Kendi Güzelliğimiz Bize Yeter…

A+
A-

Kendi Güzelliğimiz Bize Yeter…

Derler ki zamanın büyük bir velisini, yüce bir kral ziyarete gelir; armağan olarak da üstü pırlanta ve yakutlarla süslü çok kıymetli paha biçilmez altın bir makas getirir. Engin bir tevazu ile bu ulu velinin ayaklarına kapanarak hediye olarak getirdiği makası büyük bir saygıyla uzatır. Gönüller sultanı makası eline alıp inceler, krala geri verirken şunları söyler: “Teşekkürler kralım! Bu makas gerçekten çok güzel ve çok değerli bir armağan. Ne var ki benim ona hiç mi hiç ihtiyacım yok. Bana küçük, basit bir iğne getirmenizi tercih ederdim.” Kral son derece şaşkın, “Anlayamıyorum sultanım!” der, “Eğer iğneye ihtiyacınız varsa mutlaka makasa da ihtiyacınız olacaktır.”

Bunun üzerine o büyük sultan şu cevabı verir: “Makası istemiyorum çünkü o, bölücü ayırıcı bir nesnedir. Herşeyi kesip parçalar, iğne ise birleştiricidir, makasın kesip böldüğünü diker, birleştirir. Ben aşkı öğretiyorum, tüm öğretim sevgidir. Benim amacım herşeyi birleştirmek. Onun için bir dahaki ziyaretinizde lütfen bana sadece küçük basit bir iğne getirin yeterli.”

Bu, belki küçük bir kıssa, ama içinde alınacak hisse çok. Pırlanta taşlı makas gibi, süslü sözlerle toplumu bölmek, parçalamak, çeşitli inanç ve düşünce ayrımcılığı yapmak, elbette küçük, basit görünüşlü bir iğne gibi, birleştirici, toplayıcı olmaktan daha kolay. Bu dünya terzihanesi var oldukça, çeşitli makaslara da, iğnelere de ihtiyaç duyulması kaçınılmaz. Kimileri makas gibi kesip parçalarken, kimileri de iğne gibi kopan, ayrılan parçaları birleştirmeye çalışıyor. Gönül ehli arifler ise bütün bu olup bitenleri susarak, sadece arifane bir şekilde seyrediyorlar. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri:

Hak şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Ârif ânı seyreyler

Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler  diyerek, bu hali çok güzel ifâde etmişlerdir.

Üzülerek belirtmeliyim ki, bendeniz o kemâl içerisinde olamadığım için, susup seyreylemekten aciz bir şekilde nedenlerin, niçinlerin, sorgulamaların dışında kalamıyorum.

Son zamanlarda hepimizin de bildiği gibi Hz. Mevlânâ ve yolu ile alâkalı birtakım spekülasyonlar yapılmaktadır. Bunlar arasında en dikkat çekici olan ise hiç şüphesiz Hz. Pîr’in bir mezhep ve meşrebe aitmiş gibi göstermeye yönelik olanlarıdır.

Fakat çok garip, anlaşılması oldukça zor olan bir durum var ki, o da, “Yaşadığım müddetçe ben, Kur’an’ın kuluyum. Hazreti Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse, ben nakledenden de, o sözden de şikayetçiyim.(1)

Peygamberimizin yolu, izi aşktır.(2)

Aşk dini, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da, mezhebi de Allah’tır. (3) diye buyuran, yolu, izi, dini, mezhebi belli olan, bütün dünyanın “Aşıklar Sultanı” diye yâd ettiği, “Hazreti Mevlânâ’nın yolundayız, Mevlevi’yiz” diyenlerin de, bu mezhep arayışı ve tartışmaları içinde olmalarıydı.

Nasıl olmuştu da bazı Mevlevi dostlarımız, tüm dünyayı sevgi, dostluk, kardeşlik, duygularıyla, bir anne şefkatiyle kucaklayan, güneş gibi hiç bir yaratılmışı ayırmadan, onları ilâhi nuruyla aydınlatan, Hazreti Mevlânâ’nın aşk şemsiyesi altından çıkarak, hâlâ mânevi bir kimlik arayışı içinde, bir mum alevi gibi sadece kendi etrafını aydınlatan, dar bir düşüncenin kırık şemsiyesi altında, mezhep çekişmeleri, kimlik arayışları içinde kalmışlardı.

Yaşanan bu olaylar çok yeni olmayıp, kökü çok eski yıllara dayanmaktadır. Ömrünü Hz. Mevlânâ ve onun eserlerine adamış, araştırmacı yazar Şefik Can hocamız, konuyla alâkalı olarak, 02.05.2002 tarihinde Konya Selçuk Üniversitesi tarafından düzenlenen, 10. Milli Mevlânâ Kongresi, “Günümüz Mevlevîliği” adlı sempozyuma sunmuş olduğu tebliğde, konuyla alâkalı olarak özetle şöyle demektedir:

“Çok üzülerek belirtmeliyim ki biz Mevleviler bile, kendi içimizde ikiye bölünmüş vaziyetteyiz. Birisi Şems yolu, diğeri Veled yolu. Tam bir vahdet, birlik, aşk, muhabbet yolu olan, her zaman birlikten bahseden “Beni ikiliğe düşer sanma” diyen Hazreti Mevlânâ’nın yolu, sevenleri tarafından ikiye bölündü, izin verirseniz bu duruma nasıl gelindiğini, hatıralarımdan bahsederek, açıklamak istiyorum. Senelerce evvel İstanbul sahaflarda kitap satan Hacı Muzaffer Ozak, Raif Yelkenci gibi çok değerli yakın dostlarım vardı. Bir gün Raif Yelkenci Bey merhum, beni dükkânına davet ederek Mısır Mevlevîhânesi Şeyhinin el yazması, eski bir Hatıra defterini gösterdi. Raif Yelkenci Bey ile birlikte okuyup incelediğimiz bu el yazması hatıralarda Mısır Mevlevîhânesi Şeyhi aynen şöyle diyordu:

‘Yeniçeri ocağı lağvedilinceye kadar bütün Mevlevi tekkeleri birlik içinde, Hz. Mevlânâ’nın yolunda hizmet ediyorlardı. Yeniçeri ocağı lağvedilince Bektaşî tekkeleri kapatılmış, müfrit olan Bektaşi babaları da takibata uğrayınca, bunların bazıları Mevlevi tekkelerine sığınmış, dönemin Mevlevi dedeleri tarafından korunarak yardım görmüşlerdir. Bektaşî babalarının Mevlevî tekkelerine sığınmasından sonra bazı Mevlevî tekkeleri, Bektaşî babalarının tesirinde kalmışlar, diğerleri de Hz. Mevlânâ’dan sonra devam edegelen yollarına devam etmişlerdir. Böylece Mevlevîlik ikiye bölünmüş, Bektaşî meşreplilere Şems kolu, Hz. Mevlânâ’nın yolunda devam edip gidenlere de, Sultan Veled kolu denmiştir.’

Bendeniz okuduğum el yazması bir hatıradan bunları size arz etmeğe çalıştım.  Elbette takdir sizlerin.”

Şefik Can hocamız, takdir sizlerin diyerek bizleri anlayış ve idrakimizle başbaşa bırakırken, tarihî gerçekler içerisinde görüyoruz ki İstanbul’daki Yenikapı Mevlevîhânesi Sultan Veled kolunun, Bahariye Mevlevîhânesi de Bektaşi’lerin tesirinde kalan Şems kolunun temsilcisi olmuştur. Yakın tarihimizde ise Hz. Mevlânâ ve eserleri üzerinde yapmış olduğu çalışmalarıyla yakından tanıdığımız Abdülbâki Gölpınarlı ve Bahariye Mevlevîhânesi şeyhlerinden Midhat Bahari Beytur Şems kolunun, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde yetişen Tahir’ül-Mevlevî Hazretleri de Veled kolunun temsilciliğini yapmışlardır.

Hz. Mevlânâ’nın bu konuda yanlış anlaşılmasının çok önemli sebeplerinden biri de, Hz. Pîr’in eserlerine başka görüş ve düşüncede olan bazı şâirlerin şiirlerinin karıştırılmış olmasıdır. Midhat Bahari Hazretleri, İran ediplerinden Hidayet Han’ın Divân-ı Şemsü’l-Hakâyık adlı eserini üç cilt halinde dilimize tercüme etmiştir. Bu tercüme Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Üzülerek belirtmeliyim ki bu üç ciltlik tercümede, Hz. Mevlânâ’ya ait olmayan birçok şiir vardır. Bu şiirler birtakım Şiî ve İsmailiye mezhebinde olan şâirlerin şiirleridir. Ne yazık ki şiirlerin bir ayıklama yapılmadan dilimize çevrilmesi yurdumuzda Hz. Mevlânâ’nın yanlış tanınmasına sebep olmaktadır.4

Şefik Can hocamız, bu şiirler tercüme edilirken Midhat Bahari hazretlerine, Hz. Mevlânâ’ya ait olmayan şiirlerin tercüme edilmesinin çok yanlış olacağını, izin verildiği takdirde başka şâirlere ait olan bu şiirleri, gönüllü olarak gözden geçirip ayıklayabileceğini söylemiştir. Fakat, şiirlerin tercümesinin yapılmasını isteyen dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve tercümeyi yapan Midhat Bahari hazretlerinin isteği üzerine eser, içindeki Hz. Pîr’e ait olmayan şiirlerle birlikte tercüme edilerek yayınlanmıştır. Şefik Can hocamız daha sonraları bir dilekçe ile Kültür Bakanlığı’na başvurarak, Hz. Pir’in yanlış anlaşılmasına sebep olabilecek bu tercümeyi, gönüllü olarak düzeltmek istediğini bildirmişse de, bu konudaki uğraşları sonuçsuz kalmıştır.

Elbette Hz. Pîr’in inancı dışında olan bu şiirleri okuyanların, biraz da meşrepleri müsaitse, farklı görüşler içine düşmeleri gayet tabiidir.

Kabul etsek de etmesek de bu tarihî gerçekler içerisinde, bazı Mevlevi dostlarımızdan aldığı destekle, Prof. Dr. İzzettin Doğan, kendi fikirleri çerçevesinde yapmış olduğu çalışmalarına, devlet ve milletimizden beklentilerine, kişisel sorunlarına, maddî, manevî, hukukî hiçbir dayanağı olmadığı halde, Hz. Mevlânâ’yı da düşünce ve isteklerine ortak ederek görsel ve yazılı basın önünde, Hz. Mevlânâ ve öğretisiyle hiçbir yakınlığı bulunmayan istek ve arzularını açıkça ortaya koymuştur.

Hz. Mevlânâ ve Mevleviler hakkında gerekli bilgi ve söz hakkına sahip değilken, çeşitli renkler ve çeşitli diller içerisinde tüm dünyaya dağılmış bütün Mevleviler adına, beklentilerini dile getirmesi, yalnızca bendenizi değil, hiçbir siyasi rant ve çıkar endişesi taşımadan, Hz. Pîr’e gönül veren bütün Mevlevîleri derinden yaralamıştır.

Peygamber Efendimiz “Ben ilmin şehriysem kapısı, Ali…” diyerek, ilme, irfana ve insanlığa açılan en ulvî kapıyı göstermiştir. Hz. Pîr’in buyurduğu gibi sınırları sınırsızlık olan, mânevi gücü ve büyüklüğü kâinatın efendisi tarafından tasdik edilmiş o büyük ilmi ledün kapısını, ne bir mezheple, ne de bir dinle sınırlamak mümkün olmadığı gibi; Biz, altın gibi birkaç kişinin öz malı değiliz, biz deniz gibiyiz, mâden gibiyiz, biz herkesin malıyız. Biz söze, sayıya sığmayız, biz paha biçilmez bir hazineyiz, (5) diye buyuran Hz. Pîr’i de, kapısında “Mevlânâ” yazıyor diye, hiçbir derneğin veya vakfın öz malı kabul edip koca bir ummanı bir bardak suya, yüce bir aşk güneşini de küçük bir mum alevine sıkıştıramayız. Bütün dernek ve vakıflar, kendi çerçeveleri içerisinde kuruluşları adına istediklerini söyleyebilirler. Fakat hiç kimseye dünyadaki tüm Mevleviler adına konuşma, açıklama yapma, devlet ve milletimizden maddî beklentiler içinde olma yetkisi verilmemiştir.

Bizim ders gördüğümüz dershane aşktır.(6)

“Fıkıh dersi okutulan medresede nasıl dışarı atılma, kovulma sebepleri nizamlara, törelere bağlanmışsa, şunu iyi bil ki, aşk medresesinin de kanunları vardır.” (7) diye buyuran Hz. Pîr’in yolunun, elbette bir usûl ve âdabı vardır. Bu konuda gerçek söz sahipleri ise, sorumsuzca yapılan bu çok yanlış davranışlar karşısında, “Anlayışsız cahil bir kişiye verilecek en büyük cevap susmaktır” diye buyuran Hz. Pîr’i rehber edinmişlerdir.

Bu dünya terzihanesinde bazıları ellerinde makas, kesip biçerken “Savaşta Hz. Alî’nin zülfîkârıyız, biz rüşvet padişahı değiliz. Param parça olan gönül hırkalarını diker, yamarız.” (8) diye buyuran Hz. Mevlânâ, elinde aşkın iğnesi, kesileni birleştirmeye, dağılanı toplamaya çalışmıştır.

Bizim ders gördüğümüz yer aşktır. Bize manen ders veren de Celâl sahibi Allah’tır (9)

Aşk yolu, yetmiş iki milletin  inancının dışındadır.(10)

Aşk dini, bütün dinlerden ayrıdır. Aşıkların şeriatı da, mezhebi de Allah’tır.(11)

Yemin etmesini bilmem, ama şunu söyleyeyim ki ben ne bundanım, ne de şundan.(12)

Yukarıdaki satırlarda sizlere kısaca arz etmeğe çalıştığım Mesnevi ve Dîvân-ı Kebir’deki bazı beyitlerle, Hz. Mevlânâ kendisinin, dolayısıyla da aynı izi takip etmeğe çalışan tüm Mevlevîlerin yolunu ve manevî kimliğini açıklamıştır. Hz. Pîr’in bu ilahî sözlerini kendilerine rehber edinmiş olan bir tek Mevlevî’nin bile din, mezhep ve inanç ayrımcılığı içerisinde, devlet ve milletimizden maddî beklentisi olamayacağı gibi, bir din ve mezhep çekişmesi içinde bulunması da asla mümkün değildir. Eğer birileri; “Biz sadece Hz. Mevlânâ ve öğretilerini daha geniş kitlelere duyurmak adına gayret gösteriyoruz, bu uğurda çalışıyoruz” derse, elbette bir şey söylemek bendenize düşmez, çünkü Hz. Mevlânâ, yüzyıllar öncesinden kendi mübarek isminin arkasına gizlenerek şahsî ihtiraslar peşinde koşanlara en güzel cevabı vermiştir.

Siz sakın bizi yâd etmeyin. Buna lüzum yok, çünkü biz “biz”siz olduğumuzdan, kendimiz rüzgâr kesilmişiz de her yerde eser dururuz.(13)

Kendini manevî kirlerden temizlemeyeceksen bizden uzak dur! Kendi güzelliğimiz bize yeter.(14)

1. Ş. Can, Mevlânâ, Rubailer, 1311.

2. Ş. Can, Mevlânâ, Rubailer, 49.

3. Ş. Can, Mesnevi, c. 11, 1768

4. Ş. Can, Divân-ı Kebîr önsöz.

5. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 11, 842

6. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 1, 162

7. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 1, 145

8. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 11, 755.

9. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 1, 162.

10. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 1, 135

11. Ş. Can, Mesnevi, c. 11, 1768.

12. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 11, 805

13. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 1, 93.

14. Ş. Can, Divân-ı Kebîr, c. 11, 742.