KİBİR
KİBİR NEDİR?
(EY DEVAYI NAHVET VE NAMUS-U MA)
Ey aşk ! Sen kibir ve şöhretimizin ilâcı ve çâresisin.
Kibir ve şöhret tutkusu insanın içinde iki belâ, iki ruh hastalığıdır. Bu hastalığa düşenler her şeyden önce düşmanlarını çoğaltırlar. Kibirli ve şöhret düşkünü olanların sayıca çok şiddetçe fazla düşmanı olur. Bu tür hastalığa yakalananlar bu hastalıkların uzantısı olan dört kötülüğün de içine düşmüş olurlar.
Birincisi; bunlar Allah düşmanıdır. Allah düşmanı oluşları bir çok ayeti kerime ile sabittir.
İkincisi; bunların hastalıklarının uzantısı olarak oluşan düşmanlarıyla baş etmek, kendilerine düşman olanları ezebilmek, onlarla başa çıkabilmek adına yaptığı ettiği şeyler bir çok insana zarar verir, huzursuzluk ve rahatsızlık kaynağıdırlar. Böylece bizzat işledikleri günahları onlara dolaylı yoldan başka günahlara batmalarına sebep olmuştur.
Üçüncüsü; O kadar çok düşman üretirler ki her an tetikte yaşamak zorunda kalırlar. Her an huzursuz, her an acı içinde, her an sahip olduklarını kaybetme endişesine düşmüş olarak yaşarlar. Bu da sahip oldukları hiçbir şeyin tadını ve lezzetini alamamak gibi bir sonuç doğurur. Mahrum olanlardan daha kötü bir duruma düşerler.
Dördüncüsü; kibirli bir insan ne kadar zeki ve güçlü olursa olsun, zekâsı ve gücü oranında düşmanı artacağından bunlarla başa çıkması imkânsız hâle gelecektir. Çünkü sonuçta insandır. İnsan olmasından dolayı zayıf ve çaresizdir.
Tarihin çöp sepeti bunun örnekleriyle doludur. Napolyon, Roma imparatoru, Büyük İskender gibi çok zeki ve çok güçlü insanların kibirleri nedeniyle nasıl bir son yaşadıkları herkes için ibrettir.
Şöhretin bir istisnası vardır. Şöhret aramaksızın insanlığa hizmet edenlerin şöhreti bütün bunların dışındadır. Çünkü akıllı insan, yaratılışında kendisine bir güç olarak verilen yeteneklerini kibre düşmeksizin, şöhret peşinde koşmaksızın insanlığın hizmetine sunarsa, onun meşru çizgisinde kalan gayreti kendisinin isteği olmaksızın bir şöhret getirebilir. Böyle oluşmuş bir şöhret belâ değil saadettir.
“İNŞALLAH: ALLAH DİLERSE” DEMEMEK KİBİRDİR
(GER HUDA HEVAHED NEGÜFTENED EZ BATAR)
Doktorlar kibirlerinden “Allah dilerse” hastayı iyileştiririz demediler.
Bir grup doktor hastanın başına toplandılar. Araştırdılar. Hastalığı kendilerince teşhis ettiler. Öyle kendilerinden emin idiler ki, öyle kibre kapılmışlardı ki, niyet olarak değilse bile sadece söz olarak “inşallah; Allah dilerse” demediler. “Biz bu hastaya şifa veririz, iyileştiririz” dediler. Oysa şifayı verenin Allah olduğunu, kendilerinin kibre düşecekleri derecede bir özelliklerinin olmadığını bilmeleri gerekiyor idi.
(PES HUDA BENEMUD ŞAN-I ACZ-İ BEŞER)
Allah da onlara insanın ne kadar aciz olduğunu gösterdi.
Böylece günler geçti. Hastanın durumunda hiçbir değişme olmadı. İyileşmedi. Bir müddet önce kendilerinden emin, kibir içinde “biz bu hastayı iyileştiririz” diyen doktorlar öylece kalakaldılar. Utanç ve horluk içinde susmak zorunda idiler. Çünkü söyleyecek söz bitmişti. Allah onlara ne kadar aciz olduklarını göstermişti.
KENDİNİ KAPTAN GÖREN SİNEĞİN HİKAYESİ
(AN MEGES BİR BERK-İ GAH Ü BEVL-İ HAR)
Bir sinek, eşek sidiğinin üzerinde gezinen saman çöpünün üstüne kondu.
(HEMÇU KEŞTİBAN HEMİ EFRAŞT SER)
Sonra bir gemi kaptanı gibi başını yukarı doğru kaldırdı.
Ahmak, adi, süfli ve mütekebbir olanların hâli ve tavrı bu sineğe benzer. Sinek bir saman çöpünün üzerindedir, saman çöpü bir eşek sidiğinin üzerinde yüzmektedir. Sidik birikintisini okyanus, saman çöpünü gemi zanneden ahmak kendini kaptan gibi görmeye başlar. Bu da yetmez, bir de kafasını gururla yukarı doğru dikip pis hâlini âleme ifşa ve ilân eder. Bu başkaldırışta aslında ne kadar ahmak olduğunun ne kadar rezil bir durumda bulunduğunun ilanı vardır. “Şu benim azametime bakın” diyişinde eblehliği ve ahmaklığı dökülür ortaya.
(GÜFT MEN DERYA VÜ GEŞTİ HANDEEM)
(MÜDDETİ DER FİKR-İ AN Mİ MANDEEM)
Sinek :“ben bu denizin ve gemiciliğin mektebinde okumuş;
Epey müddet zaman ve emek harcamış adamım” diyordu.
Ahmak sinek aptalca gurur ve böbürlenmesi yetmezmiş gibi işi bir de yalancılığa dökmüştü. Bu yerlere kolay gelmedik, bir sürü emek ve zaman harcadık, ortaya aklımızı ve yüreğimizi koyduk, çalıştık, ilim tahsil ettik de öyle geldik bu mevkilere diyordu.
İşte, dini ve ilmi kendi nefsine uyarak yorumlayan ondan istediği hükümleri çıkarabileceğini düşünen şarlatanlar da böyledir. Kendi cüce aklını, hakikatin kaynağı görür etraflarını aldatmaya cesaret eder sonra düştükleri zelil ve rezil durum umurlarına gelmeksizin palavraya devam ederler. Bunun daha ileri derecesi gülünç duruma düşmüş olmalarına bile aldırmaksızın kibre ve böbürlenmeye devam etmeleridir.
(İNEK İN DERYA Ü İN KEŞTİ Ü MEN)
(MERD-İ KEŞTİBAN U EHL-İ RAY ZEN)
İşte deniz işte gemi işte adam
İşte kaptan, işte görüşü keskin bir kahraman. Karşınızda.
ALAY EDİLMEK ÖVÜLMEKTEN İYİDİR
(AN ESER HEM RUZHA BAKİ BÜVED)
(MAYE-İ KİBR Ü HÜDA’-İ CAN ŞEVED)
Övgünün tortusu uzun zaman, günler boyu içinde kalır,
Ruhunda kibrinin ve gafletinin mayası olur.
Kibrin nedenlerinden bir tanesi de başkaları tarafından övülmendir. Dikkat et, övülmek ilk anda etkisini göstermese bile uzun zaman içinde kalacaktır. Etkisini sonradan gösteren bir zehir gibi ruhunu zehirleyecek, orada kibir hastalığının mayası olacaktır. O yüzden alay edilmek, övülmekten evlâdır. Hicvedildiğin zaman gurur gibi bir hastalığa yakalanma ihtimalin olmaz. Sonuçları bakımından düşünecek olursan, karşılaşacağın zararı hesaplayacak olursan alay edilmeyi tercih edersin. Çünkü kibir hastalığının getireceği tehlikeler tahmin edilenden çok fazla olacaktır.
KİBRİN KAYNAĞI
(ZEYREK Ü DANAST AMMA NİST NİST )
(TA FERİŞTE LA NEŞÜD EHRİMENİST)
Herkes akıllı, bilgili, zeki olabilir, ama aslında “yok” olmalıdır
Çünkü melek bile olsa “lâ : yok” değilse şeytandır.
Gerçekten insan olabilmek, kendini meydana getiren “ben” katmanlarının en içinde kalanını, yok edebilmesine, eritebilmesine bağlıdır. “Ben” eridikçe insan yücelir. “Ben” katılaştıkça, arttıkça, insan alçalır. Bu denklem ters orantılı olduğu için genellikle gözden kaçar. Arzular, istekler, maddî beklentiler, hedefler, kâlp hastalıklarının başıboş bırakılması “ben”i besleyen, semirten, erimez hâle getiren, kalıplara döküp katılaştıran etkenlerdir. Bütün bunların başıboş bırakılması, dizginlerinin salıverilmesi, insanı hayvanlaştırır ve şeytanlaştırır. Onun için yaratan sınırlar koymuş, olması gerekir, olabilir, olmamalı, kesinlikle olmaz gibi farklı kategorideki bu sınırların temel görevi eritilmesi gereken “ben”in erimeyecek hâle dönüşmesini engellemektir.
İşte bütün bunların şifresi, akıl, zekâ, bilgi gibi tek başına çok da bir anlam ifade etmeyen etkenler değildir. Şifre “lâ : yok” noktasında bulunmaktır. “Lâ : yok” demeden diğerleri hiçbir işe yaramaz. “Lâ : yok” ile söze başlamak dışarıda kalan her şeyi ret makamıdır. Bütün gerçek gibi görünenleri silmek, sonra tek gerçeği her şeyi kapsayacak şekilde ortaya yerleştirmek için söze “lâ : yok” ile başlamak gerekir.
Arzu ve heveslerim yok, emel ve arzularım yok, çerden çöpten ayağıma dolanan ne varsa yok, ben de yokum, ben asıl gerçek olmasa idi zaten olmayacaktım diyerek söze başlamak gerçekten varolmanın ilk adımıdır.
Bütün bunların aksine söze “ben” diye başlamak kibirdir. Boş ve anlamsız bir büyüklenme. Böbürlenme. Asıl sahibi inkâr, hakkın olmayanı gasptır. Bütün bunlar varsa, ilim de zekâ da akıl da hiçbir işe yaramayacaktır. Ne olursan ol insan değil melek bile olsan sonuç boştur, hiçtir.
Çünkü şeytan işte tam da böyle yapmıştı. Melekti, akıl, zekâ ve ilim de çok yüksek bir mertebede bulunmaktaydı. Kendisinden istenen “lâ : yok” sözünü söyleyemedi. “Ben” dedi, “benim aslım ateş” dedi, “ateş topraktan üstündür” dedi, kibrini haklı çıkaracak akıl yürütmelere cesaret etti. Şeytan oldu. Ebediyen lanetli, huzurdan kovulmuş, hor, hakir ve zelil oldu.
KİBRİN DE DERECESİ VARDIR
(KİBR ZİŞT Ü EZ GEDEYAN ZİŞT-TER)
(RUZ SERD U BERF U AN Kİ CAMETER)
Kibir zaten çirkinsin. Bir de dilenciden isen çok daha çirkin
Soğuk, yağmurlu bir kış gününde ıslak elbise gibisin
Güçlü tiranlar, egemenler, sultanlar, şahlar bile kibre kapıldıkları an, çok küçük şeylerle, mesela bir sivrisinekle cezalandırılırken hiçbir haysiyeti ve önemi olmayan insanların kibre düşmeleri ne kadar gülünçtür. Ne kadar çirkin ve iğrenç. Manevî aleme geçmeden şu basit maddî alemde bile hiçbir şey değilken neyine bakar da bu hastalığa yakalanırsın. Soğuk ve yağmurlu bir kış gününde ıslak elbise ne kadar rahatsızlık verici ise sen o kadar nefreti celbetmektesin.