KULLUK VE ŞİRK – Cihan Okuyucu

A+
A-

KULLUK VE ŞİRK

Cihan Okuyucu

Mâ çü nâyim ü nevâ der-mâ zi-tüst

Mâ çü kuhim ü sadâ der-mâ zi-tüst

Biz ney gibiyiz, sesimiz soluğumuz senden gelmede. Biz dağ gibiyiz, bir sedamız varsa sendendir.

 

Hakk’a Kul Olamayan Kula Kul Olur:

Mevlânâ’nın üzerinde ısrar ettiği noktalardan biri hiçbir konuda Hakk’a ortak koşmama lüzumudur. Sebepler zincirine bağlanıp kalan kişiler rızka vesile olanları hakiki sebep zanneder ve neticede kula kul olurlar. Her dönemde makam ve mevki düşkünlerinin amaçlarına ulaşmak için devlet büyüklerine yaltaklanmalarını ve insanlık onurunu ayaklar altına almalarını o aşağıdaki gibi tenkit ediyor:

“Cenab-ı Hak padişahları küçük bir kapı gibi yarattı. Dünyaya bağlananlar Cenab-ı Hakk’a secde edemez de onlara secde eder. Köpeklere ancak aşağılık kimseler eğilir. Nasıl ki farelere hükmeden kedidir, fare kim ki aslandan korkmaya layık olsun. Müminler ‘Hak en yücedir’ diye zikreder; bu ahmakların Rabbıysa başka kullardır. Ey çanak yalayıcı! Madem ki senin velinimetin o hasistir, sen de yürü kase yalayıcıya git…” (3/114)

Demek ki Allah’a kul olamayanlar kulluktan kurtulamıyor, kendi benzerlerine tapınma derekesine düşüyorlar. Oysa…

 

Hak Kıskançtır

Oysa Hak gayurdur; hiçbir konuda ortak kabul etmez. Bu babda Resul-i Ekrem: “Sa’d kıskançtır. Ben Sa’d’den kıskancım. Allah benden de kıskançtır.” buyurmuştur. Dolayısıyla “Tanrı”nın hakkı tanrıya Sezar’ın hakkı Sezar’a!” mantığının İslam dininde yeri yoktur. Bütün haklar Cenab-ı Hakk’ındır, onun otoritesi mutlaktır ve paylaşma kabul etmez. Onu paylaşmaya kalkanlara ne olur? Ne olacağını aşağıdaki sevimli hikâye bize söylesin:

 

Kurt, Tilki ve Aslan

Kurt, tilki ve aslan arkadaş olup ava çıktılar. Aslında aslanın avlanmada berikilere hiç ihtiyacı yoktu ama onların kendisinden istifadesi için bu arkadaşlığa tenezzül etmişti. Kâmil insanların avama arkadaş olmaları da bu kabildendir…. Aslan sırayla bir yaban öküzü, bir yaban keçisi ve bir tavşan avladı ve imtihan kasdiyle kurda;

– Hey kurt, karnımız acıktı gel de şu avladıklarımızı benim yerime pay ediver, dedi. Kurt kendince paylaşmaya başladı:

– Bu yaban öküzü size yakışır, zira o da iri siz de irisiniz. Büyüklük bakımından yaban keçisi bana münasiptir. Eh, şu tavşan da tilkiye yeter de artar bile, dedi. Aslan bu taksimden gazaba geldi ve bir pençeyle kurdu öldürüp yere serdi. Daha sonra tilkiye döndü ve:

– Bir de senin paylaştırmanı görelim, dedi. Tilki hemen secdeye vardı ve:

– Ey padişah, öküz sizin sabah kahvaltınız olmaya layıktır, yaban keçisi öğle yemeğiniz, tavşan ise akşam şekerlemenizdir. Sizin artıklarınız da benim canıma minnettir, dedi. Aslan bu taksimi beğendi ve:

– Aferin sana tilki! Bu güzel paylaştırmayı kimden öğrendin, diye sordu. Tilki yerde yatan kurdu gösterdi:

– Şu yerde yatan akılsızdan.

Aslan dedi ki:

– Madem ki edebini bildin ve bir yerde iki padişah olamayacağını anladın, buyur üç avın üçü de senin olsun. Tilki yine secdeye kapandı ve:

– Ya Rabbi iyi ki benim imtihanım kurttan sonra oldu; eğer önce olsaydı halim nice olurdu, diye şükretti. (1/119)

Hz. Mevlânâ’ya göre geçmiş ümmetlerin Allah yanındaki durumu temsili olarak kurdun durumu gibidir. Müslümanlar Hakk’ın azabına müstahak olan geçmiş ümmetlerden sonra geldikleri için şanslıdırlar. Bu yüzden Hz. Peygamber kendi ümmetine “rahmet edilmiş ümmet” demiştir. Hasılı hikâyenin verdiği ders şu: İnsan Cenab-ı Hakk’a karşı; şu senin, bu benim gibi bir edepsizliğe kalkışmamalı, hatta ben bile dememeli, kendisi de dahil her şeyin sahibinin o olduğunu asla unutmamalıdır. Hakk’a karşı hak iddia etmek rüzgardan davacı sineğin haline düşmektir. Şimdi bu davaya bir göz atalım:

 

Sinek ve Rüzgârın Hali:

Bir sivrisinek Hz. Süleyman’a geldi ve:

– Ey adalet ülkesinin sahibi! Ey kuşlardan balıklara kadar herkese sözü geçen! Sen bize de medet kıl. Zira öyle bir zulme uğradık ki ne çölden ne gül bahçesinden nasibimiz var. Adaletinle bizi bu dertten kurtar, diye yalvardı. Hz. Süleyman şaşırdı:

– Allah Allah! Bizim zamanımızda böyle bir zalim bulunsun hayret. Zira nur gelince karanlık kaybolur, adalet gelince de zulüm. Söyle bakalım kimin zulmünden şikâyet ediyorsun.

– Şikâyetim rüzgârdandır. Zira ondan bize bir an bile rahat yok!

– Peki ama adaletin gereği iki davalıyı birlikte dinlemektir. Çünkü hasımlardan ikisi de olmadıkça gerçek tecelli etmez. Hadi şimdi git ve hasmını buraya çağır!

– A sultanım! Hiç rüzgâr gibi güçlü bir hasım sineğin davetine uyar mı! O ancak senin emrine boyun eğer ve sen emredersen gelir… Bunun üzerine Hz. Süleyman rüzgâra seslendi ve:

– Ey saba! Sivrisinek senden davacı oldu, haydi gel de hesabını ver, dedi.

Rüzgar bir solukta koşup gelince zavallı sinek uzaklara doğru savrulup gitti…. Hz. Süleyman ardından seslendi:

– Hey! Daha davanı halletmeden nereye gidiyorsun.!

– A şahım, zaten şikâyet ettiğim husus da bu ya! O nereye gelse bana orada durma ihtimali yok. Nerede o varsa ben orada yokum… (3/177)

Mevlânâ Hakk’ın tecellisi karşısında kulun durumunu buna benzetiyor. O nurun tecellisi her şeyi yutar. Bu şirk bahsinde böyle olduğu gibi aşk bahsinde dahi böyledir. Mevlânâ ilahi aşka talip olanların durumu için şöyle diyor: “Hak aşkını dileyen iyi bir av yakalamak için aslanın peşine düşen bilgisize benzer. Av iyi ama hiç tavşan aslanı kucaklayabilir mi? Tavşan peşinde olduğu şeyin aslan olduğunu bilseydi böyle bir işe kalkışabilir miydi hiç!”

Demek ki Hakk’ın önünde tam bir yokluk ve mahviyet gerek. Orada ben demeye cevaz yok! Aşağıda Hz. Mevlânâ aynı mantığı şöyle bir nükteyle açıklıyor:

 

Ben Olmadan Gelme

Âşığın biri dostunun kapısını çalınca beriki içeriden:

– Kapımdaki kimdir, diye seslendi. Kapıdaki:

– Beni tanımadın mı? Ben senin gözü yaşlı âşığınım, haydi kapıyı aç, dedi.

Ancak ev sahibi bu cevaptan hoşlanmadı ve:

– Yürü git. Şimdi zamanı değil, diye onu savdı. Kapıdan döndürülen âşık ayrılık ateşiyle günlerce yanıp yakıldı ve mum gibi eridi. Ne zaman sonra tekrar gelip edeple kapıyı çaldı. İçeriden:

– Kapıdaki kimdir, diye seslenilince dedi ki:

– Kapıdaki yine sensin ey sevgili. Buradaki, senden başkası değil! Bunun üzerine sevgili kapıyı açtı ve:

– Bir iğne deliğinden iki iplik geçmez, zira iğnenin deliği tektir. Onun gibi bu kapıya da ikilik sığmaz. Madem ki sen senlikten geçip ben oldun o halde hoş geldin, buyur, dedi. (1/120) Bu anlayışı aksettiren diğer bir nükte de şöyle:

 

Dört Kapı

Bir mürit şeyhinden tasavvuftaki dört makamın; yani şeriat, tarikat, hakikat ve marifetin manasını bilmek isteyince Şeyh dedi ki:

– Filanca mescide git! Orada vaizin sağında solunda oturan 4 kişi göreceksin. Onların her birine birer tokat at, sonra gördüklerini gel, bana anlat, dedi. Mürit şeyhin talimatı üzere söylenen yere gitti ve 4 adamın dördüne de birer tokat aşketti. Adamların ilki tokada aynı şiddette bir tokatla karşılık verdi. İkincisi kendisine vuran müride başını çevirip sert sert baktı. Üçüncüden hiç ses seda gelmedi… Dördüncü ise müridin eline sarılıp ondan özür diledi…Şeyh bu dört davranışı şöyle açıkladı:

– Tokadına karşılık veren birinci adam şeriatı temsil eder. Şeriatın prensibi göze göz dişe diştir. Tarikatı temsil eden ikinci adam tokadın kaynağı olarak seni gördü ve incinerek baktı.. Zira tarikat henüz yolun başıdır, sonu değil. Hakikat ise her şeyin aynı kaynaktan geldiğini bilmektir. Bu makamın ehli ehli olan üçüncüsü tokatla senin aranda bir ilgi kurmadı ve onun Hak’tan geldiğini bildi. Marifet ehli olan sonuncusu ise Hakk’ın seni o tokata vasıta kıldığını bilmiş ve seni yorduğundan dolayı özür dilemiştir…. Mevlânâ’ya göre hakiki maksat işte bu bilgiye ulaşmaktır. Bu bilgiye ulaşan daimi şükür ve rıza makamındadır. Kuldan beklenen nihai makam da budur. Nitekim:

 

Rıza Şükürdür

Cenab-ı Hak bir gün Hz. Musa’ya:

– Bana hakkıyla şükret, buyurdu. Hz. Musa şöyle niyaz etti:

– Ya Rabbi, sana hangi kul hakkıyla şükredebilir ki? Cenab-ı Hak:

– Gerek rahmet, gerek zahmet, gerek lütuf, gerek kahır sana her ne gelirse hepsini bir bilirsen bana hakkıyla şükretmiş olursun, buyurdu.

Yine bir gün Cenab-ı Hak Hz. Musa’ya:

– Ya Musa ben seni seviyorum, buyurdu. Musa bu iltifatla mest sordu:

– Ya Rabbi! Sevdiğin şey hangi özelliğimse onu bileyim de onu daha da arttırayım. Hak Teala şöyle buyurdu:

– Çocuk dayak yediğinde yine kendisini döven anasına sığınır. Başkasından şefkat istemez. Senin de hayırda ve şerde sığınağın biziz. Rızamızı celbeden işte bu halindir.

Aşağıdaki nüktede yine bu idrake ulaşmış bir aşığın aracı kabul etmeyen ruh hali anlatılıyor:

 

Araya Girme

Sultan yakın nedimlerinden birine bir sebeple öfkelendi ve onun boynunu vurdurmak istedi. Ancak sultanın sevgili veziri İmadülmülk araya girip şefaatçi oldu ve idamı önledi. Nedim durumu öğrenince vezire fena halde küstü ve selamı sabahı kesti. Başkaları bu nankörlüğe şaştılar ve onu kınadılar. O ise dedi ki:

– Ben sultanım dururken başkasına sığınmam. Vezir ise aramıza girdi ve sultanla aramıza perde oldu… Onun tarafından kurtarılmaktansa başımın padişah eliyle kesilmesini tercih ederdim.

Dini literatür bu nüktenin benzerleriyle doludur. Nitekim tam ateşe atılırken Cibril gelip Hz. İbrahim’e gelip yardım teklif edince o bunu reddetmiş ve:

– Araya girme, demişti. Rabbim benim halimi görüyor. Ondan başkasının uzattığı ele tutunmam ben. (4/112)

Bütün bunlardan demek oluyor ki: Halka lütuf olan şey âşıklara kahırdır.

Niyazi Mısri’nin mısraları bu idraki ne güzel anlatıyor?

 

Hoştur bana senden gelen

Ya taze gül yahut diken

Ya hilat ü yahut kefen

Lutfun da hoş, kahrın da hoş

Gelse cemalinden vefa

Yahut celalinden cefa

İkisi de cana safa

Lutfun da hoş, kahrın da hoş

 

Bu hale eren ve Hakk’ın her tecellisinde güzellikten başka bir şey görmeyen aşık daha dünyada iken cenneti yaşar. O daha cennete gitmeden cennet onun ayağına gelmiştir. Aşağıdaki nükte böyle birinin halini anlatıyor:

 

Nasılsın?

Behlül bir dervişe;

– Nasılsın, ne haldesin? diye sordu. O da:

– Bu dünyadaki bütün işler kendi istediği gibi olan biri nasıl olursa öyleyim. Her sabah güneş benim istediğim gibi doğup batmada. Gece yıldızlar benim isteğime göre parlamada, nehirler benim istediğim yere akmada. Hayat, ölüm, hastalık, sağlık, bunların hepsi tam benim gönlümün muradı üzre…. Daha nasıl olayım!

Bu derviş ne demek istiyor? Mealen şunu: “Değil mi ki bütün bunlar Hakk’ın irade ve isteğiyle olup bitmekte. Ve madem ki ben de Hakk’ın takdirine razı olmuş, O”nun isteğini istek edinmişim. O halde her şey tam olması gerektiği gibi.”

 

Bütün Övgüler O’na Gider

Madem her şey ona aittir. Her şeye ait övgüler de ona racidir. Fatiha suresinde beyan edildiği üzere övme hakkı da onundur, övülme hakkı da.

Nitekim Mevlânâ’nın babası Baha Veled’e;

-Biri sizi pek övdü ve; onun dünyada emsali yok, dedi, demişler. O da şöyle demiş:

-O bizim neyimizi beğenmiş, acaba! Eğer beğendiği ten güzelliğimiz ve ibadetimiz ise bunlar fani olacak. Ama şayet o bizde yansıyan Hak nurunu övüyorsa o güzellik de o övgü de zaten Hakk’a aittir, bize değil!

 

CEVHER BEYİTLER

79

Gül mü gül yağı mı:

Gülde rugan olsa mahv-ı cüz ü kül

Şemm-i bûy-ı rugan it isterse gül 5/3139

Gül yağı gülde gizlenmiş, varlığı onun varlığına karılmışdır.

O halde o koku nereden geliyor: Gülden mi, gül yağından mı? Sen ister gül diye kokla, ister gül yağı diye, fark etmez. Gül nerede biter gül ağı nerde başlar bilinmez. Kimilerinin varlığı gülle gül yağı gibidir. Kendi varlığını Güller Sultan”ının varlığında erittiği içindir ki nice ariflerin nefesinde o Gülün rayihası tüllenir. Kimileri de “onun adına tutan benim, yürüyen benim, gören ve konuşan benim” ilâhî hitabına mazhar olurlar.

 

80

Çok aracıdan kaçın:

Vâsıta olsa füzûn vasl oldu dûn

Oldu naks-ı vâsıta vuslat-nümûn 5/799

Lamba ışığı artırır ama lamba lamba üstüne geçirirsen o ışığı boğmuş olursun. Su kaynaktan çıkıp seni eline ulaşıncaya kadar kaptan kapa dökülür ve asli rengini tadını kaybeder. O halde ışığı ateşten, suyu da kaynağından almaya çalış. Kur”an ve Peygamberle arana giren aracılar arttıkça hakikatin rengi bulanır. Hakikat güneş gibi karşında, sense herkese adres sora sora yolunu uzatmadasın. Akılla sevgili arasında binbir kapı vardır, gönül kapısı ise doğrudan sevgiliye açılır.

 

81-82

Lutfun da hoş kahrın da:

Ey cefâ-yı tu zi-devlet hûbter

Ve’ntikâm-ı tu zi-cân mahbûbter 1/1631

Aşıkem ber-kahr u ber-lutfeş be-cidd

Bu’l-aceb men âşık-ı in her dü zıd 1/1635

Ey cefası mutluluktan güzel, intikamı candan daha sevimli olan! Ben senin lütfuna da aşığım kahrına da. Aynı anda böyle iki zıd şeye âşık olmak ne garip şey! Lakin bu gariplik görünüştedir. Zira sen güzelsin ve güzelden sadece güzellik sadır olur. Senden gelen şeyleri bu iyi bu kötü diye ayırmak ise şaşılığın ta kendisi.

 

83

Seni koruyan kimdir:

Adl-i şâhîdir hakikat pâsbân

Sanma çavuş u asesdendir eman 4/743

Sanır mısın ki haydutun şerrine karşı malını ve canını koruyan şey sokaktaki bekçi ya da çavuştur. Hayır, gerçekte sen bu güvenliği padişahın adaletine borçlusun. Çünkü o baştır, bunlarsa el ayak. Adalet baştan başlar, elden ayaktan değil. O havuzdur bunlar çeşme, havuzda ne varsa kurnalardan o akar. Korkmaya da sevmeye de layık olan çavuş değil padişahtır. Sen iyiliği de kötülüğü de Şahların Şahından bil, ona istinad eyle.

 

84

İnkârın isbatındır:

Pes misâlindir senin ol halka-zen

Hâce yok der ana hâce hâneden 4/916

Ey inkârcı! Sen kapı çalan kişiye içerden “evde kimse yok” diyen ev sahibi gibisin. Sesini duyan senin içerde olduğunu anlar da çalma konusunda ısrarını sürdürür. Sen sözünle inkâr etmede sesinle içerde birinin var olduğunu ispatlamadasın. Varlığın ortada dururken bir yaratıcı yok demen ne kadar abes. Eğer sen o yaratıcının sesi ve eserisin. Kendini inkâr etmedikçe yaratıcını inkârın mümkün değil.

 

85

Yarın deme:

Hîn megû ferdâ ki ferdâhâ güzeşt

Ta bi-külli big(ü)zered eyyam güzeşt 2/1282

Ahmak dün der yarın der. Her işi tehir ede ede sonunda elinde ne dün kalır ne yarın. Dün hayâldir yarın bir vehim, bugünse elinin avucunun altında. O halde ne yapacaksan şimdi yap. Bilmiyor musun ki bu dünya da geçici, sen de geçicisin Yarına kalacağını kim garanti etmiş ki yarınla ilgili böyle planlar yapıyorsun.. O halde ekinini şimdi ek, söküğünü şimdi dik.

 

86

İster aydan al ister güneşten:

Eyle mehden ya güneşten iktisâb

Oldu mâhın nûru nûr-ı âfitâb 1/2020

Sen ister aydan ister güneşten al, o nur sonuçta güneşin nurudur. Bütün ayna kırıklarında parıldayıp duran ışıkların hepsi o kaynakta birleşir. O halde asıl kaynağı unutup vasıtalara takılma. Sana gelen maddi manevi her iyilik ve feyiz de öylece bir kaynağa çıkar. Sen onu şuna buna ait zannetme. Ne aracısız kal ne de aracıya takıl.

 

87

Resim ressama kafa tutar mı:

Nakş nakkâşa nice nahvet eder

Çün anı ol sâhib-i sûret eder 1/3139

Eserin kendisini var edene baş kaldırması, onun takdirini değiştirmeye kalkması ne beyhude ve abes bir çaba. Resim kendi ressamına karşı böbürlenebilir mi hiç? Ey insan, sen de ressam elindeki resim gibisin. O halde haddini hududunu bil, yaratılmış olduğunu asla hatırdan çıkarma. Aczine kibir kiri bulaştırma.

 

88-89

Gül gibi gül:

Kim gülün her bergin etsen çâk çâk

Handeyi terk eylemez bî-vehm ü bâk 3/3280

Her ne kim senden olur dest-i kazâ

Bil yakin senden olur def’-i belâ 3/3281

Ey burnu kanasa hemen kadere küsüp yüzünü ekşiten. Gülden hiç ders almıyor musun? Bütün yaprakları tek tek yolsan gül yine de gülmekten vazgeçmez. Hale razı oluş şükürdür. Gül de daimi bir şükür makamındadır. Hem bilmez misin ki başına gelen sıkıntılar aslında daha büyük bir sıkıntıya set olur da başındaki belayı def ederler. O halde yüzün gülsün yahu!