Mahmud Erol KILIÇ: “Mevlana, Şems Öncesinde de Meşhur Bir Şeyhti”

A+
A-

Mevlana’yı hem Türkiye’de, hem dünya­da bu kadar popüler yapan özelliği nedir?

Bir  düşünürü  evrensel  kılan  özellikler neyse Mevlana’da da var olan tam olarak budur. Bu özellikleri sayesinde hem ülke içinde, hem dışında, hem Müslümanlar, hem de gayrimüslimler arasında, Doğu’da ve Batı’da bilinen, tanınan ve oku­nan bir kişi haline geliyor. Aslında sebebi gayet açık: Mevlana’nın ele almış olduğu ve açtığı konular sınırlı, mahalli, mu­vakkat değil; âlemşümûl, yani evrensel, insanî, çok beşerî konular. Bu hususlar Mevlana’yı yakalamak noktasından bü­yük önem arz ediyor. Tabii ki son yıllarda Mevlana’nın edebî manada da şanslı bir ele düşmesi; şiirlerinin, özellikle İngilizce konuşan dünyada daha da popüler olma­sını sağlamıştır.

Nicholson’u mu kastediyorsunuz?

Hayır, bildiğiniz gibi Reynold A. Nicholson yüzyılın başında Mesnevi’yi tercüme ettiği zaman Mevlana o kadar meşhur olmamış­tı. Neden? Çünkü Nicholson motomot, yani harf harfine bir tercüme yaptı. Bu, manayı tam olarak nakleden bir tercümeydi. Aslına sadıktı ama çok zevkli tercümeler değildi. Yıllar sonra Amerika’ya Seylan tarafarından gelmiş bir zatın evinde yetişmiş ve ta­mamen zahidâne bir yaşayış içerisinde bir sufi olan şair Coleman Barks Mevlana’yı tercüme etti.

Zamanında nasıl şair A. Kadir, Abdülbaki Gölpınarlı’nın tercümelerinden uyarlama yaparak Mevlana’ya Türkçe bir şiir söyle­yişi kazandırmış ve bu sayede Mevlana’yı popüler kılmışsa, aynı şekilde Coleman Barks da çevirileriyle Hz. Mevlana’nın Batı’da ve özellikle Amerika’da şöhrete ulaş­masına sebep olmuştur. Coleman Barks çok mükemmel Farsça bilen biri değil, hatta hiç bilmediği bile söyleniyor. Ama şiirsellik anlamında onu o kadar güzel ifade ediyor ki, Mevlana’yı okuyan her Batılı, her Ame­rikalı şiirlerde kendisinden bir şeyler his­sedebiliyor.

Bunun iki sebebi var: Biri Hz. Mevlana’nın zaten mevzu itibariyle evrensellik noktala­rını yakalamış olması, ikincisi de yetenekli bir şairin elinde -şiirlerinin tamamı olma­sa bile- önemli bazı şiirlerinin İngilizceye uyarlanmış olması.

Peki Mevlana’yı tasavvuf tarihi içerisinde bir yere yerleştirmek istersek farklılığını, özgünlüğünü nerede aramak icap eder?

Her şeyden evvel tasavvuf tarihi, bir dü­şünce ve inanç tarihi olarak okunmalı. Sos­yolojik ve tarihî boyutu, tasavvufun ikin­cil yönüdür. Tasavvuf her şeyden evvel bir düşünce akımıdır. Bir din felsefesidir. Ta­savvuf denilen bu ‘İslam felsefesi’ ve yoru­munda esas hedefer dikeydir. Yani kişinin hayatına anlam kazandırması, yeryüzüne gelmesinin sebebini bulmasıdır. Bu an­lamlandırma, insanın yaratılış sebeplerini araştırmak yoluyla bir bilinç ve idrak yük­selmesi neticesinde ölmeden evvel kendi kaynağını idrak etmesi ve onun neticesinde aydınlanması ile özellikle Batı düşüncesin­de çok önemli yeri olan hüzün, keder, kaygı gibi karanlık âlemden aydınlık aleme doğru geçmesidir.

Her şeyden evvel Henry Corbin’in tabiriyle bir tür ‘sofyaloji’ (sophialogia), yani hik­met bilimiyle karşı karşıyayız. Bu açıdan içerisinde dereceler bulunmakta. Bu dere­celer zaman zaman birbirine sırt dönmüş şekilde tezahür etmekle beraber, bazen de tek bir suf şahsiyetin hayatındaki tekâ­mülde de görülebilmektedir. Bu tekâmül, suf şahsiyet hayatının bir döneminde ta­savvuf içerisindeki şu yaklaşımlara sa­hipken orta yaşlarda şu görüşlerde ve âhir ömründe şu görüşlerdedir, diye ifade edilir.

Bu ‘yaklaşımlar’ın neler olduğunu açıklar mısınız?

Tasavvuf bilimciler tasavvufu tarif ederken “Bin tane tarif getirmek mümkün” demiş­ler. Hatta “Her bir suf adedince tasavvuf tarif vardır” denilir. Klasik metinlerde ta-rik-i şuttar ve tarik-i ahyar diye tasavvuf meşreplerinden söz edilir. Tarik-i ahyar daha çok başlangıçta ve ta­savvuf yolunda yeni ilerleyen kimselerde görülen bir haldir. Ne tür bir hal bu? Ku­rallara, normlara riayet ederek ve ibadet­lere fazla asılarak, perhizlerle, yani nefsle cihad ederek, riyazeti ve zühdü esas alarak, bedeni yorarak, bazı şeylerden eli ayağı çe­kerek yaşama halidir. Yalnız haramlardan değil, helallerden dahi elini çekerek, mese­la “Hiç evlenmeyeceğim” demekten tutun da “Hiç et yemeyeceğim” diye karar alması gibi… Hatta “Ömrüm boyunca sırtımı da­yayarak hiçbir yerde uyumayacağım” ya da insanlarla görüşmeme, ağzına taş koyarak söz orucu tutma veyahut dağlarda bayırlar­da gezme kararı alanlar bile vardır. Bunlar ne şeriatta, ne de tarikatta vardır. Bireysel tercihleridir onların. Mamafh hal transferi mümkün olamayacağı için bireysel haller olarak onu yaşayan kişi sırrıyla baş başa kalmıştır.

Peki ikinci yol hangisi?

Diğer yol olan ahyar daha çok zühd esas­lıdır, nefsi dizginleyerek ruhun açığa çık­masıyla özgürleşmesini sağlayan, insanın kendine hâkim olmasını getiren yöntem­lerdir. Çileler, riyazetler, perhizlerle dolu bir zahitlik yoludur. Arifer derler ki: “Bu yol çok güzeldir, lazımdır, lakin tehlikeli bir yoldur”. Zira bir müddet sonra kişide “Bak kimsenin yapmadığı şeyler yapıyo­rum, herkes yemesinde içmesinde ama ben yemiyorum. Bak ben fakirim” gibi düşün­celer uyanmakta. Melamet ve şuttar yolun­dan gelenler derler ki, “Bu yol nefste za­manla sıkıntılar oluşturabiliyor ve gerçek niyet ancak kapalı kapılar ardında açığa çıkabiliyor”. Mesela insanların arasındayken yemiyor ancak kapalı kapılar ardında “Şu kebabı yeseydim keşke” diyor. Yani yeme-mesinin sebebi “karizmam çizilir, imajım bozulur” türünden gerekçeler oluyor. Bunların hepsi tasavvufta birer problem olarak gözükür. Şuttar yolundan gidenler diyorlar ki: “Nefsi ne kadar dizginlemeye çalışırsan çalış, zeytinyağı gibidir, üste çı­kar.” Nereden bastırsan başka yerden çıkar, bunu adam etmek çok zor. Nefsi öldürmek mümkün değilse onu serbest bırak, alsın başını gitsin, denilmiyor ama mümkün ol­duğu kadar şeriatın söylediği şeylerle ye­tin, zina yapma, belirli oruçlarını tut ama aşırıya kaçma, her şeyin alt limitini yap deniliyor. Bunun üstündeyse ‘aşk-ı cezbe’ dediğimiz kanalı açtığın zaman (“Aşk o kadar lezzetli bir şeydir ki, cima lezzetinin üstündedir” diye sözler var) o hal ona hâ­kim olur zaten.

Şimdi bu bazen kişinin hayatının başlan­gıç ve sonlarında görülebiliyor, bazen kişi iki yoldan yalnızca biriyle yoluna devam edebiliyor. Mesela ahyar’la başlıyor, onun­la devam ediyor ya da zahidlikle başlıyor, ölünceye kadar zahid…

İyice merak ettik: Anlattıklarınız ışığında nasıl bir Mevlana portresiyle karşı karşıyayız?

Bir kere Hz. Mevlana’nın hayatında baba­sının aynı zamanda bir alim olması kom­pozisyonu çok önemlidir. Tasavvuf ama medreseyle beraber bir tasavvuf. Çünkü tasavvuf, medreselerde öğretilmekte olan alet ilimlerinin yalnızca bir araç olduğunu gösterir ve der ki: “Ey şakirt, sana Arapça, fıkıh, hadis, usûl, mantık öğretiyoruz ama bil ki bunlar gaye değil, senin esas hedefin ‘rızayı Bari’ye ulaşmaktır.” Alacağın ders kendini tanıma (men aref) dersidir. Bu kompozisyon ve terkip iyi muhafaza edildiğinde İslam düşünce tarihinde muh­teşem sentezler ortaya çıkmıştır. Ancak dengenin tarafardan birinin leh veya aley­hine dönmesi neticesinde omurgada kırıl­malar meydana gelmiştir.

Sabırsızlığımızı bağışlayın ama Hz. Mevlana örneğine gelirsek bizi nasıl bir man­zaranın beklediğini merak ediyoruz.

Mevlana hayatının ilk yıllarında medresede ders veren bir alim olan babası Molla Hüdavendigâr’dan ders almıştır. Bu demektir ki, Mevlana, bugünkü gibi maneviyatın dış­landığı, dinî ilimlerin kümülatif olarak ele alındığı, sadece ve sadece ‘din demek fıkıh (hukuk) demektir’ anlayışının bulunmadığı bir ortam olan ve bir tür din felsefesinin, dinin te’vil ve tefsirlerinin şiirle, edebiyatla yapıldığı bir medrese ortamında yetişmiş­tir. Babası bir medrese alimidir ama aynı zamanda da tasavvuf önderlerinden Necmüddin-i Kübra (vefatı: 1221) geleneğine bağlı bir alimdir.

Hz. Mevlana’nın hayatında 3 ayrı dönem vardır: Birinci dönemde babasıyladır; ba­bası vefat ettiği zaman sadece 24 yaşında­dır. İkinci olarak babasının talebesi Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî’ye nakli dönemi vardır. Üçüncü dönemi ise Şems-i Tebrizî ile başlayan dönemdir. İşte bu 3 dönem, aslında Hz. Mevlana’nın hayatında bir bakıma kronolojik, bir bakı­ma da düşünsel dönüm noktalarıdır. O mi­henk, kilometre taşları olan yerlerde birer dönüşüm yaşamıştır.

Şems dönemi keskin bir farklılaşmayı da beraberinde getiriyor. Daha önce yaşadığı “Âlimsin, medrese hocasısın, şeyhsin, ha­lifesin, müridlerin var, yürüdüğün zaman peşinden 500 kişi geliyor” dönemidir. Bunlar güzel şeylerdir ama aşk ehlini bir yerden sonra sıkmaya başlar. Yani Hz. Mevlana, Şems ile tanıştığı zaman, çoğun­lukla gösterilmeye çalışıldığı gibi basit bir medrese hocası değil, binlerce müridi olan meşhur bir şeyhti zaten. O makamdaydı ama Şems’te gördüğü ‘terk-i terk makamı’ onu cezb etmişti. Makamdan makama bir değişim yaşamıştı ama önceden de tasav­vufun içindeydi.

Yani tasavvuf dışından içine doğru değil, doğrudan tasavvufun dereceleri içinde meydana gelen bir dönüşüm mü söz ko­nusu oldu Mevlana’da?

Evet, tasavvufun içinde meydana gelen bir dönüşümdü bu ama ileri derecede bir dö­nüşümdü. Bu dönemde kalender, melamet neşve ve zevklerini tatmaya başlayan Mevlana artık tacı, sarığı, tespihi, takkeyi bir kenara atan ve yanıp yakınan biri haline geliyor. Yeniden ‘mürid’ oluyor ama baş­ka bir ‘mürid’… Önceki Mevlana “Ağır ol molla desinler” duruşunda, “Cezbene dahi hakim ol, çünkü aynı zamanda toplumsal bir kişiliksin” yaşayışındadır. Tabii bir yer­den sonra ne ağırlık tanıyor, ne de toplumu umursuyor. Mevlana’da laubalilik, lakayt­lık, yani kayıtlardan azade olmak gibi an­layışlar filizlenmeye başlıyor. Zaten Şems ile mülakatından sonra Mevlana’da apayrı bir tat oluşuyor. Semaya kalkmaya başlaması da bu devresine rast­lar. Ama bunu da doğru anlamak gerekir.

Mevlana’nın sema etmesi kendiliğindendir. “Hadi bu akşam sema törenimiz var” deyip dönmeye başlamıyor. Bazen bir çekiç se­siyle olabiliyor bu kendinden geçiş veyahut bir aşk meclisinde Feridüddin Attar’ın şiiri okunurken ya da Şems’in bir sözü aklına geldiğinde “Allah!” diye cezbeye gelip dön­meye başlayabiliyor.

Şahitlerin naklettiklerine göre Hz. Mevlana hiç durmayacakmış gibi dönermiş; 2 saat, 3 saat sürüyor belki dönüşleri.

Peki o anlarında neden başka bir şey yap­mıyordu da dönmeye başlıyordu?

Bu tamamen bireysel bir tercihtir. Derlerki, cezbe haline giren kişi ya anne karnında­ki gibi bir toplanma tavrıyla büzüşür veya evrensel bir hareket olan dönme hadisesini meydana getirir yahut da baş sallama şek­linde bir hareket dizisi vuku bulabilir ki, bunun örneklerini profan nitelikteki kon­serlerde dahi gençlerin dans hareketlerinde gözlemleyebilmekteyiz. Binaenaleyh Şems’in, Mevlana’nın ken­disinin dahi bilmediği ama sahip olduğu sırları açığa çıkarmakta bir mürşid vazifesi gördüğünü söyleyebiliriz.

Derin Tarih – Aralık 2012