İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Genel Direktörü Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç günümüzde tasavvuf sevgisi ve ilmi öğretilmeyen bir gençlik yetiştirildiğini söylüyor. Tasavvufun İslam ilminin merkezi olduğunu, ancak bunun pek çok tasavvuf grubu tarafından bile doğru düzgün anlatılmadığını vurgulayan Kılıç, bu yüzden de özünü arayan gençliğin İslam’dan gittikçe uzaklaştığını belirtiyor ve ekliyor: ”Binlerce genç meditasyon kursuna gidiyor, binlerce genç yoga yapıyor. Tasavvuftan ayrıştırılarak anlatılan kupkuru bir İslam hiçbir gence hitap etmiyor artık.”
Ben hayatta olduğum müddetçe Yüce Kur’an’ın bendesiyim. Bundan başka benden bir şey nakledilirse o sözden de o kişiden de uzağım diyen Mevlana her şeyden evvel zâhiri ilimleri tahsil etmiş ve okutmuş bir din âlimidir. Bilahare manevi ilimlerde de derinleşmeye başladığında yaşadığı halleri, beyitleriyle insanlara aktarmaya, onları irşad etmeye gayret göstermiştir. Kâmil manada bir âlim, bir sûfi ve bir şâir olan Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi ilahi sevgilisine kavuşma günü olarak gördüğü Şeb-i Arus sebebiyle İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi Genel Direktörü Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ile konuştuk.
“Herkes kendi zannınca benim yârim oldu, Derûnumdaki sırları kimse araştırmadı” der Mevlana. Herkes Mevlana’yı tanır ama kimse Mevlana’yı bilmez gibi geliyor bana. Siz Mevlana’yı hem tanıyan hem de bilen birisiniz. Sizin için Mevlana kimdir?
Ben Mevlana’yı okuduğum zaman iman ve hayat kalitem arttı. Eğer bugün kendimi Muhammedî olarak tanımlıyorsam, Müslüman olarak tanımlıyorsam ben bunu İbn Arabi ve Mevlana’ya borçluyum. Benim sorularım başkalarının kendine sormadığı sorular olabilir. Ben oyunu biraz büyük oynamayı seven bir adamım. Coşkulu bir adamım. Bu manada beni Mevlana coşturdu, İbn Arabi coşturdu diyebilirim. Bütün hocalara, hocaefendilere, imamlara, müezzinlere v.s. hepsine selam olsun ama beni coşturamadılar. Fakat Mevlana’yı bulduğum zaman kalkıp sema edesim geldi. “Vay be” dediğim yerler oldu. “İşte tam bunu söylemek istiyordum da dilime gelmiyordu” dediğim yerler oldu. Onunla kendimi buldum diyebilirim. Başkası bulmayabilir, saygı duyarım. Neticede kendi fikri birikimimde teşekkür borçlu olduğum beslenme kaynaklarımın başında Mevlana gelmektedir.
Sizin hikayenizden yola çıkarsak şunu sormak isterim: İnsanları bu kadar etkilemesinin sebebi nedir?
Mevlana gibi bilgelerin bütün dünyada karşılığını buluyor olmasının nedeni evrensellik noktasını yakalamasıdır. Onun şiirlerinde aslında sen kendini buluyorsun, seni anlatıyor aslında. Tabi karşılığı sende varsa. Bugün herhangi bir aşk şiirini okuyan, bir aşk şarkısı dinleyen kimseyi eğer hayatında hiç aşık olmamışsa, aşk nedir bilmiyorsa o şiir, o şarkı ona hitap etmeyebilir. Çok doğal, var öyle insanlar. Dolayısıyla Mevlana’dan zevk almak biraz içten gelen bir şeydir.
Bir kere onun da tekamülü var bunu gözlemliyorsunuz. Hayatının gençlik döneminde bir molla, bir medrese hocası. Şunu çok iyi belirtelim ki Mevlana, elinde âsâsıyla dolaşan bir meczup değil. Yunus Emre hakeza… Bazı çevrelerde böyle bir anlayış var. Bazı edebiyat çevrelerinde ise onu sadece bir şair olarak ele alanlar var. Yunus Emre bir âlim, bir sûfî. Evet, şiir söylüyor. Hem de Türk dilinde söylüyor. Ama bunlar ikincil özellikler. Sen Yunus Emre’nin “Bir ben var bende benden içeru” sözündeki psikolojiyi, oradaki ben mertebelerinden, benlik derecelerinden ne kastettiğini, nefsin makamlarından neler kastettiğini, “Şeriat, tarikat yoldur varana – Hakikat, marifet andan içeru” sözleriyle ne kasdettiğini yani dört dereceli din seviyelerini anlamazsan onun dil biçimini, gramerini anlaman eksik bir çaba olur.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, müridlerini kendine yoldaş edinirken onları “Hakk’ın konağının sırdaşları” olarak görürmüş. Sultan Veled’in, “İbtidânâme”sinde bahsettiği üzere; Şems-i Tebrîzî’yi güneşe, Selâhaddîn-i Zerkûb’u aya, Hüsâmeddin Çelebi’yi de yıldıza benzetirmiş. Siz de konuşmalarınızda Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’nın aynası olduğunu ve bu iki zatın birbirlerinin aynasında Hakk’ı müşahede ettiklerine değiniyorsunuz…
Bahsettiğimiz kişi Mevlana da olsa farklı bir kişi de olsa, bu bir canlı varlık. Canlı varlık tekamül eder. 15 yaşında bir Mevlana var, 20 yaşında bir Mevlana var, 25 yaşında bir Mevlana var… Dolayısıyla insan içinde bulunduğu dereceye göre algısı açılıyor, değişiyor. Özellikle seyr u sülük yolculuğu demek olan tasavvufta, “Bismillah” der demez sana o gün tüm mana kapıları açılıyor değil. Tasavvuf bir yolculuk. Aslında tasavvufa girilmeden evvelki hayat da bir yolculuk. Ama bu tasavvufa girmeye kadar devam eder.- Tasavvufa girdikten sonra bu yolculuk dikey ve enfesi bir hal alır yani bu kez tasavvufun içinde devam eder. Ondan dolayıdır ki Mevlana’nın hayatını ben üçe ayırıyorum. Birincisi babasının eğitimi altında yaşadığı dönemdir. Şeriat ilimleri yoğun dönemi. Biliyorsunuz, babası “Sultânü’l-ulemâ”, büyük bir alim. Ama o zamanın alimleri bugünün alimleri gibi sadece zahiri alimler değil. Ortaçağ’ın alim tipi bugün bizim kaybettiğimiz alim tipi. Babası vefat ediyor ondan sonra ikinci bir dönem olarak babasının talebesi Seyyid Burhânüddîn Muhakkık-ı Tirmizî’nin eğitimi altına giriyor. Tarikat ilimleri yoğun dönemi.
Medrese hocası iken, tefsir-hadis-fıkıh okuturken talebeleri, daha sonra işin içine manevi ilimler de girince müridleri oluşmaya başlıyor. Etrafında hem dervişleri ve hem talebeleri olan bir şeyh konumuna geliyor Mevlana. Fakat bu durum, beraberinde bir takım zorluklar getiriyordu. Bu çokluk, bu kesret bir yerden sonra insanın huzurunu kaçırıyor. Daha üst bir hal arayışında olan o huzursuz kalbin karşısına o esnada Muhammed Şemseddin diye biri çıkıyor ve hayatını altüst ediyor. Geldiği zaman arkasında yüzlerce öğrenci falan yok, tek başına. İbn Arabi de öyle. Şehirden şehire dolaşırken arkasında yüzlerce müridi ile dolaşan biri değil. İbn Arabi’nin tekkesi dahi yok. Bazen bir cami onun tekkesi, bazen bir medrese, bazen bir kervansaray, bazen bir saray bazen bir köy odası veya sokak, çarşı vs. Bütün yeryüzü onların tekkesi. Dolayısıyla Mevlana’nın Şems ile karşılaşması işte üçüncü merhaleyi başlatıyor. Hakikat ilimleri yoğun dönemi başlıyor. Şems ona tasavvufun içerisindeki daha üst neşe olan melamet zevk kapılarının açılmasını sağlıyor. O noktada Mevlana tamamiyle değişiyor. Zaten yıllardır içinin aradığı buydu, tenhalarda arıyordu bunu. Çileye giriyordu kırk gün, çıkıyor tekrar bir kırk gün daha… O halvette iken talebeleri rahatsız oluyordu aslında, “Çıksa da bir an önce hocamızla ders yapsak” diye düşünüyorlardı.. Bazen öğrenciler de hocayı yorar. Hepsi de hocanın ilmini elde etmeye çalışıyor, zahiri ilim de dini ilim de olsa böyle bir bencillik vardır. “Şu hocadan alabildiğim kadar alayım” diye düşünür insan. Alıyorsun, alıyorsun da onu kurutuyorsun, yoruyorsun. O zaman “susmak lazım” dediği bir merhale başlıyor Mevlana’nın, “Sus artık” derken kendine hitap ediyor. İşte bu kapıyı ona Şems açıyor. Ama daha sonra Şems bakıyor ki Mevlana da ona tıpkı kendi talebelerinin ona bağlandığı gibi bağlanıyor. İşte o zaman Şems haber vermeden kendini aradan çekiyor.
Böylece Şems-i Tebrîzî, Konya’yı terk ediyor.
Bu şuna benzer. Büyümek ister çocuk, ayağa kalkmak ister. Ayağa kalkacağı vakit önce annesinin küçük parmağına tutunur tay tay durur. Sonra anne, birden çeker elini önce çocuk bir bocalar düşer ama sonra kalkar yürümeye başlar. Şems, o parmağını Mevlana’dan çekmesi gerekiyordu ki artık kendi ayakları üzerinde dursun. Bir iki yıl kadar Mevlana çok sendeledi, bir anlığına boşluğa düştü ama tatlı, güzel bir boşluk. Ardından gerçek Mevlana gelecek. Eğer Şems ile tanışmasaydı Mevlana, talebeleriyle medrese hocası olarak çok büyük bir alim-sufi tipinde kalacaktı. Belki dini kitaplar yazacaktı, sema falan etmeyen ağır duran tipik bir medrese mollası olarak kalacaktı.
Belki tam benzetilmez ama Yunus Emre ve Tabduk Emre ilişkisi gibi…
Hepsinde benzer şey var, hepsinde… Zira seyr u sülukda da dereceler var. Bir derecinin üstünde başka derece var. Mesela Muhyiddin İbn Arabi, der ki “Ben üç yüz küsur şeyhe hizmet ettim, her birinin esması farklıydı.”
“Modern gencin önünde kâmil örnekler kalmamıştır” diyorsunuz. Mevlana’dan, kadim gelenekten koptuk arayı şimdi nasıl kapatabiliriz?Ben işin manasına ermek, hakikatine ermek istiyorum. Şeklin, hareketin, suretin, rakamların arkasına geçmek istiyorum diyen kişinin karşısına muhakkak bir gün Mevlana çıkar. O noktada olmayan birine de bence Mevlana vermemek lazım. Hem Mevlana’ya hem o kişiye yazık olur. Daha yeni doğmuş bir bebeğin ağzına baklava sokmak gibi bir şey. Büyüme emareleri var bizim çocuklarda. Çocuklar derken kimisi 20 kimisi 50-60 yaşlarında, bu toprakların çocuklarını kasdediyorum. İrfandan hikmetten koparılmış çocuklar. Dışarıda, taşrada çok dolaştılar. “Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş” der Niyazi Mısri. Bu gençlik artık senin dışsal, soğuk dini bilgilerinle doymuyor. Kendi özünü onlara tanıtacak şeyler istiyor. Yani Tasavvuftan ayrıştırılarak anlatılan kupkuru din gençlere hitap etmiyor artık. Tasavvuf, bence en merkezi İslami ilmidir. Modern zamanlarda anlaşılması zor hale gelmiştir. Kadim zamanlarda bugünkü kadar anlaşılma problemi yaşamamıştır. İnsanlık, geleneksel değerlerden uzaklaştıkça manevi konular anlaşılmaz hale geldi. Anlaşılabilmesi için bazen maddeciliğin sonuna kadar gidip, onun açmazlarını görmek gerekir. Batı’da bu başlamıştır. Batı, şu an Aydınlanmayı, Fransız Devrimini, endüstri devrimini sorgulamaktadır. Artık, pozitivist devrimlerin bugünkü doğa tahribatının, siyasi yozlaşmanın, vahşi kapitalizmin müsebbibi olarak görenler çoğalmaktadır. Karşılığında daha bütüncül ve kutsalı öne alan bakış açıları güçlenmeye başlamıştır. Bugün Batı’da bu manada yüksek kalitede çalışmalar yapılmaktadır. Memleketimiz de bu gidişattan uzak kalamayacaktır. Mana esas madde onun uzantısıdır. Manaya hakim olan maddeye de hakim olur, el-Ma’na hüvellah demişler.
Biz aslında Şems’in nasıl biri olduğunu bilmiyor, Mevlana’yı öne çıkarıp onu yanına koyuyoruz…
Şems’in hayatına dair de bazı bilgiler var. Makalat isimli bir eseri var mesela. Ama daha çok yalnızlığı seven bir sufi. Bazı arifler başlarında adam çoğalmaya başladığında o şehri birden terk ederler. Kalabalıktan kaçarlar. Yalnızlığı severler, yani Allah’la tenhada başbaşa kalmayı severler.
Belki Şems’i tanımadığımız gibi, tasavvufun da tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ne dersiniz?
Şimdi bunun önünde iki tür engel var. Biri tasavvuf dışı, diğeri tasavvuf içi engel. Tasavvufa ilimler hiyerarşisi içinde yer açmamak gibi onu tümden reddeden bir anlayış var bazı dini ilim merkezlerinde. İlahiyat fakültelerinde tasavvuf anabilim dalları var ama her zaman varoluşları sorgulanmıştır. Ben o anabilim dalında uzun yıllar çalışmış birisiyim. Tasavvuf hocaları olarak bize yan bakışları her zaman üzerimizde hissetmişizdir. Bu, gelenekte olmayan bir şey. Geleneğimizdeki dini ilimler içerisinde başta Gazali’nin İhyau-Ulumiddin kitabında veya Taşköprüzâde’nin Mevzuatu’l-Ulum kitabı ve bunun gibi diğer ilimler hiyerarşisine dair kitaplarımızda tasavvuf, dini ilimler içerisinde çok önemli bir mevkide. Bu eski dünyada tartışmasız bir gerçek. Ama modern zamanda pozitivizm ve rasyonalizmin ülkemizde hakim bakış açısı olması ve bunun selefizmle evliliğinden ülkemizde böyle bir dini zihniyet oluşmuştur. Bir de iç etken diyebileceğimiz hususlar vardır. “Ben tasavvufu temsil ediyorum” diyen kişi ve grupların tasavvufun hakikatini idrak etmeden, bir Mevlana’dan, bir İbn Arabi’den haberi olmadan tasavvuftan dem vurduklarını görmekteyiz. Tasavvuf “benlikten geçme yolu” iken “ben, ben” diye hareket eden sözümona şeyhlerin kendinden uzaklaştırdığı bir kitle bulunmaktadır.
Latife Beyza Turgut