Mahmud Erol Kılıç: Modern Türkiye Müslümanı’nda Mevlâna bir problemdir. Neden?
İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Genel Direktörü Mahmud Erol Kılıç, Şeb-i Arus haftası dolayısıyla modern insanın tasavvuf, Mevlana ve Mevlevilik algısına ilişkin AA Analiz Masasının sorularını yanıtladı.
Her kültürün farklı bir ” Mevlânası” var. Bu farklılık neden kaynaklanıyor?
Türk’ün, Arap’ın, Fars’ın kendine göre bir Mevlânası var. Yani herkesin kendine göre bir Mevlana algısı var. Ancak bu oldukça tabi, çok doğal bir şey. Hz. Mevlana’dan bunu açıklayalım: Üç kişi bir araya gelmişler bir meyve yiyorlar. Arap diyor ki “Arkadaşlar buyurun hep beraber ‘ineb’ yiyelim”; İranlı “Cahil Arap, ne bilirsin! Bu ineb değil ‘engür’dür.” diyor. Bizim kahraman Türk devreye giriyor; “İkiniz de cahilsiniz. Bunun adına ‘üzüm’ derler” diyor. Oysaki üçü de aynı meyveyi yiyor. Buradan yola çıkarak Hz. Mevlâna “Kimisi Tanrı der kimisi Huda der kimisi Hak der kimisi Allah der kimisi Dieu der. Her ne kadar lisanda ihtilaf varsa da hakikat birdir.” der.
Son zamanlarda Türkiye Müslümanlarının bir Mevlâna algısı var, Batılıların bir Mevlâna algısı var. Bunların hepsinin arka planı bulunmakta. Ona bakmamız gerekiyor. Ona baktığımız zamanda da Hz. Mevlâna’nın her şeyden evvel hangi bahçenin gülü olduğunu, onu doğuran ortamı, o yoğurt yiyiş tarzını, o düşünce haritasını – Batılı tabirle “paradigmasını”- bilmezsek Hz. Mevlâna’nın sözlerinde kullandığı mecazlar, benzetmeler, temsiller, teşbihler gibi ifade zenginliklerinde de doğru bir anlam yakalayamayabiliriz.
2007 UNESCO tarafından uluslararası Mevlâna yılı ilan edildiğinde biz İstanbul’da büyük bir Mevlâna sempozyumu düzenledik. Bu kongreye Afgan, Tacik, İranlı, Türk, Fransız, İngiliz, dünyaca meşhur Mevlâna uzmanları katıldı ve aralarında Mevlâna’nın nereli olduğuna dair bir ihtilaf çıktı. Mevlâna’nın kendisi buna çok güzel cevap veriyor aslında:
“Herkesî ez zann-i hod şüd yâr-i men
Vez derûn-i men necüst esrâr-i men”
(Herkes beni kendine çekti, hiç kimse benim derunumdaki, içimdeki sırrımı araştırmadı.)
Mevlâna’nın bir derdi var. Söylemek istediği bir şey var. Ona bakmak yerine “Mevlâna Türk’tür, Mevlâna Fars’tır, Afgan’dır” konuları içerisine hapsoldu modern zamanlarda.
Türklerin Mevlâna algısı ile diğer Doğu toplumları arasındaki fark nelerdir?
Bu kategorizasyon çok modernist bir kategarizasyondur. Geleneğin hakim olduğu zamanlarda insan Türk’tür veya Arap’tır. Bu, onun folklorik manada bir kimliğidir. Bunun ötesinde bir kimlik ifade etmez. Ona şahsiyet vermede, onu iyi-kötü insan olmasını belirlemede; onun karakteri, ahlakı, mesleki ehliyeti, liyakati gibi konular devreye girer. Bu gözle bakınca ister İran ister Hint ister Orta Asya olsun ister Anadolu insanı olsun Hz. Mevlâna’nın irfanına onun o ilahi aşkına metfundurlar.
Hz. Mevlâna’nın eserlerini Farsça yazmış olması ister istemez Arapların önünde bir dil engeli çıkarmaktadır. Evet, Hz. Mevlâna’nın bazı eserleri Farsçadan Arapçaya çevrilmiştir. Ama bu da çok sonraki durumda. Osmanlı döneminde Kudüs’te, Şam’da Halep’te, Bağdat, Medine, Kahire Mevlevihanesi gibi bazı Mevlevihaneler üzerinden bir Mevlâna kültürü yayılmaya başlamıştır Arap dünyasında.
Mevlâna’nın derunundaki davayı araştırmıyor kimse. Onun için ben biraz miyopizm, bir tür modernlerin gözündeki problem olarak, bakış açısı problemi olarak görüyorum Mevlâna’ya bakışı günümüzde.
Türkiye’de Cumhuriyet sonrası Mevlevihanelere karşı ayrıcalıklı davranıldığı iddialarına ne dersiniz?
Kılıç: 30 Kasım 1925’te çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu bütün tekkeleri, bütün dergahları kapsamaktaydı -hatta Alevi ve Sünnisi dahil-. Alevi dergahlar da Mevlevi dergahlar da Nakşi dergahlar da aynı kanun maddesi ile kapatılmıştır. Bunun üzerine örneğin Nevşehir’deki Hacıbektaş dergahı babası Arnavutluk’a hicret etmiştir. Aynı şekilde Mevlevi dedelerinden Halep’e, Şam’a, Girit’e, Kıbrıs’a gidenler olmuştur.
Ancak tarihi süreç içerisinde Mevleviler sanat, edebiyat, musiki ağırlıklı, daha hoşgörülü bir İslam versiyonu sunuyorlardı. Hatta o zaman “Mustafa Kemal Atatürk Konya’yı ziyarete geldiğinde; ‘Tekkelere düzenleme yapmamız gerekiyordu, muvakkaten kapattık şimdilik. Bir düzenleme yaptıktan sonra tekrar açacağız’ demişti.” ifadesini dönemin Çelebi Efendisi nakleder. Bu uygulamanın geçici olduğunu gösteren bir görüştür bu. Ama bugün üzerinden neredeyse 95 sene geçmiştir o kanunda bir değişiklik yoktur, hala tatbik edilmektedir.
30 Kasım 1925’te Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu çıktığında nüfusu 500 bin olan İstanbul’da açık, resmi kayıtta 400 dergah vardır. Bu dergahlarda sanatçılar, edebiyatçılar, ressamlar, büyük alimler yetişmiştir. Çok güzel eserler ortaya konmuştur. Örneğin, kapatılan tekkelerin duvarlarından toplanan levhalarla üç tane büyük sanat müzesi açabilir Türkiye’de. O dönem Mevlevihaneler konservatuvar gibiydi adeta. İnsan terbiye edilen yerlerdi.
Bugün Hz. Mevlâna’nın mesajı evrensel bir mesaj olunca, o evrensel mesaj her dile çevrilince, Brezilyalı, adı Paulo Coelho olan bir kişi Portekizcesini okuyup aldığı ilham ile Simyacı romanını yazabiliyorsa, bir Japon onun üzerine bir şeyler yazabiliyorsa Hz. Mevlâna ölmemiş demektir.
Ancak burada Modern Türkiye Müslümanı’nda Mevlâna bir problemdir. Neden? Mevlâna algısı bir problemdir. Mevlana’nın mesajını tam anlayabilmiş değillerdir. Çünkü kendilerinin formatındaki din algısı “Şeriat tarikat yoldur varana/ Hakikat marifet andan içeru” diyen Yunus’un dört kademeli İslam anlayışından çok uzak bir İslam anlayışıdır.
Modern Türkiye Müslümanlarının Mevlâna’yı anlaması diye bir problemle karşı karşıyayız.
Mevlevilik aslında manevi bir yol iken neden sadece musiki ve sema ile gündeme geliyor?
Mevzuat yasaklamışsa siz o kimsenin gerçek olduğu kimliğiyle tezahür etmesinin önünü kesmiş olursunuz. O zaman da çakmaları çıkar, Mevlâna heykelleri çıkar, Mevlâna şekeri çıkar, Mevlâna pidesi çıkar. Bu saydıklarım aslında en hafifleridir. Sultanahmet civarındaki bazı restoranlarda, hatta hamamlarda yabancılara “göbek taşı üstünde size bir sema çıkarayım” diyen kimseler çıkmaktadır. Çünkü artık metalaştırmıştır, ticarileştirilmiştir. Oysaki sema manevi bir ritüeldir, bir dinin ritüelidir demiyorum. Dini anlama modellerinden bir tanesinin kullandığı yöntemlerdendir. Namaz gibi, oruç gibi farzlardan, dinin esaslarından değildir, kimse sema yapmak için zorlanamaz ama birisi kendiliğinden ortaya kalkıp dönmeye başlarsa bunu da kimse durduramaz. Hz. Mevlâna hayatında iki kez sema etmiştir ama durduramamışlardır. Daha sonraki süreçte bu formel bir şekle kavuşmuştur. Oysaki bu spontane bir şeydir.
Öte yandan Mevlevilik sadece semadan ibaret değildir. Mevleviliğin içerisinde çok başka unsurlar da vardır. Mesela bir çile vardır. Çile 40 gün yar ile baş başa halvete girmek demektir. 40 gün arkadaşlar, kolay değil. Sırtınızı bir yere dayayarak uyumanızın yasak olduğu 40 gün geçireceksiniz. Bugün modernlerin çıldırabileceği bir eylem. Hz. Mevlâna 40 gün geçirmiş. Çıktıktan sonra “Dışarıda hiçbir şey yok” diyerek içeri tekrar kaçmış. 40 üstüne 40 çıkarmış birisi.
Bugün Mevlevi pratiğinin sekülerleştirildiğini görüyoruz. Bu neyden kaynaklanıyor?
Denetimi olmayan bir yerde değişik niyetleri olanlar bunu suiistimal edebilirler. Etsinler demiyorum ama edene de bir yaptırım olmayınca bunlar olur. Mesela bugün siz Türkiye’de herhangi bir camide müezzin ya da imam olmak isteyin, olamazsınız. Şartları var, müracaatları var, imtihanları var, onlardan geçersiniz ondan sonra sizi imam yaparlar. Bunun bir mevzuatı vardır.
Ancak bugün ben şeyhim, Mevlevi dedesiyim deyin, iki tane adam bulun etrafınıza bitmiştir iş, bu kadar basit. Kimse “Hayır değil, yapamaz, edemez” diyemez. Bugün “Ben albayım” deyin bakalım diyebilir misiniz? Hemen sizi denetlerler. Bir denetim mekanizması var.
Tasavvuf gibi veya dinin maneviyatı gibi bir konuda hiçbir denetim olmadığı için istediğinizi konuşabilirsiniz, istediğiniz rütbeyi dağıtabilirsiniz. Hiçbir denetime tabii değildir. Çünkü siz yoksunuz! Yok dediğiniz zaman bir şeyler olmuyor ve o daha fena suiistimallerin önünü açıyor. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye zamanında bunların hepsi zapturapt altındaydı. Hepsi denetime tabiydi.
Öte yandan burada bir Pazar var tabii ki çünkü bir talep var. Çünkü tasavvuf insanın ruhuna dokunuyor. Özellikle de günümüzde aşırı materyalizasyon, aşırı maddeleştirme aşırı politizasyon, politikleştirme neticesinde İslam dini bir ideoloji, bir parti sloganı haline getirildi. Bu hale getirildiği zaman din, ister istemez tüketim nesnesi haline geliyor. Oysaki maneviyat tüketilecek bir şey değildir.
İnsanın Allah’ı arayışı o kadar evrenseldir ki çünkü Kuran diyor ki “Ben seni yarattım, kendi ruhumdan üfledim.” Allah sadece Türklere sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara Allah kendi ruhunu üflemişse Allah’ın kendi ruhu bizi yukarı çekiyor.
Siz metinlerde manipülasyon yaparak gerek Mevlâna’dan gerek Kur’an-ı Kerim’den gerekse Peygamberin sözlerinden sadece istediğiniz bölümleri çekip alırsanız kendi kreasyonunu yaratabilirsiniz. Mevlâna’nın adı Celaleddin’dir. Celaleddin celalli demektir. Mevlâna aynı zamanda celalli bir adamdır. “Gel, ne olursan ol gel” diyen adam, “Gel ve o halin üzere kal” diyen bir adam değildir.
Bizim geleneğimizin iki büyük kurucu babası vardır. Dini ilimlerimizin kurucuları Muhyiddin Ibn Arabi ve Mevlana idi. Medresemiz İznik medreseleriydi. İznik medreselerimizin baş müderrisi Davud’ül Kayseri idi. Husus’ul Hikem üzerine Şerh yazmış birisi idi. Sonra gelen Molla Fenari idi. Molla Fenari bugün Mevlana’nın Mesnevisinin Divacesine Şerh yazmış birisiydi. Bir molla, şeyhülislam Mesneviye şerh yazıyor.
Bugün biz camilerimizde imamlarımızdan bir tane Mevlâna’dan, Yunus Emre’den beyit dinleyemiyoruz. Bize Mevlâna’yı, Yunus’u Diyanet tanıtmayacak da sadece Türk Dili Edebiyatı, Türkoloji hocaları mı tanıtacak? Olmaz böyle bir şey. Onun üzerine de “Mevlâna’yı Batılılar çok seviyorlar, Yunus Emre’yi Batılılar çok seviyor” demeye kimsenin hakkı yoktur. Kim severse onlara kapıyı açar. Sen onları kapıdan içeri almıyorsan, adam sana ne yapsın? Bizim kuruluğumuzun sebebi de bu kişilerle damarımızın kesilmesidir.
Maneviyat önderleriyle beslenseydi bizim gençlerimiz bambaşka bir İslam algısına sahip olurlardı. Bunu kesmek suretiyle El-Kaide gibi DEAŞ gibi maneviyatsız, ruhsuz bir İslam’ın da önünü açmaktadırlar. İster istemez birileri art niyetli mi yapıyor diye akla bir soru geliyor. Acaba bu uluslararası kafa, kol kesen örgütler bu tür uluslararası bazı örgütlerin uzantıları olarak mı çalışıyor denebilir, böyle şeyler de insanın aklına gelebilir.
Sahte Hz. Mevlâna temsilleri tehlikeli mi?
Mevlâna’nın İslam’ı insanları birleştirir… “Biz birleştirmeye geldik / Ayırmaya gelmedik / Bu dükkân vahdet dükkanıdır / Burada ikilikten eser bulunmaz”, diyen bir adamı, öpüp başımızın üzerine koymamız gerekir. 1970’lere kadar Fatih Camisi’nde, Beyazıt Camisi’nde Mesnevi-i Şerif dersleri okutulurdu. Mehmed Hazmi Tura gibi isimler 1970’lere kadar Diyanet İşleri Başkanlığının camilerinde Mesnevi-i Şerif dersleri okuttu. Ancak Hz. Mevlâna da Mesnevi-i Şerif de maalesef camilerimizden uzaklaştırıldı.
New York’ta bir Mevlâna var, Los Angeles’ta bir Mevlana var, Tahran’da bir Mevlana var, Konya’da bir Mevlana var. Herkesin kendine göre yarattığı bir Mevlana var. Bunun doğrusu nedir, bunu bulmamız gerekiyor. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin, ilah-ı mu’ekat dediği bir anlayış vardır. İlah-ı mu’ekat; özetle insanların kendi yarattığı tanrı demek. Herkesin bir tanrı, bir ilah tasavvuru var. Bir de Allah’ın bizatihi kendisi var. Muhyiddin İbnü’l-Arabî diyor ki ‘hakiki Allah algısına varıncaya kadar, kendi yaratmış olduğun tasavvurlarla iktifâ edersin, sonra doğrusuna varırsın.’ Hz. Mevlâna için de benzer bir durum söz konusu. Herkesin bir Hz. Mevlâna tasavvuru var. Doğu’da başka, Batı’da başka, bizde başka…
Şunun altını çizeyim; ariflerin çakması bile, hakikate götürür adamı. Diriliş Ertuğrul dizisinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî karakteri işlendi. Hakikatini ne kadar yansıtıyordu, burası ayrı tartışma fakat buradaki Muhyiddin İbnü’l-Arabî imajını görüp bugüne kadar Batı’da yirmi beşe yakın kişi Müslüman oldu. Bu kişiler; “Buradaki Muhyiddin İbnü’l-Arabî karakterinden etkilendik, sonra kim bu adam dedik, eserlerine baktık, okuduk ve Müslüman olduk” diyorlar.
Dolayısıyla, Mevleviliğin bugün tırnak içinde belirtiyorum “çakmalarının” dahi insanı hakikate götürebileceğini düşünerek, bu konuya biraz daha müsamahakâr yaklaşanlardanım. Fakat bu asla Hz. Mevlâna adına yapılan saçmalıkları tasdik ediyorum demek değildir!
Şems-i Tebrizî ile karşılaştıktan sonra Hz. Mevlâna’nın dünyası ciddi anlamda değişiyor. Fakat bir süre sonra Hz. Şems-i Tebrizî ortadan kayboluyor. Bu durum Hz. Mevlâna’yı ciddi anlamda üzüyor. Bazı suiistimalciler, Hz. Mevlana’ya gelerek, Hz. Şems’i gördüklerini söylüyorlar. Hz. Mevlâna bu haberi getirenlere hep bir hediye ikram ediyor. Bir müddet sonra yakınındakiler dayanamayıp, Hz. Pir’e utana-sıkıla, “Efendim bunlar yalan söylüyorlar, Hz. Şems’ten eser yok, sizden mangır koparmaya çalışıyorlar” diyor. Hz. Mevlâna tebessümle “Bilmiyor muyum zannediyorsunuz? Ben Hz. Şems’in yalanına altın veriyorum, aslı gelse canımı veririm” buyuruyor. Tekrardan altını çizerek belirtiyorum; ülkemizde Hz. Mevlâna adına yapılan pespayeliklere “eyvallah” demiyorum, ancak Mevleviliğin taklidinin dahi insanı bir noktaya taşıyabileceğini söylüyorum. Bunlar farklı şeyler. Bu, manevi bir hâldir. Züvvâr Maksuresi; ziyaretçi maksuresi sonradan konmuştur. Mevlevilerde sema ya edilir ya edilir. Sema izlenmez. “Efendim siz bir dönün, ben bir bakayım” gibi şeyler sonradan çıkmıştır. Semahâne’de sema çıkarılır. Bu, bir manevi ritüeldir. Biri sema edecek bir grupta geçip karşısına izleyecek… Böyle bir şey yok. Sema, dini bir ritüeldir. “Hadi camiye gidelim de namaz kılanları izleyelim” diyor muyuz? Şu an sema edenden daha çok sema izleyen var. Bu da işin ruhunu kaçırıyor.
Mevlevilik çok zengin bir kültürdür, sadece semadan ibaret değildir. Musikide de enstrümanların bu kadar çoğalması tarihi süreç içinde olmuştur. Erken dönemde üç enstrüman kullanılırdı; rebab, ney ve bendir. Daha sonra buna farklı enstrümanlar ilave edildi. Şimdi çello bile var.
Dünya üzerinde bir Rumi Market’in varlığından söz edebilir miyiz?
Mevlâna’nın gerçek mesajıyla irtibatı olmayan bazı kesimler The Rumi Foundation, Rumi şu, Rumi bu adlar altından kurdukları yerlerde, Hz. Mevlâna isminden istifade ile kendi niyetlerine doğru yol almaya çalıştılar.
Mevlâna pazarı, Mevlâna ticareti diye bir şey var mı; var. Ancak unutmayın; hakiki ve kaliteli malın sahtesi olur. Bir malın sahtesi yoksa, sahtesini yapmaya dahi değer verilmemiş anlamına gelir.
Sahte, kalitenin bir göstergesidir. Sahte, kalitenin olduğu yerde vardır. Onun için tasavvufun sahtesi her zaman, daha ilk günden beri vardır. Peygamberliğin sahtesi ilk günden beri vardır. Peygamber var, mütenebbîler var. Bunlar sahte nebiler, merdiven altı nebiler. Ancak şuna dikkatinizi çekerim; Efendimiz (sav) sahte nebiler türedi diye görevinden, vazifesinden el etek çekmedi. “Ben peygamberlik vazifemden vazgeçiyorum” demedi. “Ben peygamberlik yaparsam, sahteleri de olacak” demedi. Kendi yolunda yürüdü. Onun için tasavvufun sahtesi vardı, bugün de var, yarın da olacak. Sahte doktor var mı? Var. Sahte doktor var diye tıp ilmini mi yasaklayacağız? Sahte subay yakalandı mı yakalandı? Askeriyeyi lav mı edeceğiz sahte subaylar var diye?
FETÖ, Hz. Mevlâna’yı Batı’da nasıl kullandı?
Bu muayyen grup (FETÖ), Hz. Mevlâna adını kullanmıştır ancak hiçbir karşılığı olmamıştır. Batılılar, Hz. Mevlâna’yı bu grup üzerinden öğrenmiş değildir. Bu grubun Mevlânacılığının sahte olduğu, sadece Hz. Mevlâna’nın etiketinden istifade etmek istediklerini Batılılar da çok iyi biliyorlardı. Bunlar sadece Mevlana’yı değil her müspet imaj sahibini kendi gayeleri için kullanmak istediler. Ama ellerinde patladı. Hz. Mevlâna, onların zannettiğinden çok daha büyük bir zattır. Kullanamadılar Hz. Mevlâna’yı. Kimse kullanamaz. Celâleddin’dir onun adı çünkü.
Hz. Mevlâna ve Şems’e yapılan ithamları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mevlâna’ya yapılan ithamlar günümüzde çok fazla. Eskiden o kadar yoktu. Koskoca Molla Fenari, Hz. Mevlâna’nın Mesnevi-i Şerif’inin Dibacesi’ne şerh yazmış. Modern zamanlarda o kadar neo-Harici zihniyet zuhur etti ki geçmişi aratır oldular. Bu neo-Harici zihniyetin sürekli saldırıları söz konusu. Biliyor musunuz bu Harici zihniyetin içinden bir grup, Yusuf Suresi’ni nâmahrem, müstehcen bulup okumazlardı. Üzerlerinde taşıdıkları Mushaflardan Yusuf Suresi’ni çıkarırlardı. “Vahiy olarak inkâr etmiyoruz ama biz bu ayeti okumayız” derlerdi. Yani Allah’tan daha takvalı olduklarını iddia ederlerdi adeta… Şimdi, bu bakış açısı ile baktığınızda Kur’an-ı Kerim’de dahi müstehcen şeyler olduğunu iddia ederseniz, o zaman Hz. Mevlâna’nın eserlerine neler demezsiniz ki…
Biri Hz. Mevlana’yı idam etmeyi kafasına koydu ise bahaneler bulacaktır. Ene’l Hakk diyen Hz. Hallac-ı Mansur’u nasıl idam ettiler ise öyle idam edeceklerdir. Hz. Hallac-ı Mansur, Zenc isyanının başını çekiyordu. Ene’l Hakk; Ene Allah demek değil ki. “Ben Allah’ım”, demedi. “Ben hakkım, doğruyum” dedi. Ene’l Batıl mı deseydi?
Yüzlerce alim, arif Ene’l Hakk dedi. Kimse dokunmadılar. Fatura Hz. Hallac-ı Mansur’a kesildi. Çünkü siyasi manada karşı çıktığı için onu idam edeceklerdi, bahane arıyorlardı. ‘Bunu idam edeceğiz de bir bahane bulalım, kılıfına uyduralım’ dediler. Ene’l Hakk sözünden ötürü idam ettiler.
Bazı kesimler, Amerika’ya ilk gittiği zaman Hz. Mevlâna gibi isimler altında faaliyette bulunmaya yeltendi. Baktılar ki kendilerini kimse bilmiyor, tanımıyor fakat herkes Hz. Mevlâna diyor, bunu görünce Hz. Mevlâna isminde istifade ile işlerini yürütmeye çalıştılar.
Bugün kuantum fizikçileri bile sicim teorisini dahi Hz. Mevlâna’nın bir dizesinden aldıklarını itiraf ediyorlar, kendi WEB sitelerinde. “Evrende her nesne, birbirine görünmez bir sicimle bağlıdır” diyor Hz. Mevlâna… Matrix filminin yapımcıları dahi Hz. Mevlâna’nın “Sen bir yerden baktığında o vardır, yoksa yoktur” beytinden ilham aldıklarını söylüyorlar… Simyacı romanının yazarı Paulo Coelho dahi ilham kaynağı Hz. Mevlâna’dır. Biz Hz. Mevlâna’dan istifade edemiyoruz. Başkalarının Hz. Mevlâna’ya bakış açıları daha düzgün olduğu için o deryadan inci çıkarmayı biliyorlar.
Hz. Mevlâna’yı o yıllarda idam edemediler. Bugün idam etmeye kalkıyorlar. 10 bin küsur beyit söylemiş Hz. Mevlâna. Onların içinde sadece iki tane şiirinde, sözde müstehcen şeyler var. Derdi başka bunların. O şiirdeki hadisede şudur; o dönemde herkesin diline düşmüş bir bayan var. Herkes konuşuyor. Falanca yerde falanca hanım ne yapmış ve ölüsü bulunmuş diye… Hz. Mevlana’da bu olayı anlatıyor ve sonunda diyor ki; “Şehvetine bu kadar düşkün olan ve gözünü karartırcasına, her şeyi şehvet bürümüş bir insanın sonu, akıbeti böyle olur.” Bundan ders çıkartıyor. Hz. Mevlâna, “Bu kadın çok iyi yapmış” mı diyor ki Hz. Pir’i suçluyorlar? Buradan ders çıkartıyor; “Şehvet çok önemli bir melekedir her insanda vardır ama bu kadın gibi yapanların sonu da onun gibi olur, bu sebeple şehveti dizginlemek gerek” diyor.
O dönemin nâmahremlik anlayışı, bugün gibi değil ki… Ayrıca o dönemde ve sonrasındaki dönemde ne isimler var; Kadı Siraceddin, Molla Fenari, Davud-u Kayserî ve daha nice isimler… Bu koca koca alimlerin hiçbiri Hz. Mevlâna’nın bu anlattıklarına takılmadı da şimdi sen mi takılıyorsun buna? Yapma gözünü seveyim…
Orta zamanların siyaset anlayışı, ahlak anlayışı, müstehcenlik anlayışı çok farklı modern zamanlardan… Modern zamanlarda aslında bazı şeyler çok açık hale geldi denebilir ama çok ters iddialar da söz konusu. Biz artık doğadan koptuk. Doğa içinde yaşayanlar, hayvanlarla iç içe yaşayanlar; hayvanların tabîi hâllerine, doğum ve ölümlerine beş yaşında bir çocuk şahit olabiliyordu. Evrende, âlemde bir şeyler doğuyor, bir şeyler ölüyor. Bugün beş yaşında bir çocuk buzağının doğumunu izlese korkudan bayılabilirler… Aynı bunun gibi o zamanlar daha natürel ve tabiî bir anlayış hâkim. Tabii ki o zamanın kendine göre bir edeb ve ahlak sınırı var. Ancak günümüzdeki daha patolojik bir hâlde…
Doğu kültürlerindeki ‘aşk’ ve ‘muhabbet’ kavramlarını doğru anlayabiliyor muyuz? Doğu metinlerini bir Batılı gibi mi okuyoruz?
Doğu kültüründe aşk çok ilahi bir mekanizmadır. Bu ilahi mekanizma daha çok cismani aşka kayarsa da zaman zaman hangi pencereden Hakk’ı temaşa ettiğinize göre o pencereye olan muhabbetiniz de artar.
Son zamanlara kadar baba ve dedelerimiz çok iyi anlaştıkları arkadaşları için “ben onla çok iyi sevişirdim” tabirini kullanırdı. Bizler bu manaları, bambaşka hallere getirdik. Hz. Mevlâna’nın Hz. Şems-i Tebrizî ile olan irtibatını anlamlandırmak için manevi dereceleri bilmek gerekir. Hz. Mevlâna’nın Hz. Şems’te ne gördüğünü biz nereden bileceğiz. Kirlenmiş modern zihinler, bir erkeğin bir erkeğe karşı bu kadar sevgi dolu sözler kullanmasını, Frued’un Viyana çevresine indirgiyor! Bu bir yanılsamadır.
Kirman’dan kalkıp, Elazığ taraflarına gelmiş sonra Konya’ya geçmiş büyük ariflerde birisi de Hâmid b. Ebi’l-Fahr el-Kirmânî ya da bilinen ismiyle Evhadüddîn-i Kirmânî’dir. Bu zât özellikle dolunay zamanında, açık arazide müridleri ile göğüs göğse zikrederdi. Buna sine-i sine derler. Kalp kalbe zikrederlerdi. O dönemde bazı karışık zihinler, Evhadüddîn-i Kirmânî ve müridleri hakkında bazı iddialar ortaya attılar. Harput kadısına şikâyet ettiler. Harput kadısı, oğlunu görevlendirdi. Sıkı bir molla oğlu da… “Git, onların bir halini tetkik et” diyerek görevlendirdi oğlunu… Oğlu gitti ve bir daha geri dönmedi. “Baba, iş bildiğin gibi değil”, diye yazdı babasına.
Puslu zihinler, bu nevi hallerden kendilerine ait şeyler çıkarabilirler. Ancak bu kişiler dikkat etsinler, iftira çok ağır bir suçtur. Özellikle zina iftirası yapan kişiye hadd-i kazf gerektirir. Dikkatli olmak gerekir. Yanlış bir şey varsa onu da örtüyor değilim. Fakat İslam’da da onun şartları bellidir. Bizim geleneğimizde bazı kirli zihinlerin anlamayacağı yükseklikte muhabbetli ifadeler kullanılmıştır. Efendimiz (sav) bir erkektir. O’na (sav) yönelik öyle methiyeler yazılmıştır ki bu zamanki kafalar onları görse, ona dahi “müstehcen” diyebilirler. Dolayısıyla onlardan ricam, aramıza girmeyin.
Zeliha Eliaçık