha önce bahsettiğim İslam tasavvufunu dışarı atmak isteyen guruplar maalesef karşı savlardan hiç haberdar değiller. Belki de işlerine gelmiyor. Mesela biliyor musunuz bir çok Hindu araştırmacı sûfîlerin Hindistan alt-kıtasına gelmelerinden sonra Hinduizmin onlardan büyük etkiler aldığını ileri sürüyorlar ve bazı eklektik Hindu mezheblerinin ortaya çıkmasını buna bağlıyorlar. Hatta bugün pek çok müntesibi bulunan Sikh dininin aslında sûfîlerden etkilenen Guru Nanak isimli bir Hindu’nun kurduğunu söylüyorlar.
Tabii bu arada bazı sûfîler de kendi eğitim metodlarını geliştirirken birtakım Hinduların faydalı olabilecek bazı yöntemlerini de kullanmakta bir sakınca görmemişlerdir diyebiliriz. Ama bunların hiç biri doktrine ait şeyler değil bir takım pratik uygulamalardır. Meselâ yogik uygulamalarda yer alan ve temiz nefes alış-verişini düzenleyen nefes tekniklerinin (prânâyâma) Müceddidiyye şeyhleri tarafından haps-i nefes dersi olarak geliştirilmiş olması mümkündür. Fakat bu esası etkilemez. Çünkü Müceddîdilikte daha pek çok eğitim metodları bulunmaktadır ki bunların hepsi bir doktrin altında bir araya getirilmişlerdir. Bu gibi kimselerin sıkça ortaya attıkları bir diğer iddia da Yahudi Kabbalacılığının sûfizmi etkilediği iddiasıdır. Oysa hem İbrânîceyi ve hem de Arapçayı iyi bilen Fransız din tarihçisi profesör Paul Fenton en eski Kabbala metni olan Sefer Yetzira’nın en kadim nüshasının Kuzey İspanya’da bulunduğunu ve yazılış tarihinin İbnu’l-Arabî’nin vefatından yaklaşık elli sene sonraya tekabül ettiğini söyledikten sonra şöyle bir dehşet isbatta bulunur ve bunu yayınlar: En eski Kabbala metni İbnu’l-Arabî’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’sinin bir bölümünün aynen tercümesinden ibârettir. Bütün teoriler altüst olur. Ayrıca biliyorsunuz meşhur Yahudî filozofu Maimonides Kâhire’deki okulunda derslerin arasında sûfîlerden gördüğünü itiraf ettiği toplu zikir ve devran da yaptırdığı için bazı Yahûdî din adamları tarafından suçlanmıştır. Sabatay Tsevi’nin üzerindeki sûfî tesirler ayrı bir inceleme konusudur. Netîce olarak şunu söyleyebiliriz sûfîler de tıpkı diğer insan cinsi gibidirler, te’sir alır te’sir verirler. Ancak bunlar doktrine müteallik değildir vesselam.
Mürşid ne demektir? Bu konudaki istismarlar nereden ortaya çıkıyor?
Mürşid, yol gösteren demektir, rehberdemektir. Araplar turistik şehir rehberi kitaplarına bile Mürşid derler. Yani koskoca şehri onun yardımı olmadan tanıyamaz, sokaklarında kaybolmadan dolaşamazsınız. Teknik anlamıyla dîni tasavvufî yorumuyla öğreten bir öğretmen, bu konularda engin bilgisine mürâcaat edilen bir üstâd, bu mesleği çıraklara gösteren bir usta ve kendisi taklid edilen nümûne bir insan demektir. Buradaki öğretim salt zihinsel bir eylem olmadığı için mürşid aynı zamanda mânevî feyzin kendisinden aktığı bir kanal da olmaktadır. Hikmet ve mârifet dolu kâmil bir insandır mürşid. Uzun yıllar süren riyâzat ve mücâhedeler sonucunda kendi düşük vasıflarını yüksek vasıflar hâline getirmiş ve bunun sonucunda kaynağını tanımış ve bilgideki birliği yakalamış bir kimsedir. Dolayısı ile parçalanmış bir benliği yoktur. Kendi içinde huzûra ermiş, sükûna kavuşmuş, temkinli ve vakûr bir kimsedir. Ağzından hep birlik cümleleri akar, parçalayıcı, bölücü sözler sâdır olmaz. Nereden gelindiğinin ve nereye gidildiğinin şuuruna varmıştır. İnsanın önündeki engeller neler onları çok iyi tanıyan bir kimsedir. Allah ile o kadar yakınlık peydâ etmiş ki O’nun yeryüzündeki gözü, kulağı olmuştur. Resûlünün hakîkatini görmüş ve ona öylece îman etmiş kimsedir.
Peygamberlerin ancak ilim mîras bıraktıklarını biliyoruz. Vâris-i nebî bu ulemâ-yi-billâh kimselerdir. Allah’ı görmemiş, peygambere yetişmemiş kimseler bedel olarak bu vekillerden onlar hakkında bilgi sahibi olabilirler.
Kişinin tek başına din gibi çok önemli bir sahada dolaşabilmesi kendi aleyhine olur.
Her ilim dalında otorite mefhumu vardır. Siz bilgide otorite kabul etmiyorsanız epistemolojik anarşistsiniz demektir. Aslında bu en sonunda otorite benim sonucuna çıkarır ki bu da demonik bir tavırdır. Şeytan’ın Allah’ı kabul etmediği için şeytan olduğunu zannetmeyiniz. Şeytan ateist değildir, tanrıtanımaz değildir. Şeytan İnsanî otoriteyi kabul etmediği için lânete düçâr olmuştur. İnsân-ı kâmil’in otoritesi önünde acziyeti itirâf bu yolun başıdır. Bilmeyene öğretirler, ağlayana emzik verirler ama “ben biliyorum” diyene kimse yardımcı olamaz.
Şimdi biz erkekler bazen berbere gideriz, saç sakal traşı oluruz. Berberin koltuğuna otururuz ve onun mesleğindeki otoritesine, bilgisine teslim oluruz. O da usturayı gırtlağımızın üzerinde dolaştırarak bizi traş eder. Bütün hayatımızı ona teslim etmişizdir. İsterse bir küçük hareketle gırtlağımızı kesip bizi öteki dünyaya gönderebilir. Hiç gık demeden ve kıpırdamadan tıpkı ölünün yıkayıcısına teslim olduğu gibi berbere teslim oluruz. O da üzerimizde bildiği gibi sanatını icrâ eder. Hiç birimiz “Kardeşim olmaz öyle şey, öyle yapma şöyle yap” gibi kendisine mesleğini öğretmeye falan kalkmayız. Bu şirktir falan demeyiz. Böyle konuşur kendisine ukelâlık edersek derhal kapı dışarı edilir ve “Git kardeşim kendine başka bir berber bul” hitabına uğrarız. Bu da tıpkı böyle bir şey. Tamamen güvene dayalı bir ilişki.
Peki bu konunun da hiç istismarı yok mu? Tabii ki sahte, ehliyetsiz, yarım kabiliyetli ve acemi berberler bulunabileceği gibi böyle mürşidlik iddiasında bulunanlar da bulunabilir. Tıpkı sahte doktor, sahte subay da bulunabileceği gibi. Ama hiç kimse sahte doktor var diye bütün doktorları itham edemeyeceği ve hatta tıp ilmini suçlayamayacağı gibi sahtekârlar yüzünden güçlü tasavvuf geleneğini de suçlamamalıdır. Bırakınız sahte mürşidi bu yeryüzü sahte peygamberler de görmüşse demek ki bu konu bir bakıma işin tabiatında bulunmaktadır. Hiç bir peygamber sahte peygamber çıkacak, mütenebbî çıkacak diye peygamberlik yapmaktan vazgeçemiyeceği gibi hiç bir mürşid de sahte mürşidler türeyecek diye bu vazifeden vazgeçemez.
Bir çok sûfî Allah’ın velîleri ile şeytanın velîlerini birbirinden ayırdedecek kıstaslar geliştirmişlerdir. Velîyi tanımak (mârifetü’l-velî ve’l-velâye) diye bir ilim dalı bile te’sis edenler olmuştur. Bütün geleneklerde böyle bir branş vardır. Saintoloji derler kimi dinlerde, guru veya swami’nin bulunması derler bir diğerinde.
Bu iş öyle kolay bir iş değildir. Aslında her mesleğin kendi iç denetimi olduğu gibi bu mesleğin de iç denetimi vardır. Ama bunun uygulanmasının zemininin olması lazımdır. Eğer taşları bağlar köpekleri salarsanız ortalığın köpekler tarafından işgâl edilmesine de katlanmanız gerekir. Bununla beraber şunu da itiraf etmeliyim ki mâneviyat konusu bir çok maddî konudan çok daha önemli ve hayatî olduğundan her zaman için bu sahada sahte otoriteler diğerlerinden çok daha fazla olmuştur. Kaliteli olan malın her zaman için sahteleri yapılır. Elektronik cihaz alırken dikkat edin her Sony hakîki Sony değildir, piyasada sahteleri vardır. Ama ucuz olsun diye mesela Alba marka bir cihaz alırsanız emin olabilirsiniz ki o Alba’dır, sahtesini yapmaya gerek duyulmamıştır.
Burada bir de “Râbıta” üzerinde duralım isterseniz. Râbıtaya hangi anlamda önem veriyor tasavvufî ekoller? İslâm’ın Tevhîd hassâsiyeti içinde Râbıta’yı nasıl anlamak gerekir? Bu konuda düşülen hatalar nelerdir?
Bu pratiğe yönelik, muayyen bir uygulamaya yönelik bir soru. “Râbıta” tasavvufî eğitim metodlarından bir tanesidir sadece, yegânesi değildir. Yani tasavvuf sadece râbıta uygulamasından ibâret değildir. Bir önceki sorunuzu cevaplarken Mürşid’in fonksiyonunun sıradan bir öğretmen gibi olmadığını söylemiştim. Onun fonksiyonunu adeta psikanalizdeki “transfer” olayı ile karşılaştırabiliriz. Bir enerji aktarımı, silsile yoluyla geçen bir enerji deverânı söz konusudur aslında. Evrende her şey bir diğer şeyle irtibat hâlindedir. Boşluk yoktur. Karşılıklı te’sir alış verişi vardır. Halk bunu “Üzüm üzüme baka baka kararır” deyişiyle anlatır. Enerji üst prensibten alt prensibe doğru akar. Düşünce dünyamız, imajinasyon dünyamız aslında fizik dünyadan daha aktiftir. Tahayyül dünyamıza davet ettiğimiz şeyler daha sonra bizi etkisi altına alır. O hayal ettiğimiz obje ile bütünleşmeye başlar onun hâlini giyiniriz. Bir pop starını sürekli imajinasyonuna alan kimse bir müddet sonra onun gibi düşünmeye, onun gibi giyinmeye başlar. Âşık olan bir genç sevdiğini bir türlü zihninden atamaz. Onu sürekli düşünmekle de onun hakkında bazı bilgilere sahip olmaya başlar. Mesela onun bir şeye üzüldüğünü hisseder, hemen arar dediği gibi çıkar. Bu düşünme gücünü tıbbî tedâvî metodları içerisinde kullanan alternatif terapiler var.
Sporda rakibine konsantre olmak diye bir şey var. Bütün beşerî öğretim metodlarında râbıta yöntemi var aslında. Bir şiir eleştirmeninin sözünü okumuştum. Bir şâirin şiirini anlayabilmek için onunla özdeşleşmeniz gerekir demişti. Evet bu bir yöntemdir. Bilen ve bilinen arasında, obje ile nesne arasında en üst bilgi mertebesi özdeşleşme, aynîleşme ile elde edilendir. Adolesans öncesi çocuğun eğitimine bir bakalım. Hiç bir çocuk kendi kendine, veya eğitim kitabı okuyarak kişiliğini oluşturmaz. Kendisine model olarak aldığı yakın çevresindeki yetişkinlere bakarak, onları taklid ederek bir yerlere gelir. Daha sonra artık kendi kendine yeter hale gelir. Tasavvufî eğitim de bu yöntemi izler. Âdeta bir çocuk mesâbesinde olan mübtedî sâlik kendi ayakları üzerinde duruncaya kadar mürşidini taklid eder. Bunun için fiziken rehberine yakın olması gerekir. Şayet bu imkânı yoksa onu tahayyül ederek aradaki bu mesâfeyi kaldırmaya çalışır. Kâmil, olgun insana bakan kimse de zamanla onun gibi kâmil ve olgun kişi olur. Bu uygulamada karşılaşılabilecek bir takım zorluklar yok mudur? Tabii ki vardır. Özellikle resme bakarak râbıta yapılması konusunda bazı eğitimsiz müridler abartmalara gidebilmişlerdir. Bu da kendilerine doğrusu gösterilmek sûretiyle tedavi edilebilecek bir husustur.
Râbıta’nın tevhîdi zorlaması gibi bir şey olamaz. Çünkü bizzat Allah; “Benim zâtım üzerinde düşünmeyiniz [Çünkü düşünceniz içerisine O’nu sığdıramazsınız] lakin benim sıfatlarım, fiillerim, eserlerim üzerinde düşünebilirsiniz” demek sûretiyle kendi zâtı değil sıfatları üzerinde konsantre olmamızı tavsiye etmektedir. Allah’ın gözü, eli, ayağı O’nun bazı vasıfları değil midir? Yine O; “Bana ibâdetlerle yaklaşan öyle kullarım vardır ki ben onların gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli olurum” buyurmaktadır. O zaman Allah’ın bu sıfatlarının yeryüzünde kimlerde tecellî ettiğini yine kendisi bize bildirmektedir. Bu olayın mâhiyetini bilmeyenler ortada bir taabbüdî eylem var zannederler. Hiç kimse Râbıta ettiği bir kimseye tapıyor değildir. Bu bir düşünce zinciri oluşturmak demektir aslında. Ben birisini düşünürüm, o da bir diğerini düşünür böyle zincirleme bir link, bir hat kurulmuş olur. Bir tür bilgisayar ağı, network da diyebiliriz buna. Merkezi Londra’da olan bir kuruluş var. Bütün dünyadaki üyelerine bir gün ve bir saat belirliyor [Ülkelerarası saat farkları da göz önünde bulundurularak]. O belirli gün ve saatte bütün üyeler sakin bir ortamda gözlerini kapatarak uzak diyardaki bir diğer üye arkadaşlarına konsantre oluyorlar. O üye de bir diğerine. Böylece bir düşünce akışı gerçekleştiriyorlar aralarında. Sonra birbirlerini imajinasyonlarında nasıl bulduklarını haber veriyorlar, doğruluk derecesini test ediyorlar. Hayal gücümüz aslında kullanmasını bilmediğimiz bir bilgi vasıtamızdır.
Son olarak Batı’da gerçekleşen İslamlaşmalarda tasavvuf üslûbunun çok etkili olduğunu görüyoruz. Nedir bunun sebebi sizce? Ya da İslâm’ın diğer branşlarından neden çok daha etkili oluyor tasavvufî söylem?
Bunun bir kaç cevabı bulunmaktadır. Bir kere evrensellik boyutunu yakalamakla alakalı bir husustur bu. Her insanın din, ırk, cinsiyet, renk gibi ayırıcı özellikleri yanında bir de insan olmak, bir rûha sâhip olmak, bir gönle sahip olmak gibi ortak özellikleri de bulunmaktadır. Binanaleyh bedene değil rûha hitab eden söylem tarzları herkesi kuşatabilir. Ben bir tane Avrupalı veya Asyalı tanımıyorum ki “İslâm’ın istincâ ve istibrâ konularını inceledim, beni çok cezbetti ve bunun üzerine Müslüman olmaya karar verdim” demiş olsun. Ama yüzlerce kişi tanıyorum ki Mevlâna’nın beyitleri altında yanmış veya İbnu’l-Arabî’nin o dehşet irfânı karşısında un ufak olmuş ve ardından İslâm’a gelmiştir. Zîra o âriflerin sözleri hâla enerji yüklüdür, içleri boş değildir. Okuyan kimseleri çarpmaktadır. Netice olarak tasavvuf hem İslâm mezhebleri ve fırkaları arasındaki kaynaşmayı sağlayabilecek ve hem de bütün insanlığı kuşatabilecek bir din yorumudur. Bir imkandır. Müslümanlar bu imkana kulaklarını tıkamamalıdırlar. Gerek bireysel ve gerekse toplumsal huzûr ortamının yaratılmasında sûfîlerin öğretilerinden istifâde edebiliriz. Mevlâna’nın dediği gibi “Bizler ayırmaya değil birleştirmeye geldik”.
Altınoluk Röportaj