Bizi zincirleyen ya da özgür kılan sâdece ve sâdece zihnimizdir. [D. Rinpoche]
İşitecek kulağı olanlar çoktan işitti Varlığın Sevinci’nden: Kimseler (kişi hâli olan) cehennemden geçmeden cennete dönesi değil Dünyada (ayrılıkta, ateşte, iki ucun arasında salınıp durmada) rahat mı bulunur
Gökde uçarken seni indirdiler Çâr unsur bendlerine urdular Nûr iken “Niyâzî” kodular Şol ezelki itibârın kandedir? [N. Mısrî ksa]
Bu ne güzel koku böyle azîzim…
Hazretimin kandedir, nerdedir diye diye somurduğu ballar balı nedir acaba?
– Aslı bilinmez, târife gelmez, her şey olmaya müsâit bir imkân olan “Gizli Hazîne”
Her şey olabilecek kaynakta, hiçbir suret almadan Mutlak iken, bu ikili birli oyunda, aldanış yurdunda (dâru’l gurûr), yanılsama sahnesine yâni dûn-yâ derler en alt idrak boyutuna (esfel) indirilip dört unsur hammaddesiyle beden bağıyla kayıtlandı bir kere.
Zihnin, ne yapsa dar gelen kavramlarıyla öyle düşüne düşüne sınırlandı, kapandı kaldı görüntüdeki kafese, aslı neyse ne…
Birlik zevkinden bir latîf nûr iken şahsiyetle (kişilik) ve keyfiyetle (isim-resim) çerçeve içine alındı.
– Peki ezeldeki aslî letâfetimiz nerdedir şimdi?
Ben diyen geçmişin yükünden, geleceğin hayâlinden yâni zihinden çıkınca, şimdi burada olunca, “olan olmasın” diyen kalmayınca candadır elbet.
İnsan bu, müdhîş bir kıvam, sonsuza imkan, lâ-mekâna mekân Kabuğu kırılmaya, kapağı açılmaya görsün amanın aman, zamanın zaman
– Âh nerede o insan, vâh nerede?
Beden kabıyla (biyoloji) dünyâda Ben-imsenen kişi (psikoloji) hâliyle iki arada, berzahta Ruhuyla hiç ayrılmadığı âhirette
Her nefes beden-zihin arasındaki sırat köprüsünden geçebilir, ayağını yerden kesebilirsin
– Aman efendim biraz yavaş lütfen, siz oradan böyle derin üfledikçe kanatlanıyor gibi oluyorum
Buyur cânım erenlerim seni dinleyelim Uçan kuşların hikâyesine yerden devâm edelim
1.2 FASL-I SÂNÎ Sonraki mevsim KAFESİN PARMAKLIKLARI DÜŞÜNCEDEN Acı zihindedir (Yazarın aynı adlı kitabından)
– Oysa ne tatlı bir hülyâydı benimkisi…
Okulumu bitirip elim iş tutunca evlenecek, ne bileyim çoluğa çocuğa karışacak “hayat gâilesi” dedikleri bir girdâbın nihâyetinde rahat bir emeklilik finaliyle torun seve seve geçip gidecektim güya…
Meğer kulağıma adım fısıldandığında limandan ayrılan bu geminin, sâhil-i selâmete varacağı yokmuş, her sağlam geminin delinmesi, güvertedeki yolcuların sırtındaki yüklerini boşaltması kaderiymiş her biricik seferin.
– İşte böyle kayıplarla varılıyor gayba
Değerli bir şeyini kaybetmedikçe irfan sahibi olunmuyor İki hazinesi olan birini yitirmedikçe diğerinin kıymetini bilmiyor
Başka türlü tünediği yuvayı bırakası yok hiçbir kuşun
– Beş duyu beşiğinde, dünya derdi içinde geçici zevklerle avunarak teselli bulduğum, tırnaklarımla kazıyarak kurduğum “benim dünyamda” acı ve korku alarm sesi gibi…
– İyi de bu “kişi” dediğin de kim ola ki? Anılar ve alışkanlıklar kolleksiyonu bir varlık
Belki bir varlık bile değil bir akış, bir sanat eseri gibi; çalınır çalınmaz kaybolan zevkli bir beste…
– Beste ya, bağlanmış işte çözülmüyor…
Ama o kişinin dünyasında hiç bitmeyecek bir zevk verirken beste Birden bire bir tel kopar ve âheng ebediyyen kesilir işte. İllâ kopar a!
Zevkin uyuttuğunu, acıyla uyandırıyor acıyan, esirgeyen ve bağışlayan
Zîra ömrümüzün hâsılı olarak toplanan “Kişi” dağılmadıkça acı dinmeyecek, ayrılık yarası kanamaya devam edecek…
Peki bugünün sonunun, ömrünün sonu olduğunu kesinkes bilsen gene de acı çeker miydin?
Ayrılık yurdunda bütün acıların sebebi ayrılıktır ve kavuşunca bile korku, bu sefer kaybetme korkusu.
Hiçbir kişinin, hiçbir geleceği olmadığını tam anlasan, hiçbir korkun da kalmaz değil mi?
– Evet bütün acılar, bütün korkular ölümle birden bire geçer…
İşte acı sâyesinde, kişinin kabuğu kırılabilir ve ışığın içeri girmesine izin verilebilir; böylece içi-dışı bir olabilir. “Göklerin ve yerin nuru Allah’tır” latîfesi o vakit anlaşılabilir.
Rûhullah olanın, cana can bahşeden sözü bu: Kuş misâli iki kere doğmadıkça göklerin melekûtuna ağamazsınız.
Önce anne karnından bir yumurtaya doğuş Sonra yumurtadan doğuş Hiç ayrılmadığın göklerin krallığına, Anca kucağına, cennete dönüş
Demek ki kuşun uçabilmesi için kabuğunun kırılması gerek… Bunun için de tünediği yuvanın dağılması gerek…
Dalını bırakmayan kuş, uçabileceğinin nasıl farkına vara?
Kuş, yumurtadan çıkmak için savaşıyor. Yumurta, dünyadır. Doğacak olanın, önce bir dünyayı yok etmesi gerek…
Nasıl ki ağaç olarak doğmak, için tohum olarak ölmek gerekiyorsa, işte öyle…
Yuvayı dağıtacak olan acılı bir uyarı, rüyadan uyandıracak olan korkulu bir kâbus
– Yere çakılmak çok acı ama! Amma yaptın ha Bir kuş, yuvası dağıldığında yere düşmez ki! Göğe yükselir…
– Demek bunun için acı vardır ve kaçınılmaz olarak acı gerçektir.
Ama acının asıl varlık nedeni, yayında verdiği rahatsızlıkla gerçekliğin doğasını tanınmasıdır.
– O hâlde acı ve korku, kim olduğumuzu unuttuğumuzda bizi uyaran alarm sesleri gibi Acı, “Beni yanlış yerde arıyorsun, yuvaya dön” diyen bir mutluluk çağrısı gibi
– Meğer bu filmde dert, musibet, hastalık, ölüm nasıl kuvvetli bir uyaranmış.
Oyuncak direksiyonun elinden alınması için sağlam bir kaza şartmış! Elimde sandığım kudretin, iradenin kontrol gücünün tâ en başından beri…
O vakit “Derde binlerce kez âferin” diyen Cenâbı Mevlevî, “Allah derdini artırsın” diyen Mevlevîler hayatın esprisini tam anlayangiller değil mi?
– Öyle efendim öyle… Ölümü öldürecek, korkuyu korkutacak bir çağrı hem de
Çünkü ölüm biriktirdiğimiz şeylerin altında kalmak, bir beden maskesinin altında biriken o kişiliği, o hikâyeyi ben-sanmak ölümcül bir hipnoz, bir varlık koması.
Ne var ki sen, kendin diktiğin için o “ben-benim” denilen puta kıyamazsın
– Bırak yıkmayı (gizli şirk) varlığından bile haberimiz olmaz çoğu zaman
İş, dikileni devirmeye, evirip çeviren kimmiş göstermeye gelince hayat oyununu oynar, sahneyi ona göre ayarlar:
Ufak ufak kayıplarla, belâlarla yoklar; alırsan dersini ne âlâ Yoksa gitgide dozunu artırır derdinin, yaşatarak öğretir dersini Dersini alana dek hep aynı imtihana gireceksin
Evet acı olmazsa olmaz zîrâ dertler bile isteye konuldu bu kurgu filmine…
Râhat ile istedim vaslını kahretti bana Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim [N. Mısrî]
– Ayrılık rüyâsından uyanmak için var göründüğümüz bu âlem sahnesinde, bu hayâl perdesinde yüzümüzü filme değil ışığa çevirecek bir yol yok mudur?
Bu biricik yol, kişinin kendi kendini (kişiliğini, itibârını, hikâyesini) yok etmesinden, mahvolmaktan geçiyor; uzun süren, canına tak eden, tam bir aşağılanma durumunda, derde marûz kalarak…
Ey azîzim, kime azar ona nazar Her taraftan yıkılıp virân olan anlar
Aşk yolundan, ışığın izinden giderek erenlerin hikâyelerine bir bakıver, neler çekmişler neler
Allah derdimizi artırsın da neyin “Ben-im” olmadığı parlasın aynada…
Ne-kim olmadığın apaçık görülünce, yanılsama sona erince, aldatıldığını tastamam fark edince alış-veriş işte o anda biter…
Kurdu bir bazâr-ı kesret, alan-satan kendidir Bilmeyenler gördü mahlûk, bilen settar eyledi [H. Basrî Dedem]
Dünyada, kişi maskesiyle rolünü oynarsın film icâbı ama Perde ardından seyre geçmesini de bilirsin elhamdulillah
Çünkü bir sinemada filmi, kendini kaptırarak, tam karışarak da izleyebilirsin Seyirci koltuğunda olduğunu hatırlayarak zevkle de…
Yine de ne film döndüğünü, kim olduğunu asla bilemezsin
Bir zengin, zengin olduğunu Bir güneş, parlak olduğunu Bir canlı, canlı olduğunu bilemez Öyle ya dışına çıkması, zıddını görmesi mümkün olmayınca Kimseler olduğu şeyi bilemez
Geç kaldım diye acele de etme, uyanıvereyim diye de gam yeme
Sana bana bir şeyler olduğu yok Ayrı duran kimsenin bir şey yaptığı yok Hayat oluyor işte büsbütün
Bu da şunun gibidir: Bir sarayda rüzgâr eser, bir halının köşesini kaldırır, kilimleri oynatıp hareket ettirir. Çör-çöpü havaya kaldırır, havuzun suyunu ufak ufak halkalandırır. Ağaçları, dalları ve yaprakları oynatıp raksettirir. Görünüşte birbirine benzemeyen farklı yüzlerden açığa çıkan bu hâller, maksat, esâs ve hakîkat bakımından her bir şeydir. Zîrâ hepsinin de hareketi bir yeldendir. [Cenâbı Mevlevî]
Evrenin nefesi okyanusu öyle oynatıyor Bir ağacı böyle sallıyor, kuşları şöyle İnsan “canım istedi” diye böyle böyle oynuyor aynı nefesle İstersen nefhâ-i Rahman de ona, demesen daha âlâ
Hâsılı kişisel gayretiyle kişi ne yapsa boş… Çalkalanan dinsin diye susuverse ne hoş… Bunu anlayıncaya dek dertler içinde coştukça coş…
Büsbütün akan hayat, işte bu yüzden hep bilinmez olarak kalacak “Bildim artık” dendiğinde yine seni şaşırtacak, hep bir sürpriz-bozan olacak
Sebepsiz bir neş’e Bozulmayan bir huzur Ve mutluluğun kaynağı olarak Bir sonraki nefes gibi Bilinmeyene tam bir teslimiyetle Kaynağına tam bir güvenle Akıp gideceksin biteviye … Bilsen de böyle bilmesen de Zâten öyle olup durur
Be hey gâfil kendine gel kendine, ebkem ol ebkem. Dilini tut; hakikatı yut; O’ndan başka kim var apaçık meydanda, kime ne dersin yana yana… Bu şiir kendinden utanıyor. [Cenâbı Mevlevî]