Mahmud Erol Kılıç: “Mevlana’dan Bahsedilmesinin Sebebi Onu Ötekileştirmemiz!”

A+
A-

Mevlana’dan Bahsedilmesinin Sebebi Onu Ötekileştirmemiz!

KONUŞAN OLCAY CAN KAPLAN

Hz. Mevlana, adı en çok zikredilen fakat ne yazık ki gerçek manada tanınamayan şahsiyetlerden. Onun bize bıraktığı mirastan gerçekte ne kadar istifade ediyoruz?

Hz. Mevlana’yı tanımak iddialı bir söz. Özellikle günümüz Müslümanlarının, genel ve özel anlamda Anadolu Müslümanlarının bu mirasla barışması ge­rekiyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti İslamî düşünceyi gelenekten kopararak ithal düşüncelerle şekil­lenen bir yapı inşa etti. Şüphesiz o da bir zenginlikti ama açmazları vardı. Bu da ister istemez Kemalizmin yapmak istediği şeyle örtüşüyordu. Binaenaleyh İslam dünyasının din anlayışı algısı son dönemde maalesef İslamı salt bir hukuk ekolü olarak formatlamıştır. İçerisinde sadece ceza hukukunu öne çıkar­ması; rahmet, marifet, estetik, izan, hikmet, irfan, cemal gibi tecellilerin bol olduğu muazzez İslam di­nini düşmanlarının dahi yapamadığı derecede indir­geyerek güdükleştirmiştir.

 

Peki bu anlayış nasıl ortadan kalkacak?

Bu anlayışa son vermek için Hz. Mevlana İslamıyla barışılması gerekiyor. Anadolu İslamının kurucu babaları dediğimiz İbn Arabi Hazretleri, Hz. Mevlana ve Hz. Yunus Emre’den meydana gelen bu üçlü nasıl ki Osmanlı ve Türkiye İslamını şekillendirdiyseler, Cumhuriyet dönemi Müslümanlığının da kurucu babaları olmalarını temen­ni ederiz. Bu sayede ülkemizdeki “dindar” kişiliğin dindar olmayana yaklaşımı da değişecektir. Kurucu babaların işlediği İslamın Osmanlı Müslümanlarını bürokrasi, ilmiye, seyfye ve kalemiye sınıflarını ihata etmesi ve onların entelektüel zihin dünya­larının şekillenmesinde bu kişilerin eme­ğinin geçmesi rafne edilen dinî bir hayat ortaya çıkarmıştı. Estetize edilmiş sanatı, şiiri, edebiyatı ve musikisiyle bir medeniyet inşa edilmiştir.

İSLAM ANLAYIŞI TASAVVUFÎ ÖRGÜYLE İŞLENMİŞTİR

Hz. Mevlana Moğol istilasından sonra Anadolu’nun tekrar ayağa kalkmasına ve canlanmasına vesile olmuştu. Bu coğrafya yeniden nasıl canlanacak? Yani senede bir kere düzenlediğimiz Şeb-i Aruslar yeterli mi buna?

Kesinlikle yeterli değil. Bütün merasim ve ritüeller işin ikincil, üçüncül, yani tören-sel kısmıdır. Ama doktrindir önemli olan. Hz. Mevlana hayatında bu kadar Şeb-i Arus törenine katılmamıştır. Hayatında çok na­dirdir sema ve törenler. Onun haricinde ne yaptığına bakmak lazım… Bunun için ha­yat felsefesinin, yani İngilizlerin dediği gibi Way of Life’ın benimsenmesi gerekiyor. Hz. Mevlana’nın, İbn Arabi’nin sözleri felsefe odağında, irfan ocaklarında işlenerek in­san ve toplum anlayışlarının çıkarılması gerekiyor. İnsan felsefesi ve pedagojinin anlamlandırılması da bu yoldan geçiyor.

Bugün sadece Yunus Emre’nin veya Mevlana’nın şiirlerinin vezinlerini öğrenciye öğretmek, onların felsefesini işliyor olmak anlamına gelmiyor. Bugün sadece Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde Yunus Emre’ye de­ğiniyor olmak, bir Türk şairine referansta bulunmak yeterli değildir. Yunus Emre’nin üslubu itibariyle şiiriyetle işlediği aslında bir İslam metafziğidir. Bu İslam anlayışı­nın bugün İmam-Hatip liseleri ve İlahiyat fakültelerindeki İslam formatını da şekil­lendirmesi gerek. Bahsetmiş olduğumuz bu durum yerleşik İslama aykırı, “Yunus İslamı”na zıt bazı akımların elindeydi.

Söylediğinizden şunu anlıyoruz, sadece barışmak Hz. Mevlana ve Hz. Yunus Emre ile alakalı olmayacak. Genel olarak tasav­vufla barışma sürecine girilmeli.

Evet, tabii ki öyle. Mevlana ve Yunus’un her yiğidin yoğurt yiyiş tarzı gibi, kendile­rine has bir üslupları var. Onlar hadiseleri tasavvufun süzgecinden geçirirler. Başka bakış tarzları da olabilir. Onlara da saygı duyarız. Mesela Selef bakış tarzının neler yaptığını ve yapabileceğini, kapasitesinin ne olduğunu, nasıl bir toplum ve dünya ön­gördüğünü özellikle Ortadoğu’da çok ya­kından izliyoruz. Bu gördüğünüz Seleflik değil, diyen birileri varsa o zaman onlar bize izah etsinler. Böylelikle biz de görelim Selefliğin neler yapabileceğini… Ben bütün bakış açılarına saygı duyuyorum. Ama tasavvufî tecrübenin kainata ve insana kat­kısı geçmişte kendisini ispatlamıştır.

Bizim bugünkü bakışımız biraz yüzey­sel… Şeb-i Arus törenlerinde devletin üst düzey yetkililerinin katılımıyla Mevlevi âyin-i şerif yapılıyor. Ama aslında bu ka­nunen yasak. Burada bir tezat yok mu?

Evet, açık bir tezat! Buna şöyle bir formül bulunmuş: 30 Kasım 1925’te çıkan 677 sayılı kanuna göre bir kimseye şeyh, mürşit, ha­life, derviş unvanı verilmesi yasaklanarak tekkeler kapatılmış. Ama ister istemez belli zorlamalar neticesinde bugün folklor dansı statüsü altında -ki Kültür Bakanlığı statüsüne göre sema da aşağı-yukarı folklorik dans olarak görülmekte- Türkiye turizmine katkısı da göz önünde bulundurularak tamamen şova dönüştürülmüştür. Aslında gerçek mânâda semaya izleyici alınmaz. Semalar kapalı kapılar ardında, ışıklar kapatılarak yapılır. Böylelikle kimse izleyemez. Züvvar maksuresi denilen ziyaretçi kabini ilk defa 19. yüzyılda Galata Mevlevihânesi’nde yabancı diplomatların izle­mesi için ihdas edilmiştir. Bugün ise sema edenden çok izleyici var, bu da işin ruhunu biraz zedeliyor açıkçası. Ama bu zedelen­miş halinde bile bir bereket var! Mevlevi semâ’ının bir gösteri formatından çıkarılması için Mevlevihanelerin üzerin­deki kilitlerin kaldırılması gerek. Nasıl ki, Alevi vatandaşlarımız dergâhlarının açıla­bilmesi için Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na başvurabiliyorsa bütün manevî ocaklara da aynı muamele yapılmalı; bu kanun derhal kaldırılmalı. Bir Alevi vatan­daşın Alevi dedesine gidip ritüellerini ger­çekleştirmesi nasıl ibadet özgürlüğüyse bir Mevlevi dervişinin kendi şeyhine hizmet etmesinde ve seyri sulûkunu yapmasında ne gibi bir mahzur olabilir? Bu yasak bir devre aitti, o devir de geçti gitti… Beşerin getirdiği kanun ilâ nihaye değildir. Allah’ın Kur’an’da getirdiği bazı kaideleri değiştir­diğini (mensuh) görüyoruz. Allah, tabiri caizse, güncelleme yapıyorsa siz beşer ola­rak nasıl yapmazsınız? Benim burada derdim görselliğin içeri­sinde Mevleviliğin “tüketilmesindense” işin ruhuna ve felsefesine vurgu yapılması gerekiyor. Osmanlı’nın maddî-manevî olarak Mevleviliği desteklediği çok açık… Kırım’dan Yemen’e, Bağdat’tan Kefe’ye, kadar İmparatorluğun en uzak köşelerinde bile neredeyse Mevlevihane var. Ancak Osmanlı’da devlet tarafından icra edilen bir sema töreni tarzı yok. Zaten Osmanlı’da tasavvuf üzerine çok konuşulmazdı. Bir şeyi yaşarsanız çok konuşmazsınız. Bizim sürekli “tasavvuf ve Mevlana” dememizin sebebi de ötekileştirip dıştan bakıyor olmamız. Ben normalleşmeyle beraber tasavvu­fun çok konuşulacağını zannetmiyorum.

Bir de Mevlevi ayini televizyonlarda izletildiğinde insanlar şöyle bir vehamete kapılıyorlar: Demek ki Mevlevilik tarikatlar içerisinde öyle yüksek bir mevkidedir ki diğerleri onun altında yer alıyor.

Bu algının sebebi Hz. Mevlana’nın dün­ya çapında bilinmesi alakalı. Buna muka­bil Anadolu’da bazı tarikatlar evrenselliği yakalayamamıştır. Mesela Hz. Pir Hüsameddin Uşşakî kolu Batı Anadolu’da, İstanbul’da ve Rumeli’de belirli yerlerde de­vam etmiş bir yol. Ama Hazret’in görüş ve eserleri dünyaya yayılmış değil. Dolayısıyla etki alanı çok mahdud olmuş. Bu açıdan baktığımızda Mevlana ve Mevlevilik ile kıyas edilemez. Aynı şekilde İbn Arabi de dünyaya mâl olmuş bir sufi. Bunların hep­si aslında aynı şeyi söylüyorlar. Kimi çok yazdığı, kimi çok söylediği için daha fazla tanınabiliyor. Mesele bundan ibaret.

Derin Tarih Aralık.2015