Konuşma melekesi insana sunulan bir nimettir. Evvela kelâm nimetini var edene şükretmeli… Çoğu kez bize sunulan nimetlerin farkına varamıyoruz. Onu nimet olarak görüp şükrünü eda etmek yerine, kibre kapılıyor, kerameti kendimizde arıyoruz.
Evet, insana sunulan en mühim nimet, derdini, duygu ve düşüncesini aktarmasına vesile olan konuşma melekesidir. Bütün diğer nimetler gibi, bunu da yerli yerince kullanmak gerekir. Oysa insanlardan bir kısmı bunun gereğini yerine getirir; ülfet ve muhabbet için kelamı kullanır, konuşarak iyilik ve güzellik tohumları atar. Bazıları ise, nimeti unutur; küfrân-ı nimet içinde kibre kapılır, dedikodu, gıybet, yalan ve yanlış gibi zehirlerle fitne virüsünü yaymak için konuşur. O konuştukça, akıl ve gönül tarumâr olur, dinleyicinin iç âleminde zelzele meydana gelir, şirazesi dağılır. Yunus’un “Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı” dediği mana bu iki konuşma biçimine işarettir.
Sen, genç adam, yarına köprü olacaksın… Yarını sözle inşa edeceksin. Madem böyle bir görevin var; konuşma melekesinin, konuştuğun dillerin, lisanın birer nimet olduğunun ayrımına var… İyilik ve güzellik tohumları atmak için kullan bu nimeti. Konuşurken, sevgiyi, saygıyı ve güveni ikame etmeye gayret et. Dilin yaralı gönülleri sağaltan bir merhem olsun.
İki
İyi konuşmak, elbette kelimeleri yerli yerince kullanmak, sese ve âhenge dikkat etmektir. Buna diksiyon diyoruz. Harfi, kelimeyi telaffuz etmek, nefesi kullanmak, sese hükmetmek… Bunun için ciddi eğitimler veriliyor. Bu bakımdan konuşmak bir sanattır.
Evet, hitabet kadîm bir sanattır. Retorik, fesâhat ve belâgât gibi konular bu sanat içinde oluşmuş, zamanla alanın teorileri ve terimleri vücut bulmuştur. Böylece eğitim öğretimde müfredata girmiş, sanatın öğretimi bir ilim dalı olmuştur. Bütün bunlar konuşma tarihi açısından önemlidir; lakin şunun bilinmesi lazım: Bazen hitabet dersi almamış, bir ustadan eğitim ve okulda öğretim görmemiş kimi kişileri görürsünüz, öylesine hoş konuşurlar ki, dinleyenleri kalbinden yakalar konuşulan konunun içine dâhil ederler. Bakınız, alaylı ve mektepli ayrımıyla söylemiyorum bunu… Sıradan insanların konuşmalarına dikkat çekiyorum. O kasketli, ayağı çarıklı, eli değnekli amcanın, kolunda helkesi süte giden teyzenin, evin bir köşesinde elinde tespihi ile salavat getiren nenenin konuşmasına…
Bu nasıl oluyor? Elbette hayat tecrübesi var, deneyerek elde ettiği bilgisi; ama asıl iksir kanaatime göre, samimiyettir. Şunu demek istiyorum: Hitabet sanatı iyi ve tesirli konuşmak için elzemdir. Ama konuşmayı asıl anlamlı kılan, samimiyet, tecrübe ve bilgidir. Samimi, yaşadıklarını söyleyen, araştırarak, öğrenerek konuşan kişiler iyilik tohumlarını atacaklardır.
Demem o ki, genç arkadaşım, sözün içini maddi ve manevî olarak doldurmak gerek… Boş söz, bilgi taşımayan sözdür. Bu bakımdan sen, arı gibi çalış, sözün içini dolduracak bilgi özleriyle dimağını besle!
Üç
Modern çağ, hız çağı… Hız, ulaşım ve bilgiye erişimde kendini gösterdiği gibi, tüketimde de etkin. Kolay elde edilen, kolay tüketiliyor. Hızla elde edilen bilgi, insanın belleğinde malumat olarak kalıyor; ilme, hakiki bilgiye evirilemiyor.
Gençler de bu hız çağına uygun bir donanıma sahip; hızlı düşünüyor, kolay intibak ediyor, neticeye kolay varıyor ve hemen oracıkta hızlı hızlı konuşuyor. Sözü tesirli olamıyor, dahası anlaşılmıyor. Açıkça itiraf edeyim, hızlı konuşan talebelerimi, gençleri dinlerken yoruluyorum.
Belki, seri düşünmek, kolayca intibak etmek ve bir fikre ulaşmak makul, hatta kimi zaman istenen bir durum. Lakin hızlı hızlı, nefes almadan konuşmak… İşte bu doğru bir tutum değil. Demem o ki, hız çağının cazibesine kapılmadan nefes ala ala, dura dura, muhatabı yormadan, anlaşılır bir üslupla konuşmalı.