M. Fatih Çıtlak: Dünyanın en mutlu ve neşeli insanları inanan insanlardır
İslam tarihi ve tasavvuf üzerine yaptığı sohbetlerle tanınan Fatih Çıtlak ile mizahı ve mizahın İslam dinindeki yerini konuştuk.
Meryem İlayda Atlas Lacivert Dergi SAYI:13 / Mayıs 2015
Bu konuda fikrimi ifade edeyim. Öncelikle din, soluduğumuz hava gibidir ama havayı ayrıca oturup konuşmayız. Zaten bizden yansıyan bir maddedir. Bahsettiğiniz konularda da eğer ayrıca dine işaret etme ihtiyacı hissediyorsak, zaten dinimizi içselleştirememişiz demektir. Cemil Meriç “Bir insan hâlâ sözüne falancanın dediği gibi diye başlıyorsa onu içselleştirememiştir” diyor. Bu sözün de ifade ettiği gibi, bir insan, söylediğinin altını dine dayandırarak çiziyorsa zaten kendisini bir dindar olarak ifade edemiyordur. İnsan bir defa bile İslam kelimesini kullanmadan, ‘dinimiz’ demeden inandığı bütün değerleri savunabilir ve tartışabilir. Mizah meselesine nasıl bakalım? Allah mizah yapıyor mu, Kuran-ı Kerim’de mizahi bir üslupla vahyedilmiş ayetler var mı? Cenab-ı Hakk, istihza maksadıyla, insanların Hakk’a karşı direnç göstermesini, inat etmesini ve buna karşı düştükleri kötü durumları zaman zaman Kuran’da resmediyor. Birkaçını hızlı hızlı anlatayım. Mesela müşrikler, Efendimizin söylediği sözleri inkâr ediyorlar, ‘senin dediğin gibi değil’ diyorlar. Buna karşılık Cenab-ı Hakk bu durumu Tur Suresi’nde açıklarken,”Yoksa onların göğe çıkıp da vahiy dinledikleri bir merdivenleri mi var?” diye buyuruyor ki, bu çok mizahi bir üsluptur. Hani göğe merdivenle çıkıp bir şey mi almışlar ki bu kadar bilerek konuşuyorlar diyor. Yine bir başka mevzuda Yahudiler, asla cehennemde yanmayacaklarını iddia ediyorlar, Yahudilerin bu iddiaları meşhurdur. Yansalar bile şöyle çok az bir ateşi görüp çıkacaklarını iddia ediyorlar. Bununla alakalı da yine Kuran-ı Kerim’de, “Bir haber mi almışlar Allah’tan, nereden geliyor bu garanti?” şeklinde onların düştükleri komik durumu resmediyor ayet-i kerime. ”Madem onlar cehennemde yanmayacak Habibim onlara de ki; ölümü temenni etsinler, ölsünler gül gibi yaşasınlar, bu dünyada niye sıkıntı çekiyorlar?” Ve devamında da; ”Hayır, hayır! Onlar aslında dünyayı çok severler, ölümü asla temenni etmezler.” diyerek Allah, onların düştüğü bu komik durumu, ayak diremelerini ve sanki çok mukavemetli bir yapıya sahipler de oradan ahkâm kesiyorlarmış havalarını bozan bir üslupla ayet-i kerimeyi vahyediyor. Hiç böyle düşünmemiştim hocam… Bakın daha komiğini, tövbe estağfurullah, daha acayibini söyleyeyim size; müşrikler kız çocuklarını öldürüyorlardı, utanıyorlardı çünkü kız çocuklarından. Bu feci bir durumdur fakat onlar yapmış oldukları bu mazarrata bir mazeret bulmuşlardı: ‘Biz aslında kız çocuklarımızı seviyoruz o yüzden de onları tanrılarımıza kurban ediyoruz’ diyorlardı. Şimdi ayet-i kerimede buyuruyor ki; “Yoksa, Allah, yarattıklarından kendisine kızlar edindi de, oğulları size mi seçip ayırdı?” Bakın bu ayette Cenab-ı Hakk, fevkalade ciddi bir meselede, inandıkları ne olursa olsun, onu bahane etmelerinin ne kadar çürük, ne kadar adi bir şey olduğunu yüzlerine çarpıyor. Allahu Teala’nın insanları ikna etmek üzere bu nevi bir üslup kullandığını düşünürsek bu mizahın aynı zamanda onlara duyulan merhametin de bir göstergesi olduğunu görürüz. Bakara Suresi’nin 71’inci ayetinde bir inek bahsinde “O kadar çok soru sordular ki sonunda kesemeyeceklerdi” mealinde bir konudan bahsediliyor. Bu bende de dalga geçiliyor hissini uyandırmıştı. Tabii, orada Yahudiler Allahu Teala’yı akıllarınca tiye almaya kalkıyorlar ‘inşallah buluruz biz onu’ diyerek. Oradaki inşallahın karşılığı olarak, yani siz öyle bir durumdasınız ki, o kadar çok soru sordunuz ki aslında tam tersine konuyu siz daha çetrefilli bir hale getirdiniz noktasındaki çelişkiyi göstermesi açısından mizahi üsluba ihtiyaç vardır. Size bu üslupta 30-40 ayeti kerime bulabilirim. Vakıa Suresi’nde “Yağmuru siz mi indiriyorsunuz, biz mi indiriyoruz?” diye buyruluyor. Bu ifadede Yaradan’ın ortadaki durumu kullarına karşı mizahi bir şekilde resmedişi yok mudur? Peki, İslam’ın mizah konusundaki ilkeleri nelerdir? Aslında İslam’ın öngördüğü mizah ve şakacılık, merhameti ortaya çıkartan ‘latife’ şeklindedir. Yani siz birbirinize bir şaka yapıyorsanız bu şaka, aranızdaki merhameti ve şefkati çoğaltmalı, öfke doğurmamalı. Bundan dolayıdır ki Efendimizin, ‘mizah sebebiyle kalbinizdeki harekete geçmeyen nifak duygularını şeytan besler. Bunu kullanarak sizi birbirinize düşman eder’ mealindeki sözleri de aslında bunun içindir. İnsanların yemesiyle içmesiyle, şekil bozukluğu veya fiziksel özelliğiyle onu rencide edecek, üzecek bir şekilde şaka üretilmesi toplumda nifakı getirdiğinden ve en önemlisi karşıdaki insanın kıymetli oluşuna uygun olmadığından dolayı yasaklanmıştır. Bunun çirkin görülmesinin sebebi, insanların elinde olmayan özellikleriyle onları rencide etmek kastıyla yapılmasıdır. Efendimizin yaptığı ve Efendimize yapıldığı bilinen ve meşhur olan bazı latifeler var. İçinde yalan olmayan, karşıdaki insanı rencide etmeyen, zarar vermeyen latifeyi Efendimiz hoş karşılardı. Sahabe de kendi arasında bu şekilde şakalaşırdı. Size Hayatü’s Sahabe‘den bir örnek vereyim. Bir sahabe gidip alışveriş yapıyor. Zamanın ihtiyaçlarına göre birtakım şeyler alıyor ve birilerine dağıtıyor. Daha sonra adamın birisi Efendimize geliyor ve “Ya Resulullah o satın almış olduğunuz şeylerin parasını almaya geldim” diyor. Efendimiz ona “Ben senden bir şey satın almadım ki” buyuruyor. Adam diyor ki; falanca adam geldi ve bana, ‘ben Resulullah adına seninle ticaret yapıyorum paranı ondan alırsın bana şunu şunu ver’ dedi. “Kimdir o?” diyor Efendimiz ve adamı çağırıyor. O zat geliyor ve gülerek diyor ki; “Ya Resulullah eminim ki sen zaten hayra mani olmazdın ve sen de olsan böyle yapardın. Ben de senin ismini vererek alışveriş yaptım. ” Efendimiz de tebessüm ediyor ve onun borcunu ödüyor. Yine sahabenin hayatından bir örnekte, Hz. Ali ve Selman-ı Farisi, ambeliye hurması ağacı altında duruyorlar. Hz. Ali,Selman-ı Farisi’ye fiske şeklinde hurma çekirdeği atıyormuş. Ambeliye hurmasının çekirdeklerinin iki ucu da sivridir. Selman-ı Farisi’nin ‘atma’ demesine rağmen Hz. Ali devam ediyormuş. En sonunda Selman-ı Farisi demiş ki, “Ya Ali! Zaten seni dördüncü halife yapan şu şakacılığın değil mi?” Merhameti öne çıkaran latife ne demektir? Bu tarzın günlük şakalardan ayrılan bir yanı var mı? Latife, söylendiğinde hemen aklınızı ve ruhunuzu fetheder, kişinin veya toplumun içinde bulunduğu kesif ve yoğun bir durumun arkasındaki mantığı yakalayarak çok ince bir dille bunu izah eder. Aslında herkes tarafından içselleştirilmiş ama değiştirilebilecek bir durumu yakalamaktır. Yani özünde insanın elinde olmayan, değiştiremeyeceği şeylerle ilgilenmek yerine insanın daima değişken olan, esas insanı temsil eden latif ruhuna gönderme yapar. Daha derinlere hitap etme isteğinde olduğundan dolayı bizim medeniyetimizde mizahın adı latifedir ve derlerki; ‘Latife latif gerek.’ Osmanlının dehasıyla bu cinaslı deyim kullanılmıştır. ‘Latife latif gerek’ sözü birkaç manada incelenmeli, bir kere latifenin yani yapılan şakanın esprinin hakikaten de latif olması, ince olması, kaba olmaması lazım. İkinci olarak, ‘Latife latif gerek’: Allah insanı ‘latif’ olarak yaratmıştır, o latif olana, latif olan kişiye ince bir şekilde hitap etmek manası vardır. Üçüncü olarak, ‘Latife latif gerek’ demek, senin de bir kalbin var, latife yakışan latif olmaktır demek. Yani iltifat etmen lazım, insanları rencide etmemen lazım, demektir. Son olarak da; gerek içinden, gerek dışından yaptığın kaba saba şeyler Allah’ın yanında bir kıymet ifade etmez gibi dört ayrı manası vardır bu sözün. Latifeyi bizler nasıl kullanmışız? Size Divan edebiyatından bir örnek vererek izah edeyim: Divan edebiyatında âşık vardır, maşûk vardır, bir de âşıkla maşûk arasına giren, onları ayrı düşüren düşman vardır. Bunun adı ‘rakip’tir. Rakip, bazen düşmandır, bazen münafıktır, bazen kâfirdir… Fakat edebî metinlerde ‘rakip’ öyle bir işlenmiştir ki sevgili ile araya giren bu rakibe düşmanlık edilmesi, ondan nefret edilmesi değil adeta kabullenilmesi, bir gülün dikeni gibi kıvama getirilmesi ve onun üzerinden de esprilerle, kin beslemeden sevgiliye ulaşılması işlenmiş, böyle bir dil geliştirilmiştir. Bir el yazmasında şöyle bir şey gördüm; iki satırlık bir beyit. Arada bir kelime kesinlikle okunmuyor ama sebebini sonra anlıyorsunuz. Şöyle başlıyor beyit: “Kande görse, … (okuyamadığınız kelimeyi atlıyorsunuz) beni azarlar, onun içün o kâfiri ters yazarlar.” Hakikaten de o zaman defteri çevirip bakıyorsunuz ki rakip kelimesini ters yazmışlar. Yani okunuşu şöyle; “Nerede görse ‘rakip’ beni azarlar, onun için o kâfiri ters yazarlar” diyor. Şimdi bu rakip kendisini sevgiden mahrum eden adamdır veya bilemediğimiz bir muhayyeldir, belki farazi bir insandır fakat onunla mücadele etme şekli fevkalade latif, karşıdakine kinlenmeden, sevgilinin muhabbetini, aşkını görebileceğiniz bir üslupla olmuştur. Bu bir başarıdır. Bağdatlı Ruhi’de okumuştum, sofuları tenkit edenleri tenkit etme amaçlı bir durum tespiti yapıyor; “Gerçek manalar kıblesini idrak edemeyen aykırı gidişatlılar/Kazara bir secde ederler de hemen ardından (ömürleri taatle geçmiş gibi) en büyük ecirleri isterler.” mealinde bir beyit. Bunu okuduğum zaman içimden ‘demek bayram namazına gitmekle yıllık ibadetini tamamladığını sanıp sofuluk taslayanlar 16’ıncı asırda da varmış’ diye düşünmüştüm. Günümüzde mizah genellikle bahsettiğiniz gibi yapıcı, merhametli, latif bir yan barındırmıyor, hayli yıkıcı bir yanı da var. Ben mizahı, medeniyeti kuran dilin bir parçası olarak görürüm, medeniyetlerin temelinde ise yıkıcılık olmaz, kaos olmaz, zaten bu sebeple ‘medeniyet’ olurlar. Medeniyetlerde sadece durum tespiti yapmazsınız, elinizdeki insan kaynağını gözeterek, belli realiteleri tespit ederek çözümler de üretirsiniz. Söylediniz ve yıktınız, sonra ne olacak? Mizahı da bu sebeple bir durumun tespiti olarak ortaya koyarken ince düşünmek zorundasınız. Mesela bizim medeniyetimiz sadece bilim adamı yetiştirmez, arif yetiştirir. Âlim, yani ilmin zahirinde kalan kişi fikir icat eder ama arif akıl icat eder. Latifeler de mizah da aslında bir aklın ürünüdür. Şimdi bir de şöyle bir atıfta bulunayım tekrar, Allahu Teala bile insanların içine düştüğü bazı durumların abesliğini göstermek amaçlı ayetler indirmişse, bugün dinî sahada konuşan insanların asık yüzlü olmaları nasıl anlaşılabilir? Bugün maalesef ‘Allah’tan ve Efendimizden bahsettiğimiz zaman asla gülmemeliyiz, çok ciddi olmalıyız’ şeklinde sloganlaştırılmış yaygın bir kanaat var. Bu durum vahyin ve Efendimizin tatbikatının dışında bir tarz ve üsluptur. Aslında bu bir komplekstir. Bu konuda cehennemden çıkıp cennete giden kişinin anlatıldığı hadiste Efendimizin üslubuna dikkat çekmek isterim. Biliyorsunuz hadis-i şerifler mana olarak vahiydir, ifade şekli Efendimize ait olduğu için hadis denmiştir. Yani mana Allah tarafından verilir ve ifade etme şekli Efendimizin üslubuyla olduğu için hadis-i şerif denir. Bahsettiğim o hadisi söylerken Efendimizin mübarek azı dişlerinin görünecek şekilde güldüğünü hadis kitaplarında okuyoruz. Bu çok dikkate şayan bir durumdur. İnsanların iyiliğine, güzelliğine sevinen ve bunu anlatırken gülen bir peygambere sahibiz. Biz usta çırak ilişkisi içerisinde yaşamadığımız için ayet ve hadislerde satır aralarını okuyamıyoruz. Asık suratla, ciddi bir anlatım benimsiyoruz. Hatalarımızı asık suratla, ters bir üslupla, sert bir şekilde eleştiren hocalarımız var. Bir yandan da tasavvuf denince insanların aklına belki bu sert tutum gelmiyor ama hüzün geliyor, durgunluk geliyor. Neşe gelmiyor. Tasavvuftan hüzün anlamak, onların bileceği bir şey. Ben size kendi hocamdan duyduğum bir sözü nakledeyim; ‘Dünyanın en mutlu ve neşeli insanları inanan insanlardır, bunların içerisinde de bilhassa ehl-i tariklerdir’ derdi. Hatırlarım, küçüklüğümde, kafasında sarık devamlı kaşları çatık bir vaziyette mahalleye giren bir hoca tanıdım. Herkes ondan çekinirdi,hâlbuki onun bile kendine ait bir mizah şekli vardı. Teravihte konuşulduğu zaman, konuşanlara dönüp, ‘böyle konuşmaya devam ederseniz size niyet etmem ha!’ derdi, bu bir üsluptur yani. Bundan 50-60 sene evvel bir kuşağın adeta kurtarıcı olarak gördüğü birkaç insan vardı. Cami cami dolaşıp insanları peşlerinden koştururlardı. Bunlardan birisi Beşiktaşlı Cemal Efendi’dir. Cemaati gülmekten kırıp geçiren bir zattı, esprili aynı zamanda hicivli bir üslubu vardı. Mizah aynı zamanda insanları anlamanın bir yolu mudur? Latifenin, toplumda zaman zaman sıkışan enerjinin havasını, stresini almak gibi bir fonksiyonu vardır. Yahut atıl kalmış bir enerjinin, potansiyelin teşviki için harekete geçirme amaçlı hiciv yapıldığını görürüz. Yani hiç bir şey boşuna ve amaçsızca yapılmaz. Bir adam bitkiyi tanımıyorsa, bitkinin reflekslerini bilmiyorsa bitkiyi nasıl düzgün budayabilir? Bitki ile empati kurabilen bir kişinin bitkiyi budama şekli elbette farklı olacaktır. Dolayısıyla mizah tasavvufta çok elzem kabul edilir. Size bir örnek daha vereyim: Bir zat şeyhine sürekli yalakalık yaparak yakın olmaya çalışırmış; ‘Aman efendim ayakkabınızı tutayım, aman efendim cübbenizi tutayım, aman efendim çantanızı tutayım’ dermiş. Bir gün Şeyh Efendi bıkmış ve sonunda, “Oğlum” demiş, “bu kadar eşyamı tutacağına bir gün sözümü tutsaydın adam olurdun” Bakın bu üslup tasavvufun içerisinde kullanılan bir üsluptur. Bu örnekler latifenin bizlere özle ilgili bir gerçeği, bir aksaklığı yahut görünenin arkasındaki görünmeyeni işaret ettiğini anlatıyor. İmam-ı Azam, İmam Yusuf’a yapmış olduğu meşhur vasiyetinde der ki; “Oğlum, gençler ile konuşurken latife yap, şakacı ol. Çünkü gençler latifeyi severler, asık bir yüz ile onlara dini anlatma. Onların hayatı ile alakalı neşeli şeylerden bahset ki onlar da Hakk’ı ve hakikati anlatmak için etrafında hazır bulunsunlar, kaçırma onları, sevsinler bu sahayı ve senden istifade etsinler.” Bakıldığında insanlık tarihinde mizahın, siyasetten tutun da aileye kadar, eğitimde hatta devlet mekanizmalarında bile bir yeri vardır. Bugün mesela meclisteki tartışmalara bakalım. Bu kadar tahkir edici olmak yerine konulara mizah ile, hiciv ile yaklaşsalar belki de daha etkili olurlar ve bu kadar bağırıp çağırmaya gerek kalmaz. Bu söylediğiniz bana ilk meclis kayıtlarını hatırlattı. Günümüzde mecliste açıkça tahkir ve hakaret var, hâlbuki 1920’lerde ilk meclis kayıtlarında birbiri ile çarpışan zıt görüşlerin fikirlerini meclis kürsüsünden daha kinayeli bir şekilde izah ettiklerini okuyoruz. Burada benim hatırıma, Mahir İz’in Yılların İzi isimli eserinde naklettiği üzere Mehmet Akif’in ilk mecliste söylediği bir söz geliyor. Akif, anladığımız kadarıyla o günlerde mecliste küskün bir haldedir ve hiç konuşmaz. O dönemin maarif vekili memurlarla ilgili sorunlardan bahsederken ‘memureyn’ kelimesini kullanıyormuş. Hâlbuki çoğul kullanması için ‘memuriyn’ demesi lazım, Arapçada memureyn ‘iki memur’ demektir. Mehmet Akif de elini kaldırmış, herkes dikkat kesilmiş, bu şiddetli tartışmada ne diyecek diye. “Efendim istirham ediyorum, vekil bey şunu doğru telaffuz etsin. Memuriyn konuşuyoruz, memureynden bahsetmiyoruz. Memureyn iki memurdur, mesele iki memur olsaydı balla kaymakla beslerdik” diyor ve oturuyor. İşte bu mizahi bir eleştiri şeklidir. Mehmet Akif, en şiddetli hakaretamiz sözleri dahi latif bir üslupla bertaraf etme kabiliyetine çok nadir örneklerden biridir. Bir gün, İstiklal Marşı mecliste defaten okunur ve takdir edilir, derken bir vekil Akif’in yanına gelir ve kasten der ki, “Üstat, her şey güzel de hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal sözü fazla yobazca bunu değiştiremez misin?” Akif hiç düşünmeden cevap verir, “aslında şu an aklıma değiştirebileceğim bir kalıp geldi: Hakkıdır Hakk’ı tepen milletimin izmihlal.” Bu üslup elbette ‘sen ne demeye çalışıyorsun’ gibi başlayabilecek bir tartışmadan daha etkili olmalı. Hocam Twitter, Facebook gibi sosyal medya mecralarına bakıyor musunuz? Bugün de böyle sözler üzerinden oynanarak ‘caps’ler hazırlanıyor. Bazıları zekice oluyor ama geneli bir duruma cevap üretmektense dalga geçmek üzere kurgulanıyor. Twitter ve Facebook gibi sosyal medyada yazılıp çizilenlerin genellikle insanlara yüklenme, psikolojik deformasyon şeklinde olduğunu düşünüyorum. Tabii bu benim şahsi görüşüm. Yapılan esprilerin çoğu sosyolojik eksikliklere işaret ediyor. Bir konunun ardını arkasını düşünmeden yapılmış espriler. Dahası, esprilerin ve kendini gizlemenin arkasında savundukları veya inkar ettikleri fikirlerle toplum karşısına şahsiyet olarak çıkmaktan korkuyorlar. Statükolara gerçekten karşı çıkmak ve çözüm üretmek yerine sadece o durumun frekans ayarını bozabilecek şekilde işi sulandırıyorlar. 2009 yapımı, Suretler diye bir Hollywood filmi vardı hatırlarsanız. Bu filmde insanlar farklı farklı suretler ile görünebiliyorlar ama aslında o suretin sahibi bambaşka. Bugün insanlar sanal ortamı mizah yaparak ve şahsiyetlerini gizleyerek kullanıyor. Zira kendi mücadelelerinde karakter ortaya koyabilecek durumları, gerektiğinde o eleştirileri dikkate alıp mukavemet edecek ve o fikri savunabilecek cesaretleri olmadığı için böyle bir ‘suretin’ arkasına sığındıklarını düşünüyorum. Günümüzde insanlar inançlarının sorgulanmasını istemiyor lakin savundukları şeyleri de takliden yaşayıp onu savunacak birikime sahip olmadıkları için mizahı kullanarak sanki orada kendilerini bir tarafmış gibi göstererek ciddi meseleleri sulandırıyorlar. Asla şahsiyet olarak karşısına çıkamayacağı fikirlerin bir şekilde ayarını bozmaya çalışarak mizah yapıyorlar. Mizahın bugün toplum içerisinde ince zekayı, aklı ve merhamet gibi güzel duyguları oluşturamayacak şekilde sunulmasındaki en temel nedenlerden biri budur. Bizden mizah çıkmıyor söyleminin ardında da bu taklit zihniyeti mi var? Bizden mizah çıkmıyor tartışması konuya genellikle Batı’nın genetik yapısındaki mizah üzerinden bakıldığı için doğuyor. Bizim toplumumuzda ‘poker yüzü’ yoktur mesela. O kadar hızlı ruh hali değiştiremediğimiz gibi tepkilerimizi saklayamayız da. Bir insana rahatlıkla hakaret edip, tenkit edip sonra bir şey olmamış gibi davranamayız. Konuya hangi toplumun genetik yapısı üzerinden bakıyorsanız, yapılan mizahı da ancak o şekilde anlayabilirsiniz. Cat Stevens ile eskiden beri tanışırım hatta bir albüm çalışmasına bir nevi yönetmenlik yapmıştım. Bir gün bana, “Artık müzik yapmayacağım, hadis anlatacağım” demişti. Naçizane dedim ki; “Siz insanların gözünde bir pop sanatçısısınız. İnsanlar sizi gitarınızla seviyor, bir fakih olarak kabullenemeyebilirler. Hâlbuki Müslüman gençliğe şarkılarınızla başka bir hava getirebilirsiniz ve asıl burada fark yaratabilirsiniz.” Cevaben; “Müzik hayatımdan çok şey alıp götürdüğü için nefret ettim müzikten, bir daha müzik yapmayı düşünmüyorum” demişti. Ben de dedim ki; “Bu sizinki içkiden tövbe edip ayran bile içmemeye benziyor. İslam’ı tanıtmak için, kendimizi anlatmak için orijinal yanlarımızı örselemememiz gerekir. Zira bunu siz yapmazsanız başkaları başka şekilde yapacaktır.” Nasıl bir örselenmekten bahsediyorsunuz? Bugün size sorsam, Amerika’da Müslümanlık ne ile tanındı diye, Herhalde Muhammed Ali ve boksunu ilk beşe koyarsınız. Yani Müslümanlığı temsil ediyor dediğiniz adam ne yapıyor? Dövüşüyor. Ben bunun tesadüf olmadığına inananlardanım. Böyle bir imajı, adam döven Müslüman imajını 30 sene sonra İslam ve şiddetin beraber anılmasının başlangıcı olarak görebilirim. Bu, naçizane şahsi kanaatimdir. Hiç unutmam, unvan maçlarında o kadar heyecanlı olurduk ki, 1970’lerde siyah beyaz televizyon karşısında sabah namazından sonra “Hasbinallahivenimelvekil’ diyerek Muhammed Ali’yi izlediğimizi hatırlıyorum. Bütün bunlar insanı bir zihin dünyasına hazırlar. Uzun lafın kısası, zihin dünyamızda ne varsa o şekilde üretim yaparız. Eğer benim genetik yapımda Müslüman’ın insanı Yaradan’dan dolayı seven merhameti varsa o yönde bir mizah yaparım. Yok, yıkıcılık, tahkir etmek varsa o şekilde yaparım. Bizler maalesef kendimiz olamıyoruz, taklit ile hareket ediyoruz, hatta bu taklit meselesini o kadar ileri götürdük ki, İslam’ı bile taklit etmeye başladık. Hocam vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. MEHMED FATİH ÇITLAK KİMDİR?
Hocam, Lacivert Dergi’nin bu ayki dosya konusu ‘mizah’. Bu konuyu işlerken İslam Dini mizaha nasıl bakar, mizah Kur’an-ı Kerim’de ve sünnette nasıl yer bulur bunları konuşmak istiyoruz ama bir yandan da bu soruyu sorarken rahatsız oluyorum. Bir konu belirleyip, haydi bu mevzuya bir de din açısından bakalım deme hatasına düşmüş olmak istemiyoruz. Sanki sosyolojik, psikolojik, siyasi perspektifler var, bir de dinî perspektif var haydi oradan da bakalım dermiş gibi.
1967 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaöğretimini Fatih İmam Hatip Lisesi’nde tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi Türkoloji bölümünde lisans eğitimi aldı. Öğrenim hayatı boyunca Arapça ve İslami ilimler tahsilinde bulunan Çıtlak, Kültür Bakanlığı’na bağlı İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu’nda misafir sanatçı ve semazen olarak yurt içi ve yurt dışı birçok organizasyonda yer aldı. Çıtlak’ın Pendik Yunus Emre Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen Mesnevî sohbetleri, yerel yönetimlerce düzenlenen katılımı en çok ve en uzun süreli kültürel faaliyet olarak tarihe geçmiştir. İslâm medeniyetinin önemli eserlerinden istifade ederek tefsir, siyer ve tasavvuf konulu sohbetler veren Mehmed Fatih Çıtlak, tasavvuf düşüncesini konu edinen birçok konferans, sempozyum ve panele de konuşmacı olarak katılmaktadır. Kurucusu olduğu Keşkül dergisinde Mehmed Fatih imzasıyla yazan Çıtlak’ın 18 Beyit, 40 Mektup, Mesnevi Şerhi, Nur Kandili, Aşkın Bir Noktası, Huzur Defteri isimli kitapları bulunmaktadır.