Kenan Rifai

Kenan Rifai 

1867 tarihinde Selanik’te dünyaya gelen Ken’an Rifai, Filibe hanedanından Hacı Hasan Bey’in oğlu Abdülhalim Bey’le Hatice Cenan Hanım’ın çocuklarıdır.

İstanbul’da Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Babıali Hariciye Kaleminde vazife almış, Acem Mektebi’nde tabiat muallimliği yaparken Posta – Telgraf Nezareti’nde Alman müşavir Groll’ün muavinliğine getirilmiş, bu arada da Hukuk Fakültesi’ne devam etmiştir.

Oğlunun ilk mürşidi annesidir. Kendisine manevi dünyanın, Allah yolunun kapılarını açan annesi Hatice Cenan hanım daha sonra O’nu kendi mürşidi Şeyh Ethem Efendi’ye teslim etmiş, bu suretle Ken’an Rifai’nin manevi şahsiyeti bu iki mürşid tarafından oluşturularak kemale ermiştir.

Madde ve mana dünyasını et ve tırnak bilen Ken’an Rifai, günün birinde kendini maarif çatısı altında bularak sırası ile Balıkesir İdadisi, Adana, Manastır, Üsküp, Trabzon Maarif Müdürlükleri, daha sonra Numune-i Terakki ve Medine-i Münevvere İdadi-i Hâmidi Müdürlükleri yapmıştır. Tekrar İstanbul’a döndükten sonra Erkek Muallim Mektebi Fransızca hocalığı, Tedkikat-ı İlmiye Encümen Azalığı, Darüşşafaka Müdürlüğü ve Meclis-i Maarif Azalığı vazifelerinde bulunmuş, emekliliğinden sonra da onüç sene Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmıştır. Bu lisede yaptığı çalışma, dinleri bir bütün olarak kabul ettiğinin ve “insana hizmet (hangi dinde olursa olsun) Hakk’a hizmettir” sözünü benimseyip benimsetmeye çalıştığının delilidir. Kendileri’ne göre bütün dinler sırası ile mana eğitiminin tamamlanması için birer basamaktır. Bundan dolayı aralarında sadece derece farkı vardır.

Onbir aylık Balıkesir devri, Genç Müdür’ün Allah velisi anne eliyle yükselen manevi temelinin, artık mürşidi Edhem Hazretleri’nin taş taş işlenme mesuliyetini bütünü ile üstüne aldığı devirdi. Hocası kendilerinin maddi ihtiyaçlarını kısıtlayarak, en azla yaşamanın temizleyici zevkini tattırıp (riyazat), ileride halkının bütün acılarını paylaşacak olan o mürşid-i kamili bir manevi abide derecesine ulaştırmıştır. Yine burada bir san’atkardan musiki nazariyatı öğrenmesini ve ney meşk etmesini istemiş, daha sonra da keman ve piano çalmayı öğrenerek manevi feyzini öğrencilerine aktarmanın diğer bir yolu olan musikiyi, bestelediği ve güftelerini yazdığı ilahileri ile çevresine akıtmıştır.

Manastır Maarif Müdürlüğü sırasında Mürşidi Edham Şah cemale yürümüş, kendisine yerini bıraktığını, mana aleminden haber vererek dünyadan göçmüş olduğunu bildirmiştir.

Medine-i Münevvere’de İdadi-i Hamidi müdürlüğü yaptığı dört sene zarfında Şeyh’ül Meşayih Seyyid Hamza Rifai hazretlerinden , dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra, icazet almışlardır. Bir gün Hamza Rifai Hazretleri: “Oğlum, bilmem ki ben mi senin şeyhinim , yoksa sen mi benim ?” demekle Ken’an Rifai’nin vasıl olduğu mertebenin yüceliğine pek güzel bir şekilde işaret etmiştir.

İstanbul’a avdetlerinden sonra Valide Sultan Hatice Cenan Hazretleri’nin inşa ettirdikleri Altay Dergah-ı Şerifi’nde irşad vazifesine başlamıştır.

Kendi’leri Fransızca, Almanca, İngilizce(80 yaşından sonra öğrenerek), Arapça, Farsça, Rumca, Çerkeşce’yi ana dili gibi bilmekteydiler.

ESERLERİ:
Mukteza-yı Hayat,
Camille Flammarion’dan tercüme Dünyanın İnkılabı,
Rehber’i Salikin,
Tuhfe-i Ken’an,
Ahmed-er Rifai,
İlâhiyât-ı Ken’an, (ilâhileri ve besteleri)
1 cilt şerhli Mesnevi-i Şerif.

Fakat Ken’an Rifâî’nin asıl eserleri insanlardır. Server Hilmi Beyefendi, Hattat Aziz Efendi, Osman Beyefendi, Cemal Beyefendi, Nazlı Sultan, Semiha Cemal, Sâmiha Ayverdi,Sofi Huri, Safiye Erol, Meşkûre Sargut, Nezihe Araz, vs.

Ken’an Rifai yaşayan Kur-an’dır. Peygamber efendimizin ahlakını yaşayarak , herkesi ve herşeyi Hak bilip etrafındakileri de bu tevhid cennetinin birlik ve huzuruna davet etmiştir.

Yüce maneviyatını, madde dünyasında muazzam tevazu ile gizleyebilmek hüner ve dehasını göstermiştir. O, zamandan ve mekandan müstakil olan bu maneviyatı, mutlak ve samimi bir yoklukla örtmüş, sade, basit, iddiasız, şatafatsız, gösterişsiz bir insan olarak cemiyet içinde feragatli, mütevazi ve hep geri planda kalmayı tercih ve temin etmiştir. Onun içindir ki mücahitliğini, adaletini, cömertliğini, müsamahasını, vefa, merhamet, iyi zan, sabır, tahammül hulasa eksiksiz bir insanlık tablosunu vücudu noktasında toplayıp gizlemiştir.

KEN’AN- RİFÂÎ’NİN TASAVVUF VE AŞK ANLAYIŞI

Ken’an Rifai tasavvufu, ne Gazali gibi sırf bir ahlak anlayışı olarak kabul etmiş, ne Muhittin-i Arabi gibi sadece vahdet-i vücutta kalmış ne de Mevlanâ gibi aşkıyla dünyayı ve ahireti de atlayıp geçmiştir. Üçünü birleştirerek bir yaşam şekli haline getirmiştir.

O Sultan buyuruyor ki, “yalnız dünyayı, şekli, maddeyi, görmek isteyenler için ahireti, manayı, ruhu görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanın gözünde öyle bir gözlük olmalıdır ki dünyayı yani zahiri şekli görmesi manayı görmesine ve manayı görmesi de şekli görmesine mani olmasın”.

Ken’an Rifai’ye göre mistisizm , insanı tefsir edip derinlemesine açan, şu kainat içindeki yerini, diğer varlıklarla münasebetini belirten ve gerçekle temasını sağlayan bir yoldur. Mistik ise hayatı ahenkleştiren bu denge unsurunun icaplarına göre yaşayan, yani aşkı, alemin en esaslı gerçeği olarak gören kimsedir. Yine kendilerine göre din, mutlaka tasavvufun şerhine (açıklamasına ) muhtaçtır. Bütün dinler ancak tasavvufla şerh olmuştur ve yaşam biçimi haline getirilmiştir.

Tasavvuf birlemek demektir. Dünyada Allah’ın iradesi olmayan hiçbir şey yoktur. Bunun idraki akıl ve ruh birliği ile mümkün olur. Ruhun özü Allah’tır. Efendimiz yine bir tarifinde: “ Tasavvuf güzel ahlaktır, güzel ahlak ise edeptir, edepse, Allah’tan başka fail ve mevcut görmemektir ”, “Tasavvuf demek incinmemek ve incitmemektir” diyor. “ Çokluk yani kesret , Allahın birliğine mani değildir. Nasıl ki denizin dalgaları denizin birliğine mani değilse.” Mevlana Hazretleri tevhid fikrini şöyle açıklıyor: “ Elif’ten ya’ya kadar bütün harflere dikkat et. Birbirinden başka çizgiler ve şekiller gibi görünürler ve başka başka sesler verirler. Fakat az daha dikkatli olursan görürsün ki birbirinden başka sandığın bu harfler, hep aynı elif harfinin yani elif çizgisinin , türlü bükülüş ve şekillenişiyle meydana gelir. Yani bütün harflerin aslı elifde birleşir. Demek oluyor ki, tek bir elif harfinden bunca kelam doğuyor ve aynı kaynaktan doğdukları, yani esasta tek ve bir oldukları halde, tecelli ve görünüşlerde birbirinden ayrı ve sayılamayacak kadar çok kelimeler ve cümleler olabiliyorlar.” (Sayıların hepsinin birin tekrarından ibaret olması gibi). Hz. Ebubekir “Hiçbirşey görmedim ki onda Allah’ı görmeyeyim buyuruyor. İşte insan-ı kamil, kendi gönlünde bu tevhidi gösterip öğretendir. Yine Hazreti Mevlana, “Beytullah, Beytullah olalı ( Kabe) Allah gidip orada oturmadı. Benim ruhumun evinde ondan gayrı hiçbirşey yok”, diyor. İşte tasavvuf bu bilgiyi edinebilmektir.

Allah’ın birliği içinde çok çeşitli isimler vardır. Bu isimlerin aşikar olması ancak vücut bularak mümkündür. Çokluğa hoşgörü, birliğe hürmettendir. Aşkın manası da budur. Ken’an Rifai, Allah sevgisini bütün mahlukatı severek aşikar etmiş, yani, manayı şekle dökmüştür.

Kendileri buyuruyor ki: “Zıddiyete hürmet Allah’a hürmettir”. Mısri Niyazi: “Hanede viranede, kabede puthanede,çağırırım dost, dost” demiştir. Kafirde, müminde, ganide, fakirde, nar ve nurda aynı tecelliyi görmek esastır. “ her ne olursan ol, gel” sözü ile Hz. Mevlana da bu birliği ifade etmiştir. Kötü huylarının (nefsinin ) esiri olan kimse nasıl hürriyetten bahsedebilir. Ağyar yok, zıtlar vardır.”

Efendimizin tasavvuf anlayışını hal haline getirebilmek için, bütün dünyayı aynasından seyredip, aşık olup, hoşgörüsünü öğrenebileceğimiz bir mürşide ihtiyacımız var.

MÜRŞİD-İ ÂGÂH

İnsan-ı kamilden maksat, hakikat-ı insaniyedir. Cenab-ı Hak bunu Kur’an-ı Kerim’de kelime sözü ile ifade ediyor ve o kelimeyi anlatmak için “denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa yine beyan etmeye muktedir değildir” buyuruyor. Kelimeden maksat, kamil insan yani hakikat-ı insaniyedir. (Kehf suresi, 109. ayet: Kul lev kane’l – bahru midaden li kelimati Rabbi le-nefide’l – bahru kable en tenfede kelimatü Rabbi velev ci’na bimislihi mededa.)

Ken’an Rifai, mistik sultandır . Mistiğin manası, hakikat sırrına vakıf, o sırrı yaşayan ve sırra katılmış , herkesin manasını gören, herkesin iç yüzünü bilen, ona hürmet eden ve onu yaşayan, Allah’ın hakikatine ve sırrına vakıf (Hakikat-i Muhammediye), insandaki Allah’ın hangi isimleri taşıdığını bilen kişidir.

Hâkim adamdır ( hikmet sahibi), sırrı dünya planına çıkarmış, onu mana haline çevirmiş (hikmet) ve cemiyete zerk etmiştir. Hakikati , herkesin anlayacağı seviyeden anlatan kişidir.

Mürşid-i âgâhtır , “Bir ayağım şeriatte sabit, diğer ayağımla yetmişiki milletle beraberim” diyen Hz. Mevlana gibi bütün yaptıklarını şeriat hükümleri dahilinde (Allahın taktiri dahilinde) yapan , yolunun icabına vakıf, cemiyetin bünyesini tanıyan ve insandaki sırrı keşfedip ona özel kişisel irşad yapan kişidir.

Mürebbidir , bu irşadı takip eder.

Filozoftur , Allah’ın hergün yeni bir şanla uyanışını görüp, bilip ona göre dinini modernize edebilen , Kur’an-ı ona göre uyarlayan kişidir.

Mürşid-i âgâh, zümrenin değil kainatın malıdır ve bir devre değil bütün asırlara hitap edecektir. Ken’an Rifai , aşk ve ilimde zirvede irşad yapmıştır.

İlmi olmayan aşk sultanı asırlara hitap edemez.

Ken’an Rifai’nin bir papaz kızı olan talebesi Sofi Huri, kendilerini anlatırken, “Ahd-i Atik peygamberlerinin heybetini andıran şahsiyetinin tesiri ile, bir uluya yakışır müsamaha ve anlayışı görerek şaşırdım ve en küçük yanlışı gören, insan ruhunu okuyan heybetle beraber durmadan akan müsamaha ve şefkat şelalesi ile sarsıldım” diyor. “O huzurda, heybetin kuşattığı sonsuz yokluk ve nihayetsiz tevazu buldum” diye devam ediyor. “ Halinde ve simasında beşeri davalarını tasfiye etmiş, her nevi beşeri mücadeleleri yenmiş bir insanın sükun ve sekineti görülür. İslam tasavvufunu ve bu tasavvuf ahlakının İseviyet düsturları ile esasta el ele gittiğini, efendimden öğrendiğim zaman idrak ettim”.

Ve devam ediyor: “ Ken’an Rifai’nin müsamaha ve af hasleti ölçüye sığamaz. Herkesi kendi halinde mazur görmeyi, kimseyi ayıplamamayı, hele hiçbir zaman mahkum etmemeyi öğretir. Onun meclisinde dedikodu asla yer bulmaz; şikayet, gıybet veya hoşnutsuzluk tezahürüne de yer verilmez.”

Müsamaha O’nun kemalinin icaplarındandır. “Fazilet ve kemalin en bariz alameti, kimsenin ayıbını görmemek ve söylememektir” demiş ve bu hasleti hayatı boyunca her vesile ile bilfiil ispat etmiştir. “Hak yolunun talibi, bu dünyayı Allah’ın evi ve insanları da ailesi olarak kabul etmeli ve ona göre hareket etmeli” demiştir.

Ken’an Rifai’nin kemali büyük tevazuunda da görülür. “Ben Allahın en hakir kuluyum.” “Ben bir hiçim, bir kul parçasıyım!” “Ben herkesten hakirim,” demişti.

“Kainatta en günahkar bir vücud varsa, benim

Yok yüzüm varmak için Allah’a isyanımla ben

Zahir ü batında yokken zerre miktar kıymetim

Serfiraz oldum düalem, cehl ü nadanımla ben

Hangi bir mahlukla şayet nefsimi etsem kıyas

Cümlenin madunu kendim, küfr ü imanımla ben”

(İlâhiyât-ı Ken’an)

“Adem oğlu evvela kendi kendisiyle sulh yaptıktan sonra, cümle alemle de barış haline geçmekle huzur ve sükuna kavuşur ki, işte hürriyet budur,” diyen ve vaktiyle faaliyetin, enerjinin şelalesi denecek bir bünyenin sahibi olan pir-i muhteremi hasta ve uzviyetini kullanamayacak halde görüyoruz. Fakat buna rağmen rahatsızlığından ne kendi şikayet ediyor, ne de başkalarının şikayetini hoş görüyordu. O kadar ki her türlü iştika, onu hakikaten üzüyor ve rahatsız ediyordu.

Bu tahammül, bu kalp huzuru , bu iç sükunu ancak bu çapta bir ehlullahta görülür. Öyle bir ehlullah ki benliği aşk, ruhu aşk, kendisi bir ruh abidesidir. Bu mistik aşkı anlamak için insanın ancak kendisi böyle bir aşkın hiç olmazsa bir katresini içmiş, asırlar boyunca mütefekkir, şair ve mistiklerin kaleminden çağlayanlar gibi durmadan akmış, şelaleler halinde dökülmüş olan o aşk ummanına , zerre miktarı da olsa, dalmış olması lazımdır. Kendileri aşka merkez olmuştur. Onun için hayat değerlidir, çünki insanları sevmek ve onlara hizmet etmek için yaşanır.

İman , ulvi şahsiyetlerde merkezleşir. Onlar bu dünyadan sureta gitseler de, ulvi huzurları herzaman bizimledir. Biz ise, bizi işleyen ve kalbimize dokunan eli biliriz.

KADIN ANLAYIŞI HATİCE CENAN VE SEMİHA CEMAL

Ken’an Rifai’ye göre kadın, mazhar-ı aşktır. İnsanları gerçek insan etmek için aşkın hocalığından başka bir güç tanımıyordu.

Bilerek , bimeyerek her insanın gayesi aşktır. Fakat bir damla suyun başına gelen maceralar gibi o da çok defalar bu gayeye pek karışık yollardan gider. Her insan kendi istidadı yaşına uygun bir sevgiliye gönül verir. Hakiki aşka varamayan insan, yeryüzünde daimi surette vücudun zindanında kalmaya mahkumdur. Onların külli aşka varma istidadı olmadığından, Allah bu kimseleri yine kendi aşkına istidat peyda etmeleri için bir surete, bir şahsa mukayyet eder.

Efendimiz buyuruyor ki: “Esasında aşk, aşık ve maşuk diye ayrılıklar yoktur, bunlar tek bir şeyi ifade eder. Maşuk , aşığın aynası, aşk ise her ikisinin toplamıdır. Aynaya bakan kimsenin orada gördüğü nasıl kendisi ise aşıkın da maşukuna çekilmesi ve tutkunluğu yine kendi suretine tutkunluğudur.

Aşk her şeyin, zikrin ve ibadetin de fevkindedir. İbadet de aşksız olursa bir işe yaramaz, cemali görerek aşkla yapılan ibadetle, Allah’ın emri diye yapılan ibadet arasında ne azim fark vardır.

Kendi hakkında istediğin hayrı, güzelliği, gönül zevkini, aşkı ve nuru başkaları için de iste ki tam aşık olasın. Zevkini, aşkını , varlığını bezlet; çünki aşkın kemali bezletmektir. Sen de yalnız kendin için değil alem için olmalısın. Odunun gürültü patırtıdan sonra kor haline gelmesi nasıl latif ise, aşıkın da iptidai halinden geçerek sükuna ermesi ve kendini beşeriyetin hizmetine vermesi zevk ve gayedir.

Aşkı olmayanın huzur ve safası da olmaz, safa bulmuş insan bütün mevcudatta Hakk’ı gören insandır. Aşk, akıl gözünün dürbünüdür, ileriyi gören bir mercektir, aşkla kuvvetlenmiş bir göz için varılamayan hiçbir güzellik yoktur.”

Ken’an Rifâî kadın için de şöyle buyuruyor: “Asırlar boyunca kadın için neler söylendi, neler yazıldı, ne kanlı maceralara girişildi. Onun adı kah hudutsuz ihtiraslara vasıta edildi, kah faziletin eline bir bayrak olarak verildi. Fakat İslami tasavvuf kadar hiçbir zihniyet, hiçbir felsefe ona baha biçemedi, hakiki mevkiini veremedi.

Zaman ve menfaatler İslamiyetin kadın telakkisini ne kadar tahrif ederse etsin, onun bu husustaki görüşü inkar kabul etmez.

Zira en büyük delili Kur’an-ı Kerim’dedir. Orada hitaplar “mü’minin ve mü’minat, salihin ve salihat” diye tefriksiz yapılmış ve mü’mine ve saliha kadınlar mü’min ve salih erkeklerden ayrılmamıştır. İslamiyetin ilk zamanlarında kadın içtimai hayatın her safhasında erkekle beraber yer almakta, hatta gazalara bile fiilen iştirak etmekte idi.

“Bana dünyanızdan kadınlar ve güzel kokular sevdirildi ve nur-ı didem (gözümün nuru) namazdır” diyerek sevdiği şeylerin başında kadını sayan Peygamberimiz, onun içtimai hayattaki yerini “kadın erkeğin yarısıdır” diye sarahaten ve kat’i olarak , tayin etmiştir.

Kendileri soruyor : “Acaba İslamiyetin kadına verdiği bu değer nereden geliyor?” İslamiyet Hakkın yaratıcı kuvvetini taşıması ve hayatı idamede oynadığı rol bakımından kadına, has bir değer vermiştir. Bu değeri Hz. Mevlânâ Mesnevi’de:

“Pertev-i Hakkest an maşuk ni

Halıkest an guyya mahluk ni”

Onun kadını (mahluk değildir, sanki Hâliktir) diye kabul edişi, hayatın ve alemlerin manası olan yaratıcı kudreti bizzat şahsında temsil etmesinden dolayıdır.

Bunun içindir ki Hazret-i Muhammed, kadınlar akıl ve gönül sahibi erkeklere hükm ederler, buyurmuştur. Hakikat de budur. Akıllı ve ince ruhlu bir erkek kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli olur, onlara sertlikle muameleden çekinir, onları kırmak ve incitmek istemez. Buna mukabil cahil ve akılsız erkeklerdir ki kadınları ezerler, onlara karşı sert ve kaba olurlar. Çünkü onların tabiatında hayvanlık üstün gelir.

Aşk ve ruh inceliği, insanlara mahsus sıfatlardır. Sertlik ve şehvet ise hayvanların sıfatıdır.

Bu demektir ki insanın sevdiği kadına karşı duyduğu aşk ve çekiliş beyhude değildir. Çünkü kadın Allah güzelliğinin yeryüzüne vurmuş bir nurudur, sadece sevgili değildir, denilebilir ki adeta mahluk değil Hâlıktır.

Bu hakikate vardıktan sonradır ki “kadın erkeğin yarısıdır”, diyen Hazret-i Muhammed’in hadisi daha açık anlaşılır. En kuvvetli erkeklerin dahi kadınlar karşısında zaafa düşmelerindeki sır meydana çıkar.

O kadar ki kadına mağlup olmanın erkekte bir seviye ve irfan mes’elesi olduğu anlaşılır. Bir erkeğin kadına zebun olması onun kemalinin ve irfanının ölçüsü olur.

Allah’ın kadına verdiği değer, kadının, kendi yaratıcı kudretinden vasıflar taşıması, hayatın devamlılığında büyük vazife görmesi gibi, ilahi mukadderatın temel direği olmasındandır.

İşaret olunduğu gibi, “Kadına muhabbet, onların vücutları aynasında Cenab-ı Hakk’ı müşahede edebilmektendir.”

İbn-i Farız da: “Her güzelin güzelliği Allah güzelliğinden aksetmiş bir parçadır”, der. Demek ki erkeğin kadına sevgisi bir bakıma onun vasıtasiyle ilahi güzelliğin vuslatını dilemek manasındadır. Bunun için de kadının erkeğe galebesi tabiidir.

Kendileri vurguluyorlar ki, böyle bir düşünce ancak belirli bir irfan seviyesine varmış ve maneviyat alemlerinde mesafeler kat etmiş erkekler için doğrudur. Kadını sadece cinsi zevk ve şehvetlerinin bir tatmin aleti saymak, bu yüzden de günahlı görmek, basit ve iptidai bir zihniyetin eseri olduğu gibi, mahbub-ı hakikinin aslına, hakikatine varmak için bir vasıta, bir köprü bilmek ve ona göre hürmet etmek, olgun bir görüşün ifadesidir ki bu da İslamiyet’te kemalini bulmuştur.

Ken’an Rifai’nin hayatında iki önemli kadın vardır, annesi ve Semiha Cemal.

Annesi ona kadınlık ve dostluk hazinelerini, mana birikimini, şirksiz , garazsız bir sevginin kanalı ile boşaltmış, kendinde ne varsa bu yolla ona vermiş, bu vadide yolunu gösteren bir ışık olmuştur. Annesi aradan çekilip onu insanlarla ve hayatla başbaşa bırakıncaya kadar her müşkül anında yanında belirmiş ve herhangi bir tarzda ona “yalnız değilsin, seninle beraberim” demiş, diyebilmiştir. Kendileri bu emsalsiz ananın yokluğunu hayatının sonuna kadar yana yakıla çekmiştir.

Hayatın onun önüne çıkarttığı Semiha Cemal ise, dört başı mamur varlığı ile, ezel anlaşmasının en kusursuz örneğini ona getirmiştir. Semiha Cemal , Ken’an Rifai’yi şu dünya tarihinde misline az rastlanır bir aşk, anlayış ve imanla sevmiştir. Bu sevginin esasını, mayasını Semiha Cemal’in onu görüş ve anlayışı, onun davasına iştiraki, kendi varlığını onun varlığı ile aynileştirme arzusu teşkil ediyordu. Semiha Cemal’in varlığı onu insanlık alemi ile alış verişte tutan bir köprü mesabesinde idi, davasını paylaşabileceği bir dost ve yorgun başını varlığında dinlendireceği bir insandı.

Hocası ona şöyle diyordu: “Benim bir zevkim var, bu da sana irfan öğretebilmektir.” O zaman Semiha Cemal soruyor: “Buna karşılık ben ne yapayım?” Ken’an Rifai’nin bu suale verdiği cevap şudur: “Nefsini arkaya atmayı öğren. Sen bir yudumda doyanlardan olma! Beni sev, beni sev ki ben de seni seveyim. Yalnız bu (beni sev)in manasını iyi anla. Beni sev demek, sevdiklerimi, bütün insanları, aşkı, Allah’ı sev demektir.”

Ken’an Rifai bu alışverişi yapmak için neden bir kadını seçti? Fikir, his ve iman alışverişinde kadın, erkekten daha müsait bir mutavassıt, daha verimli bir zemindir. Asıl mesele, Ken’an Rifai’nin bilhassa kadınlık alemiyle temasta olması ve nev’i beşerin müstakbel veçhesini tayinde, kadını yapıcı, şekil verici bir amil olarak görmesindedir. İşte bu derinlikte iki sultan kadın, Ken’an Rifai’ye yarının kadın mürşitler dünyasını göstermiş ve hazırlamıştır.

KEN’AN RİFAİ’NİN AHLAK ANLAYIŞI

O, sınırsız bir sevgi ile doluydu. Yalnız insanlara değil, hayvanlara ve eşyaya karşı da sevgi ve saygı gösterirdi. Cinsiyet, ırk, din, seviye, lisan farkı gözetmeden bütün insanları severdi. Her zaman “Bakın, Allah için Rabbülalemin diyoruz. Rabbülmüslimin demiyoruz. O’nun yapmadığı ayrımı ben kul olarak nasıl yaparım?” derdi.

“Bütün insanlar bir vücut gibi birbirinin azasıdır, çünkü yaratılışları aynı cevherdendir” sözlerini sık sık hatırlatırdı. Esasen müslümanlık bu fikrin tatbikatını ibadet kadar makbul tutar diye devam ederdi.

Ken’an Rifai hazretleri kendi gibi herkesin de bütün alemle dost olmasını, milletlerin ve insanların gerçek bir kardeşlik inancı ile yaşamalarını, son nefesine kadar candan istedi ve bu yolda çalıştı.

İnsanlara daima yardım eder, bunu yaparken de onları utandırmamaya özen gösterirdi. “Allah’ın bir kimseyi bir fakirin gönlünü almaya muvaffak edişi ne büyük lütuftur. Onun için ben, bana karşı uzanan ihtiyaç elini öpmek isterim” derdi. Cebinden para çalan hırsız için bile “helal olsun, güle güle kullansın”diyebiliyordu. Fakat toplum kurallarını bozan bu gibi hadiselerin meydana gelmemesi için de daima uyanık ve tedbirli davranıyordu.

Hizmetinde çalışanlara evladı gibi muamele eder, güçlerini aşan hizmetler teklif etmezdi. “Her günah affolur ama kul hakkı asla…” derdi.

Ken’an Rifai hazretlerinin ahlakına bir bakıma “çalışma ve iş ahlakı” da diyebiliriz. “Toplum içinde herkesin bir işi, bir fonksiyonu olmasının çok önemli olduğunu” söyler, “aksi halde toplumun işsiz tabakaları sinir hastalıklarının, kumar veya keyif verici zehirlerin tuzağına kolaylıkla düşebilirler” derdi. Kendisi emekli olduktan sonra da hastalığı son haddini buluncaya kadar çalışma hayatına devam etmiştir.

Kendilerinin ahlak prensiplerinden biri de affetmek, mazur görmek, fenalıkları unutmak esasına dayanır. Bu bakımdan ahlakına “müsamaha ahlakı” da diyoruz.

Hz. Musa Hakk’a soruyor “En aziz kulun kimdir ya Rabbi?” Allah cevap veriyor, “Ceza vermeye gücü yettiği halde affeden!”

Hz. İsa’ya soruldu ki: “Ey Tanrı’nın ruhu! Dünyada ve ahirette hangi şey daha büyük ve daha güçtür?” Hz. İsa cevap olarak: “Allah’ın gazabıdır” dedi. “İnsanı bundan ne kurtarır” diye kendisine sordular. O dedi ki: “Senin gazabını yenmen ve hiddetini yutman!”

Ken’an Rifai hazretleri bilhassa şahsına karşı yapılan her fenalığı affetmek için bahaneler arardı. Suçu işleyenle birlikte mahçub olurdu. İkaz etmesi gerektiği zaman, ya suçluyla yalnız konuşur, ya da herkesin içinde konuyu özelleştirmeden, genel çerçeve içinde mesajını iletirdi.

Suçlulara karşı affedici davranışlarını da prensibe bağlıyor ve şöyle izah ediyordu: “Hüsn-i Mutlak içinde fenalık yoktur. Fakat senin zannına göre fena olanları atacak olursan dünyada mühim bir boşluk açılır ve bu suretle de dünya terazisinin dengesi bozulmuş olur.”

Fenalıkları unutmasına karşılık, iyilikleri hiç bir zaman unutmazdı. “Sebebe teşekkür etmeyi bilmeyen, Allah’ı da bilmez” derdi. Fonksiyonunu kaybetmiş bir nesnenin bile fırlatılarak atılmasına dayanamazdı.

Ken’an Rifai hazretleri için söz çok önem taşırdı. “Birine bir söz verdiğiniz zaman o sözü Allah’a vermiş oluyorsunuz. Onun için dikkatli konuşun, söz çok mühim şeydir” derdi.

Hz. Muhammed (s.a.v.): “Baş vücuttan olduğu gibi, sabır da imandandır” diyor. Ken’an Rifai hazretleri de bir sabır abidesiydi. Hastalığının en ağır döneminde doktorların “Ne şikayetiniz var?” sorusuna “Şikayet mi? Hiç bir şikayetim yok, Elhamdülillah” diye cevap veriyor. Doktoruna “ Biz O’nu iyileştirmeye geliyoruz, hakikatte O bizi tedavi ediyor” dedirtiyordu. Hastalığı için “O bana misafirdir, ben onu evime gelen bir misafir gibi hoşlarım. Şikayet bize yakışır mı? Gidecekse hoşlukla gitsin” demesine karşılık yakınındakilere “kendinize iyi bakın, siz hastalandığınız zaman benim canım yanıyor” diyordu. Bu hissi bütün beşeriyet için duyuyordu. Buna da O’nun “İştirak Ahlakı” diyebiliriz.

Cümle alemin aldığı zevke de ruhen iştirak ederdi. Komşularının aşırı eğlence ve gürültüsünden rahatsız olan yakınlarına “niçin alemin hissine hürmet etmiyorsunuz? Onların zevki benim de zevkimdir. Bırakın eğlensinler, keyiflensinler. Benim zevkim halkı memnun ve zevk içinde görmektir” diyerek eğlenenlerin savunucusu oluyordu. Buradaki prensibi de şu sözleriyle açıklıyordu: “Herkes senin meclisinden zevk almıyabilir; fakat senin, her insandan zevk alman gerekir, çünki insanlık budur.”

Kendilerinin ahlak anlayışında insanları robota çeviren “Mutlak İlahi takdir” fikrini kabul etmediğini görüyoruz. O, herkesin hür bir varlık olduğunu, ilahi emri kabul veya red konusunda serbest olduğunu, kendi hareketlerinden sorumlu olduğunu ve hak ettiklerini yaşayacağını söylüyordu. Bunu bir şiirinde şöyle ifade ediyordu:

“Halin ne ise müşteri sen oldun o hale,

Noksanı meğer Adl-i İlahi’de mi sandın?”

Bütün ömrünü hata ve günahların ıslahı için harcamış olan Ken’an Rifai, suça ve günaha kapılarını örttüğünü iddia eden kimseler için daima endişe duymuştur. “Noksanlar kemal vasfının aynalarıdır” der, doğrunun meydana çıkması için karşıtı olan bir suçun, bir yanlışın varlığıyla denge kurulduğunu kabul ederdi. Bu nedenle suçlulara karşı bağışlayıcı olurdu. İnsanları kusursuz istemek O’nun hiç hoşuna gitmeyen bir kusurdu.

Her zaman mazlumdan çok zalime acımış, mazlumun hakkının onun hem kalkanı hem de kılıcı olduğunu bilmiş, suçluyu insanlık kadrosundan çıkarıp atmamış, kurtarıp kazanmaya, hiç değilse zararsız hale getirmeye çalışmıştır.

İnsanlar üstünde yapmak istediği moral dezenfeksiyonunu şiddet ve baskı yoluyla değil, mantık ve muhakeme yoluyla kendi kendilerine yaptırırdı.

O her ferdin dünyaya, kendinde bulunan en iyi hasletleri verebilmesini ve tam, olgun bir hayat yaşamanın derin tatminini yaşamasını gerekli görüyordu. Bunu mümkün kılmak için insan şahsiyetinin imkanlarını sonuna kadar geliştirmeya çalışıyordu. Yine O, gerçek anlamda yaşamış olmak için insanın hayat tecrübelerinin anlaşılır kanunlara bağlı olmasına ve bu düzen içinde, kendi manasını bütüne kıyasla anlayabilmesini gerekli görüyordu. Böylece mahlukata karşı sınırsız bir sevgi, güven hissi, doğru değerlendirme alışkanlığı, tutarlı bir disiplin ile kendi şahsiyetini ifade etme hürriyetini insan ilişkilerinde esas tutuyordu.

DİN VE İMAN ANLAYIŞI

Ken’an Rifaiye göre din, ferdin diğer insanlarla ve ferdin vicdanı ile olan münasebetlerini tanzim eden ve kontrol altına alan hayati bir sistemdir.

Ken’an Rifai diyor ki: “Esas itibariyle bütün dinler birdir. İptidai dinlerden tutunuz, İbrahim’den , Musa’dan, İsa’dan, Hz. Muhammed’e kadar bütün dinler mana itibariyle aynıdır. Maksat iç temizliği ve Allah’ı tanımak ve bulmaktır. Din de ilk mektepten üniversiteye gelinceye kadar bir talebenin geçirdiği tekamülü geçirmiş ve İslamiyet’te kemalini bulmuştur.”

Beşer hayatı içinde dinin sosyal ve ferdi olmak üzere iki esaslı fonksiyonu vardır.

1.Sosyal Fonksiyon: Bir taraftan cemiyet menfaatlerini şahıs

menfaatlerini üstünde tutma terbiyesini ferde kazandırmak,diğer taraftan karşılıklı insan münasebetlerini düzenleme imkanlarını sağlamaktır.

2. Ferdi Fonksiyon: Bir insan vücudu memleketinde barış ve huzuru temin edemezse cemiyete karşı barış , huzur ve adaleti temin edemez. Bunun elde edilmesi de nefsin terbiyesinden , ruhun tekamülünden başka bir yolla olamaz. Bu olmadıkça dünyadan rahat ve sükun beklemek beyhude ve abestir. İnsan ancak Allah’la biliş tutup onunla dost olduğu zamandır ki hem kendi için, hem de cemiyet için kazanılmış bir varlık olur.

Bilmeli ki hayatın esası imandır. İmanın ruhu da ameldir. İmanın kemali Allah sevgisidir, amelin kemali halk sevgisidir. Yani esas olarak insan, halkın Hak’tan ayrı olmadığını bilmelidir. Bir kısım insanlar halkı zahir, Hakkı batın görürler. Bir kısım insanlar ise bu kanaatin aksine sahiptir. Üçüncü kısım ki saadet sahipleridir, bunlar, Hakka hitap etseler halka ve halka hitap etseler Hak’la muamele ettiklerini bilirler.

Hulasa, havf ve hüzünden azad olan insanlar Hakkı seven, yani halka şefkat, merhamet, af, hilim ve sabırla muamele eden ve bunun için de kimseyi incitmeyen ve kimseden incinmiyenlerdir.

Kendilerinin Dinin Amel Kısmı ile İlgili Görüşleri:

Ken’an Rifai dinin şekil cihetinin, dinin gayesi değil vasıtası olduğunu ve bu vasıtanın insanı, ahlaki ve bedii değerlere götürme yolunda ve bir ruh disiplini temini bakımından kıymeti olduğunu kabul ediyor.

Kendileri, ibadette manayı esas tutuyor. Ona göre asıl ibadet Allah’ı görür gibi yapılan ibadettir. Asıl secde, tapanla tapılanın birlendiği zaman ki secdedir.

Kelime-i şehadet: Şahidim ki Allah birdir ve Muhammed onun resulüdür demek, bir insanın kendi nefsani muhabbetlerinden soyunup zulmani perdeleri atarak şuhut mertebesine (görerek iman) vasıl olması demektir. Bütün mevcudatın Allah’ın emrine zebun ve mağlup olduğunu görmek, acz, ihtiyaç, fakr ve yokluk içinde olmaktır. Dervişlik de bu manayı hal etmek demektir.

Namaz: Namaz müminin miracıdır. Namaz kılan kimse Besmele-i Şerif’i çekip namaza durunca “Allahü ekber” demekle, İbrahim gibi olan ruh, İsmail gibi olan nefsin şehvet gerdanını katlediyor. İki elini kaldırmakla, iki cihandan geçiyor. Ellerini göğsüne koymakla, kalbini masivadan temizliyor. Peygamber efendimiz “Nur-ı didem namazdır”buyuruyorlar. (Mirac makamı)

Oruç: Oruç tutan samediyet sıfatıyla sıfatlanır.

Orucun üç mertebesi vardır: Biri avamın orucu , yemeden içmeden ve haram olan sair hallerden imsak etmektir.

Havassın , yani olgunlaşmış olanların orucu , el, ayak, göz , kulak ve cümle azasını, günah denilen şeylerden imsak etmek, geri çekmektir.

En üst derecede olanların orucu ise ,dünya zevk ve eğlenceleri içinde yaşarken sadece gönlüyle bütün masivadan perhiz etmek ve cümle heva ve hevesten sıyrılıp Allah’ın muhabbeti lezzetini bulmaktır.

Orucun ve açlığın sır ve hikmeti, şehvet ve nefsin kahrından kurtulmak ve bu suretle ruhaniyet bulmaktır.

Zekat :

Zekat’ın dış manası; mal ve mülkünden Allah’ın emrettiği ölçüde

vermektir.

İç manası ise;

Zenginlerin zekatı fukaraya ihsan etmek, mallarından vermek,

Fakirlerin zekatı da , zenginlere olan ümit ve itimatlarını kalblerinden silmek, yani verecek diye beklememektir.

Aşıkların zekatı , cananın uğrunda canını harcamak, ruhlarını Allah muhabbetine bezletmek, vermek, hep vermektir.

Ariflerin zekatı ise, kendi hallerinden ve ilimlerinden, irfanlarından ehil olana, isteyene, talep edene vermek, muhabbet etmek, aşıkları kendi hallerinden nafakalandırmaktır.

İlmin zekatı , talibine talim etmektir.

Evladın zekatı yetime ihsan,

Evin zekatı misafiri ağırlamak ve itibar etmek,

Sohbetin zekatı dedikodudan kaçmak,

Kuvvetlinin zekatı zayıflara yardım,

Nefsin zekatı , kötü ahlaklardan kurtulmaktır.

Cenab-ı Hak’da: “Zekat veren felah bulur”, (Mü’minun suresi, 1-4. ayet) diyor.

Hac : Dış manası toplu halde Allah’ın aşkını yaşamak ve yaşatmak zevkidir ve bu zevk uğruna türlü eziyetlere katlanmaktır. Kabe’ye gitmek için ihrama bürünürler, yani esvaplarından soyunurlar. Gönül kabesine teveccüh eden aşıklar ise iki cihandan soyunurlar. Onların ihramı budur. Kabe, Sübhan’ın rızası mahallidir. Çünkü oraya Allah’ın rızası için gidilir. Gönül ise Rahman’ın müşahede edildiği yerdir. Hakiki Arafat arif-i billahtır ve onda Hakk’ın cemali seyredilir.

KEN’AN RİFÂÎ’NİN İLİM ANLAYIŞI

Ken’an-er Rifai dinin ilme nazaran geri ve muhafazakar oluşu telakkisi üzerinde ehemmiyetle durup, bu mevhumun derhal düzeltilmesi icap eden en önemli meselelerden biri olduğunu anlatmıştır.

Büyük dinlerin mahiyet ve gayeleri üzerinde kafi derecede bilgi sahibi olmadan ve basit bir iman planı içinde bir takım dogmalara saplanıp kalarak zamanımızın icapları ile at başı giden müsbet bir dünya görüşüne sahip modern insan tipine nasıl varamazsak, din softalığının karşı kutbuna gidip ilim softalığını müdafaa ederek ve insanı bir takım ilmi dogmaların esiri yaparak ikinci bir çıkmaz yola düşülebileceğinden de aynı derecede endişe duyuyordu.

“Eğer mikroskobunun altında küçücük bir zerreyi tetkik eden bir labaratuar adamı, kainatın içinden aldığı bu küçücük nümune karşısında hayretlere düşerek insan bilgisinin mahdutluğunu sezip derin bir tevazu ile tefekküre dalmıyorsa, onun modern ilmin hakiki bir müntesibi olduğundan şüphe edilir” derdi. Ve Hazreti Peygamber’in bildikçe bilmeye doymayan teşnelikle: “Ya Rabbi! Benim hayretimi ziyadeleştir” demiş olmasını bu fikrin bir ifadesi olarak her zaman tekrarlardı.

Böylece terazinin hem ilim hem de din kefesini softaların elinden kurtararak problemi çözmeye çalışıyordu. Kendileri biliyorlardı ki müslümanlık ilim temelleri üzerine inşa edilmiş bir dindir. “Oku!” diye başlayan kitabıyla,

• “İlmi Çin’de bile olsa arayınız”,

• “Alimlerle ülfet ibadet yerine geçer.”,

• “İlim ibadetten üstündür ve dinin nizamıdır.”,

• “ Ümmetimin alimlerini ağırlayınız, çünki onlar yeryüzünün yıldızlarıdır.”,

• “İlim tahsili kadın, erkek bütün müslümanlara farzdır.”,

• “İlim tahsil ediniz, çünki maarif bizim düşmanlarımıza karşı

silahımızdır.”,

• “Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz.”,

• “İbadetin en üstünü , ilim ve kemal istemektir,”

diyen peygamberi ile batıyı dahi engizisyonun taassubundan kurtaran muazzam alimleri ile İslam’ın ilme verdiği değer herkes tarafından malumdur.

Mesela “The Messenger, The Life of Mohammed” isimli kitabında tanınmış İngiliz yazar R.V.C. Bodley, bu meseleyi şu şekilde ele almıştır. “Müslümanlar, diğer dinlere mensup din muhariplerinin yaptıklarını kat’iyen yapmadılar ve işgal ettikleri memleketleri harap etmediler, müslümanlar nereden geçtilerse orada eskisinden çok daha güzel ve mükemmel eserler meydana geldi. Hem de süratle! Bir sağnak gibi harab ettikleri yerleri de kısa zamanda yeşillendiriverdiler.

Peygamber efendimiz diyor ki:

• “ Benim bilgime yeni birşey katmayan güne lanet olsun.” ,

• “ Bir alimin ölümü bir milletin ölümü kadar büyük bir kayıptır.”,

• “Kendini ilme adayan fani, bakidir.”,

• “İlmi dünyaya yaymaktan daha methe değer tasadduk yoktur.”,

• “Cehaletten daha vahşetli fukaralık yoktur.”,

• “ Bir alimi ağırlayan Allah’ı ağırlar.”,

• “ İlim herkesi faydalandırır, takva ise ancak sahibini faydalandırır.”,

• “Alimin uykusu cahilin ibadetinden daha iyidir.”,

• “Cahiller içinde bir alim, ölüler içinde yaşayan bir kimse gibidir.”

Ken’an Rifai, ilmin insanların insandan öte bir varlığa karşı olan iştiyak ve ihtiyacını karşılayamayacağını hesaba katarak, dini, bir ahlaki prensip, ilmi ise bu prensibi tekamül ettirme vasıtası olarak bağdaştırmıştı. O, ne dogmatikler gibi değişmez bir doktrine demir atmış, ne radikaller gibi bir hadiseyi görür görmez hakikatin ta kendisi sanmak gafletine düşmüş, ancak dünyanın tekamülü için lazım olan inşacı ve yaratıcı çalışmaya kıymet verdiğinden, ilmin mütereddid, çekingen, ağır temposunu dikkatle takip etmiştir. “Dün doğru dediklerimize bugün yanlış diyoruz. Yarın da bugünkü neticelerin yanlış ve eksiklerini anlayacağız, esasen tekamül de bunu icap ettirir” diyordu.

Yine diyordu ki: “Fizik aleminin mahiyetini artık geçen asrın anlayışı ile ele almak fikri iflas etmiştir. Bu asrın en asil ve ilim haysiyetine en yakışan hareketi hakikatini anlayamadığı bu fizik kainat karşısında aczini itiraf etmesidir.”

Ken’an Rifai imanlı ilim adamını olduğu kadar, Allahsız ilim adamını da dinlemek suretiyle her meselede rağbet ettiği mukayeseli görüş kapısını daima açık bırakmıştır.

Kendileri şunu da çok iyi anlamıştı ki dini vakıalar da kendilerini anlatmak için ilme muhtaçtır. Bu anlayış ve bilişle O da Hz. Muhammed’in sözüne uyarak: “ Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın, hem dünyayı hem ahireti isteyen yine ilme sarılsın” gerçeğini sık sık tekrarlıyordu.

“Taassuplardan, batıl itikatlardan, dogmalardan ve iptidai fantezilerden temizlenmek için ne kadar ilim gerekli ise, ilmi başarıların içindeki insani hatalardan temizlenmek için de o kadar din, dolayısıyla vicdan gereklidir” diyor. Atom bombasını keşfeden alimler, başta Einstein olduğu halde diyar diyar dolaşıp “atom bombasını kullanmayın” diye milletlere hitap ederlerken, onları tahrik eden iç kuvvetini nereden alıyor?

“Saadetsiz zevk, ilimsiz saadet ve hikmetsiz ilim aradığımız için kalp huzuruna ve saadete sahip olamıyoruz.

Hikmetsiz ilim olmaz, çünkü bütün ilimlerin gayesi Allah’ı bilmektir. Amellerin gayesi ise güzel ahlaktır, buna da insanı din ve iman götürür”.

En geniş ve saf manası ile din anlayışı, en ileri ilim görüşü ile gerçekten anlaşıp kucaklaştıkları zamandır ki insanlık, kardeşlik, dostluk, yardımlaşma esası üzerinde ve emniyetli şartlarda birleşeceklerdir. Bu öyle bir birleşme ki, onu ne mekanik hukuk kanunları, ne rasyonel ilim kanunları, ne de ideolojik propagandalar, yalnız başlarına başaramazlardı.

Nev’i beşerin ideal bir dava üzerinde birleşmesi ancak ve ancak onun en derin samimiyeti içine girmekle mümkündür. İnsan gerçek bir iç hayatının ve şekillerin altında mevcut olan mananın varlığına erdiği zaman eşyanın ve hadiselerin tesirinden kurtularak nisbi bir huzura ve hürriyete vasıl olabilir. Bu huzur ve hürriyetin, sosyal refahla zenginleşip takviye edilmesi lazımdır ve bu da ilmin işidir.

Ken’an Rifai insanları birbirlerine, Allah’a karşı ilmin gerçeklerine ve sevgi esasına dayanan bir dinle zenginleşmiş münasebetler sistemi içinde birleştirmeye çalışıyordu.

Hz. Ali’nin şu sözünü ondan her zaman duyduk: “Kalbin hayatı ilimledir, yaklaşınız. Ölümü ise cehilledir, kaçınız”.

Ken’an Rifai’nin hayatını tetkik ederken görüyoruz ki o sadece nazari bir ilim taraftarı olarak kalmamış, bunu kendi günlük hayatına da fiilen intikal ettirmiştir. Bir talebesi ile konuşurken diyor ki: “ İrşada memur olanlar için sadece manevi ilim kafi değildir. Bir mürşid, bir mürebbi zamanın gidişine, maddi ve manevi hayatına vakıf değilse talebeleri ile nasıl anlaşabilir. Sen bana ben musiki bilirim, diye, musikiden söz açtığın vakit ben sana bu meselenin esasları hakkında hiç değilse umumi olarak bir şey söyleyemezsem hoşuna gider mi?”

Onun yapıcı zekası, herhangi bir taraftan gelecek olan problemlere cevap vere vere bilenmiş bir kılıç gibi parlaklığını, keskinliğini sonuna kadar muhafaza etmiş ve bu zekaya eklenen misilsiz imanı ve kuvvetli bilgisi sayesinde büyük fikir ve ahlak inşası meydana gelmiştir.

NETİCE

Ken’an Rifai, yaşanmış bir asrı, yaşanacak bir asra mal eden ve böylece asırları birbirine bağlayan ve istikbalin hamurunu şahsi deneme ve tecrübeleri mayası ile kıvama getiren bir ulu kişidir ki her insan, bilerek bilmeyerek onun varlığını biraz kendinde duymak, kendi benliğinin bir parçası ile onu bilip, iştirak etmek yolundadır.

Kendileri, her türlü kayıttan azade olan hasbiliği ile, cemiyet safları ortasında ne dünyadan, ne ukbadan bir ecir ve bir karşılık beklemeden savaşmak yolunda hayrete değer bir metanet ve cesaret göstermiştir. Neki bütün hayatı boyunca tek falso vermeden devam eden bu orkestrasyonu temin yolunda gösterdiği sabır, katlandığı müşkilat, karşılaştığı anlayışsızlık, yorucu, ezici, yıpratıcı sebat ve metanet mücadelesi bu kahramanı sonuna kadar adım adım takip etmiştir.

Fakat o bir idealistti; tahammül etti. Tahammül etti, zira insanları seviyordu. Hem öylesine seviyordu ki bütün yaradılış alemini kayıtsız şartsız muhabbeti potası içinde birleştirirken anadan rahim, atadan şefik, dosttan vefalı, kardeş, yoldaş, haldaş ve şefaatçi oluyordu.

Kırmadı, kırılmadı, affı ve gufranı, sebil sebil, bekleyeni olduğu kadar beklemeyeni de geldi buldu.

İşte cins, mezhep, ırk, millet seçmeyen alemşümul aşkı ve imanı ve her kainat zerresi ile mutabakat ve iştiraki böylece onu , kayıtsız şartsız sevilen büyük insan yaptı.

Bu karşılıksız alaka ve muhabbettir ki işte onu dalgalana dalgalana genişleyen bir hayranlar çemberi ile kuşatmıştır. Fakat O, bu akış ve cezbe karşısında da tevazuunu muhafaza edip her zaman nötr, hatta pasif kalmayı tercih ve temin etmiştir.

Böylece, alemşümul dostluk ve muhabbetini formüle eder ve hayatın her köşesine çağlayan bir nehir gibi uzatırken, kayaları parçalayan ağaç kökleri gibi, emsalsiz samimiyeti ile sırasında en katı yürekleri bile yumuşatıp eritmiştir.

O, her devrin geçer akçesi olan gerçek bir kıymetti. Nev’i beşere ileri bir anlayış ufku açarken hem kendi mihveri, hem de güneşin etrafında dönen Arz gibi, ferdi ve içtimai hayatın ruhunu kıl kadar aksatmadan ahenkleştirmiştir.

Ken’an Rifai, bütün yaradılış aleminin mazharlarını kendinde toplamış büyük insandır. Bunun için de en mübarek sıfatla anıldığı gibi, en alelade şekilde de yad edilebilir. Bu onun esma-i hüsna’dan tek ismi dahi kendinden dışarda bırakmasına imkan vermeyen manevi ihata ve kemalinin icabıdır. Meselenin en hoş tarafı da “Beni kimi Ken’an görür, kimi şeytan görür” derken, her ikisinden de aynı derecede zevk almış olmasıdır.

Hakikaten gerçek büyük insanın varlığı, herkesin kendi istidadı çehresini onda seyrettiği rast ve cilalı bir aynadan başka nedir?

Şunu da belirtmek isteriz ki bu söylediklerimiz, söylemek istediklerimizin ne tamamı, ne de tam kandisidir.

İnanıyoruz ki şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da en büyüğünden en küçüğüne kadar iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, hayra, kemale dair herşey, beşeriyete onu müjdeleyecek, ondan bir haber, bir selam getirecektir. İnsanı aşka ve imana götüren her ses, onun bize seslenişidir. İleriye attığımız her adımda O’nu bizimle beraber göreceğiz. Temiz göz yaşlarımızda ve müsterih tebessümlerimizde onun da hissesi vardır. Yeisli anlarımızda beliren ümit ışığı, onun şefkatli nazarı, alnımızda dolaşan el onun şifakar elidir. Her zaman günahlarımızdan mahcup olan O’dur.Her zaman biz pişman oluruz O unutur, biz tekrar ederiz O affeder. Ve onu unuttuğumuz, inkar ettiğimiz, cefa ettiğimiz her devirde başımıza sarılan çileleri gene onun af ve gufrandan ibaret varlığında halleder, hatalarımızdan onun rahmeti deryasında yıkanırız. İnkarda da, ikrarda da olsak, nedametlerle de ağlasak, ilahlar gibi de gurur duysak, zaman değişse, insanlık her hal ü kârın içinde O’nu kendi yanında, yanı başında bulacaktır. Rahmeti, şefkati ve sabrı ile derdimize derman olacak, talebimiz ne yolda ise o suretle tecelli edecektir.

Beşeriyet, bizzat kendinin toplamı ve sembolü olan bu ulular olmasaydı – bütün kalabalığına rağmen- ne kadar yalnız, – bütün varlık ve ihtişamına rağmen- ne kadar yoksul ve fakir kalacaktı.

İnsanlık her yeni günün muhteşem şafağında, O’nun, hayatın içine karışıp yayılmış rahmeti ile şifalandığı nisbette, iman, aşk ve selamete ererek hayatın şuuruna doğru yol alabilecektir. İşte O’nun cemal ve kemal denizi içinden çıkardığımız bu ümit ve imanla susuyoruz.

SOHBETLERİNDEN:

• Bizim yolumuzda iki ilim vardır. Biri ilm-i aciz, biri ilm-i sükut. İnsanın kemali bu ilimleri öğrenmekle hasıl olur. Bu ilimleri öğrenen kimse ulu kimsedir.Mekarim-i ahlakiyeden aranacak başlıca şey, halis niyet ve halis ameldir (ihlas).

• Hizmetkarlarınızı hor ve hakir görmeyin; dön geri borusu çalındığı zaman en arkadakiler en öne geçer.
Maruz kaldığın her hal , iyi veya kötü amalinin neticesi olarak verilmiş hükümlerin icabıdır.
Kalbde huzurunuzu muhafazaya dikkat ediniz, çünki Allah kalbe ve niyete nazar eder.
İş, her umurda Hakk’a acz ve ihtiyacını arzetmekte ve tamamiyle ona muhtaç olmaktadır. İşte bütün taat, ibadet ve riyazatın manası budur. Keza, “La İlahe İllallah” da budur. Acz, ihtiyaç, fakr ve yokluk… “ben yokum sen varsın”.
Ne sen kimseden incin, ne kimse senden incinsin.

MÜSLÜMANLIKTA AHLAK

“Müslümanlığa göre ahlak nedir?” sorusu sorulduğunda, tabiidir ki kaynağımız Kur’an- ı Kerim ve onun getirdiği prensiplerin nasıl yaşanacağını bize, onları bizzat yaşayarak öğreten Hz. Muhammed’in sözleridir. Konunun incelenmesine geçmeden önce Hz. Peygamberin ahlak konusunda söylemiş olduklarına bakmak gerekir. Hz. Muhammed demiştir ki;

• “Din güzel ahlaktır”.

• “Ahlak dinin kabıdır”.

• “Müminin imanda en üstün olanı ahlakı en güzel olanıdır”.

• “İçinizde en çok sevdiklerim ahlakı en güzel olanınızdır”.

• “Tanrı ahlakın temizini sever, bayağılarını sevmez”.

• “Güzel ahlaka yapış; zira ahlakı iyi olanlar, dini bütün olanlardır”.

• “Uğurluluk güzel ahlaktır. Uğursuzluk kötü ahlaktan ibarettir”.

• “Bir kimsenin kalbi diliyle, dili de kalbiyle beraber olmadıkça ve sözü işine aykırı olmaktan kurtulmadıkça, komşusu şerrinden emin olmadıkça, mümin sayılması caiz değildir”.

• “Her şeyin bir tövbesi vardır. Yalnız kötü ahlakı olanın tövbesi yoktur. Zira hiçbir günahtan tövbe etmez ki daha fenasını işlemesin”.

• ”Sirke balı nasıl bozarsa, ahlaksızlık da ameli öylece bozar”.

Şimdi de ahlak konusunu Ken’an Rifai’nin sohbetlerinden incelemeye çalışalım;

Resulullah efendimiz “ Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim. Bunların başı akıldır. Bir parça akıl, bir çok namaz ve oruçtan daha üstündür” buyuruyor. Çünkü akıl, haramla helali, doğru ile yanlışı, küfür ile imanı ayırt eder. Akıl cevher, ötekiler arazdır. Kur’an-ı Kerim’de buyurulduğu gibi “Nefislerini kötülüklerden arıtanlar kurtulur ve selamete erer.”( Şems suresi, 9-10. ayet). Aksine fena ahlaka sahip olanlar, maddi-manevi ilerlemelerden istifade edemeyerek, nefislerini ayıplardan temizlemeyenler şüphesiz helak olur.

Esasen beşeriyetin yaratılışındaki gaye güzel ahlaktır. Ancak Resulullah onu tamamlamak için gönderilmiştir. Dinler esas itibariyle birdir. Maksat içini temizlemek, Allah’ın istediği ahlakı bilmek ve hal etmektir. Önceki dinler bu bilgilerin kazanılmasının safhalarıdır. İslamiyette son tekamülünü bulmuştur.

Beşeriyetin yaratılışındaki gaye güzel ahlak olduğu gibi; güzel ahlaktan aranılan da niyet ve amel selametidir. Ahlak güzelliğinde aranan şey niyet ve amel dürüstlüğüdür. Onun için Peygamber efendimiz “Amel niyetin içinde gizlidir” buyurmuşlardır ve yine “İnsanlar niyetleri üzere haşr olacaklardır” , “ Cenab-ı Hak sizin amellerinize bakmaz, niyetinize ve kalbinize bakar” demiştir.

İnsanlık yalnız iyilik sahibi olmakla tahakkuk etmez zira bazı kimsede iyilik, yapmak isteği bir meşrep, bir alışkanlık halindedir. İyilik yapar fakat kendisinde iyi ahlak ve kalb-i selim yoktur. İçi karmakarışık, bozuk düzen olan kimsenin yaptığı iyilik o işe mahsustur. Öyle ki, bu kimsenin niyeti salim ve hulusu tam değilse kafası kızıp yaptığını da yapacağını da ayak altına alır. Hatta bir zamanlar iyilik ve hayır yaptığı kimseler hakkında hatıra gelmez fenalıklar düşünür ve yapar. Şu halde iyilik sahibi o kimsedir ki, nefsinin yalancı balonu bir iğne teması ile sönüp gitmez.

Güzel ahlaklı olan kimse, insanların en hayırlısıdır. Rivayete göre Hz. Adem yaratıldığı zaman, Cebrail vasıtasıyla Cenab-ı Hak ona üç hediye gönderdi. Biri akıl, biri haya, biri de imandı. Bu üçten birini seçmek gerekiyordu. Hz. Adem aklı seçti. Aralarından aklın ayrıldığını gören haya ve iman, akıl nerede ise biz de oradayız… dediler.

Aklın iman yolunda kullanılışı olan tefekkür için Paskal “İnsanın insanlığı tefekkür iledir ve ahlakın esası de tefekkürdür” derken Hz. Muhammed de “Tefekkür gibi ibadet olmaz”, “ Bir saatlik tefekkür bir senelik ibadetten efdaldir” diyerek aklın , güzel ahlak bakımından ne kadar önemli olduğunu vurgulamışlardır.

Gerek bir ferde gerek bir cemiyete nizam veren, ahlak kanunudur.Buna sahip olmayan bir cemiyet yok olmaya mahkumdur.

Şehvet, hırs, benlik, kibir, garez, gazap… Bunlar yedi başlı ejderha gibidir. Bunun en büyük başı dünya sevgisi yani ona delice ibtiladır. Bu büyük baş koparsa ötekiler kendiliğinden düşer. Dünya sevgisinden kendini çeken kimse kime yalan söyler, kime hased eder, kime gururlanır, niçin hırsa düşer? Dünya zevk ve lezzetlerinin sonunun hüsran ve nedamet olduğunu bilince ne gibi şehvetlere kendini atar? Ama bunlardan kurtulmak kolay değildir. Bunların birini ortadan kaldırmak, Himalaya dağını yerinden oynatmak kadar güçtür.Bunlardan kurtulmak ancak manevi kuvvetler ile sağlanabilir. Hiçbir ahlaki kanun, maneviyatın sağladığı kalp ve ruh birliğini tam olarak temin edemaz. Bu husus tarikat ile gerçekleştirilmiştir. Tarikatın manevi ciheti ruhları ıslah ve kemale sevk etmek ve onlara insanlığı buldurmaktır. Maddi cihet ise insanları birbirine yardım edecek, arka olacak kardeşler haline getirmesidir. Suya atılan taşın hasıl ettiği halka nasıl genişler ise onlar da git gide yardım ellerini cümle aleme uzatır olurlar.

Dervişlikten maksat ahlakımızı tamamlamaktır. Dervişlik kamil insanı bulmakla ve onun rengine boyanmakla olur.

Bilmek değilmiş bulmak

Bulmak değilmiş bilmek

Evliyaya gönül verip

Rengine boyanmakmış

İş tarikate girmekte değil bir gönül sahibinin gönlüne girmektedir. Kişi, mürşidinin karşısında kendi bildiklerini unutup, onun öğrettiklerine gözünü kulağını açmalı, ilmine itiraz etmeyip teslim olumalı ki güzel ahlak kazanılsın. Allah o kulunun kalbine hidayet verir. Kişiyi ilmen bilmek derecesinden aynen yani görerek bilmek derecesine yükseltir. Kulun kalbinde hidayet nuru tecelli eder. İşte o vakit bu kulun kalbi İsa olur. “Gökten İsa indi Mehdi tamam etti zuhur… “denmesinin sebebi budur.

Bu hidayet, bu rahman cezbesi geldiği zaman ruh da ruh-i izafi olup, her ne kadar yaramaz ahlak varsa, ki bunlar deccaldir, katleder. Bunlar gidince de;

“Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile

Hep Hak oldu cümle alem şehr-ü bazar kalmadı…” sırrı zuhur eder. Böylece ruh nefis, nefis de ruh olmuş olur.

Resullullah efendimiz ile başladığımız sözü yine onunla kapatalım…

Hz. Ayşe’den Resullullah’ın ahlakını sormuşlar. Cevap olarak: Siz Kur’an okumuyor musunuz? Resulullah’ın ahlakı Kur’an ahlakıdır , buyurmuş.

Cenab-ı Hak’da Kalem suresi 4. ayette Resulullah efendimiz hakkında

“ Muhakkak ki en yüce, en güzel ahlak üzere yaratıldın” buyuruyor.

Cüz, maşukun sıfatları ile sıfatlanıp, ahlakıyla ahlaklandıktan sonra kendisinde cüzlükten eser kalır mı artık? Hep’likten yani gayrılıktan çıkar. Ona da BİR denir!…

Kenan Rifai Hazretleri

Zamanımızın en büyük İslâm âlimlerinden mutasavvıf şeyh Ken’an Rifâî Hazretleri’ni size tanıtmaya çalışacağım. Onun önderliğini yaptığı iman anlayışı, günümüz insanlığının, bulmakta zorluk çektiği, ancak sosyal barışın sağlayabildiği hoşgörülü ve ahenkli bir yaşam için, bir çözüm getirmiştir. Günümüzde insanlık maddî ve manevî sorunlarla bunalmaktadır. Daha mutlu ve müreffeh bir hayat sürebilmek için, çözüm aramakta ve olaylar karşısında cesareti kırılmakta ümitsizliğe kapılmaktadır. Ben bu ortam ve durum içinde, konumu bir tesadüf eseri seçmedim.

Ken’an Rifâî insan tabiatını çok iyi biliyordu, insanların ve cemiyetlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin barış ve hoşgörü içinde, nasıl olması gerektiğini bilen üstün bir yetenek ve kişiliğe sahipti. Manevî hayatımızı aydınlatacak, ruhumuzu yüceltecek, imanımızı kuvvetlendirecek onun gibi bir öndere karşı özlem günümüzde olduğu kadar hiçbir dönem bu ölçüde hissedilmemiştir. Şayet insanlık kurtuluşa ermek, gerçeği bulmak ve dengeli bir yaşama kavuşmak istiyorsa bütün fanatik (bağnaz) duygulardan arınmış, saf ve temiz, sevgi dolu bir imana sahip olmalıdır. Ortak değerlerin olmadığı sosyal gu­ruplarda, güvensizliği izleyen bir kriz ve çöküş er geç ortaya çıkacaktır. Halbuki insanları birbirine sevdirecek ortak değerlerin (sembollerin) olması birleştirici bir rol oynayacaktır. Dolayısıyla kalıcı bir barışın sağlanması isteniyorsa, erkek ve kadın olarak hep birlikte bizi birbirimize dost ve yakın olmayı mümkün kılacak ortak değerleri aramalıyız.

Ken’an Rifâî Hazretleri’nin sahip olduğu bu değerler, insan cemiyetlerinin ilerlemesi ve huzur içinde yaşamaları gayesine hizmet ediyordu. Bu değerlere bağlı kalan topluluklar kendi yaşam tarzlarını, kurallarını belirler, cemiyet hayatının ilerlemesini, gelişmesi ve devamlılığını sağlarlar. Topluma ışık tutan ve sayıca çok olan bu değerler doğrultusunda, bu eşsiz şahsiyetlerin öngördüğü sistem sıradan insanlar gibi bir hayat sürmek değil, başkalarının örnek olarak alacakları sevgi dolu en ideal bir yaşam tarzı sergilemek idi. İşte Şeyh Ken’an Rifâî’nin gayesi, günümüz insanını böylece karşılıksız bir sevgi seli içinde birleştirmek olmuştur.

Size sunmak istediğim bu kısa biyografi ile sıradan bir yaşam sürmemiş olan, insanlığın geleceğini düşünenler için örnek alınması gereken bir şahsiyeti tanıtacağım. Böylesine saygıdeğer bir şahsı tanıtmak, onun temsil ettiği sosyal kütlenin de bilinmesi anlaşılması ve tanınmasına yardım edecektir.

Ken’an Rifâî kimdi? Yapmak istediği ve misyonu ne idi? Neleri başardı? Şimdi, kısaca bu üç soruyu cevaplamaya çalışacağım.

İlk soruyu yanıtlayabilmek için onun şahsiyetinin üç ana özelliğini bilmek gerekir. Her şeyden önce büyük bir din âlimi, sonra mükemmel bir düşünür ve sonuç olarak da ruhanî bir lider (mürşid) ve rehberdi. Bu üç özellik Ken’an Rifâî’nin şahsiyetinde birleşmiş bulunuyordu. Onu tanımak için şahsiyetinde toplanan bu üç özelliğe bakmak gerekir. Mistik dünyasının görüşlerini ve öğretisini aklıyla birleştirmesi sebebiyle karşımıza yalnız bir din adamı olarak değil, fakat aynı zamanda bir aksiyon adamı ve insanlık şampiyonu olarak çıkar.

Bu büyük adamın biyografisini tanıtırken sadece hayatının kronolojik olaylarını ana hatlarıyla vermek yeterli olmayacaktır. Onun, kişiliğini, gâyesini ve gerçek hayat hikâyesini sunmadan önce , kronolojik olayların gerisindeki etkenleri ve iç faktörleri bilmek gerekir.

Bu büyük adamın, yapmak istedikleri, ahlâkî yönü ve yaptıkları onun iç dünyasından (manevî yönüyle) algılanabilir. Dolayısıyla Ken’an Rifâî’nin hayatını incelerken, ayrıntılara gizlenmiş temel prensiplerin ipuçlarını da gözden kaçırmamalıyız.

Bu yenilikçi ve müstesna şahsın hayatına iç ve dış dünyası olarak iki ayrı açıdan bakabiliriz.

Yaşantısının dıştan görüntüsü: Şöhret olmak istemiyordu. Diğer taraftan tarihe geçmiş efsanevî bir kahraman da değildi. Hali vakti iyi durumda olan tanınmış eski bir aileden geliyordu. Onu 1885 de Galatasaray Sultanîsi’ni bitirirken görüyoruz. Galatasaray Sultanîsi onun devrinin en ileri eğitim kurumlarından biri idi. Bu kurumda o devrin önemli doğu ve batı dilleri öğretiliyordu. Kendisine meslek olarak, iyi bir gelecek vaat eden ve maddî menfaat sağlayacak olan imkânları teperek, kutsal saydığı öğretmenliği seçti. Öğretmenliğe hayatının son günlerine kadar devam etti. Yıllar sonra onun kutsal saydığı bu meslekten emekli olmayı reddettiğine şahit oluyoruz. Sadece bir şair, müzisyen ve harika bir sese sahip olmakla kalmıyor, bir yazar olarak da kendisini kanıtlıyordu. On bir çalışmasından yedisi yayınlanmıştır. Mesleğiyle ilgili olarak bir çok araştırma ve makaleler yazmıştır. Buna rağmen kendisinin şöhret olmak gibi bir isteği yoktu. Aksine gerek sanat ve düşünce alanında ve gerekse öğretim kariyerinde yüksek mevkilere gelmekten kaçındı.

Ken’an Rifâî, hayranlık uyandıran müstesna (seçkin) kişiliğini, çevresindeki insanlardan saklama konusunda kalıtımsal bir yeteneğe sahipti. Yaşadığı devrin sosyal hayatını düşündüğümüzde onun bu konudaki tercih nedenini kolaylıkla bulabiliriz. Dünya görüşünü, fikirlerini ve felsefî düşüncelerini belirtirken, yaşadığı devrin şartları onu her seviyedeki insana hitap edecek şekilde bu bilgilerin dozajını da iyi ayarlamaya mecbur ediyordu. Ayrıca gerçeklerin veya manâlarının, benzetme ve teşbih yoluyla örtülü bir tarzda söylenmesi gerekiyordu. Keşmekeş ve düzensizliğin yaşandığı, yapılan her şeyde yetersizlik ve verimsizliğin kabûl gördüğü o devirde yaratıcı zekâlar ve düşünen kafalar görüş ve düşüncelerinin yanlış anlaşılması yüzünden cezalandırılma endişesi taşıyorlardı. Gerçek kişiliğinin bu şekilde dış çevreden gizlenmesi, onun ruhsal gelişmesini engellememiş ve üstlendiği görevi yerine getirmesinde bir mahzur teşkil etmemiştir.

Onun ruh dünyasını oluşturan iki kuvvetli şahsiyet bulunuyordu. Bunlar; annesi ve mürşidi idi.

Ken’an Rifâî’nin hayatını renklendiren ve ona canlılık kazandıran diğer bir öğe de, annesine karşı hissettiği derûnî bir sevgidir. Annesi Hatice Cenan Hanım da kendisi gibi bir sevgi odağı idi. O da hayatında insanlara hep iyiyi güzeli ve doğruyu gösterdi.

Annesinin konuşmayı anladığı ilk günden itibaren oğluna öğrettiği ve oğlunun ruhsal gelişmesini sağlayan hayat felsefesi: “İnsanları seveceksin, gönlün bitmez tükenmez bir hoşgörü, bağışlama ve sevgi hazinesiyle dolu olmalıdır. Ayrıca insanları sevmenin yanında bütün yaratılmışları da, içinden gelen, aynı bitmez tükenmez sevgiyle sevmelisin. İnsanları sevmenin yanında, onlarla dost olmalı, onlara yakın ve merhametli davranmalı, kendini onlar yerine koyarak başarılarından sevinç duymalı ve başarısızlıklarına da üzülmelisin. Onlarla kendini o şekilde birleştirmelisin ki onların doğumlarına sevinmeli ölümlerine de acı duymalısın. Misyonun, insanlığı herkesçe bilinmesi gereken aynı hedefe yönlendirmek olmalıdır. Bunun da en kestirme, en tesirli ve en güzel yolu sevgi yoludur. İnsanlar için duyulan bu sınırsız sevgi ile insanlık barış ve huzura kavuşabilir. Ancak bu yolla kemâle ulaşılır. Bu âlemden ilahî âleme ulaşabilir, en sonunda da Allah’ı bulabilirsin.

Annesinin tavsiyeleri ve yönlendirmesi sadece teoride kalmıyordu. O, Ken’an Rifâî’nin tüm hayatına şekil vermiş, onun şahsiyetinin teşekkülünde büyük rol oynamıştır. Annesi her devirde hasret duyulan evliyadan biri idi.

Annesinden sonra, Ken’an Rifâî’nin ruh terbiyesinin ve eğitiminin tamamlanmasını, öğretmeni ve Mürşidi Filibeli Ethem Efendi üstlenmiştir. Böylece genç derviş Ken’an Rifâî, genç yaşında manevî dereceler kazanmış, diğer taraftan da tayin edildiği çeşitli okul ve eğitim müdürlüklerinde bulunmuştur. Bu esnada mistik açıdan “savaştan büyük” olarak görülen nefis mücadelesinden de galip çıkmış, genç bir derviş olarak kendi iç dünyasında da barış ve âhenk dolu bir huzura kavuşmuştur. Onun önce kendisiyle sonrada herkesle ve her şeyle barışık olmasını ve yaratılmışla olan ilişkilerindeki barış ve âhengi hiçbir kimse bozamadı. Maarif camiasındaki öğretmenliği ve eğiticiliği yanında saf bir sevgi ateşiyle dolu olarak, iyi huyun ve ahlâkın da en mükemmel bir örneği ve rehberi idi.

Ethem Efendi belki de onu irşat için hususî olarak gönderilmiş veya görevlendirilmiş, fakat gerçek kimliği yalnızca Ken’an Rifâî ve annesine aşikâr olan bir mürşid idi.

Burada birkaç kelime ile mürşid ve müridin ne olduğunu açıklamak gerekir. Mürid ve Mürşid ilişkisinin doğu aleminde kökü, çok eskilere dayanır. Bu ilişkinin nasıl olduğu pek bilinmez. Mürşid, irşat eden hoca, mürid de onun talebesi veya dervişidir. Mürid kendisini hocasına tam anlamıyla teslim eder. Bu teslimiyette talebe geçmişte beslediği tüm düşünce ve inançlarını bırakmalıdır. Mürid daha önce yaşamış olduğu hayat tarzını terk eder, alışkanlıklarını bırakır, tutkularından vazgeçer. Bu tam anlamıyla Mürşidine teslimiyettir, onun buyruklarına itaat etmek gerekir. Zamanımızın sadece kendisini düşünen ferdiyetçi zihniyeti ile bunu kavramak zordur. Çünkü herkes kendi içinde bağımsız bir dünya arzular. Cemiyet içinde mürşidin odaklaşmış bir şahsiyeti vardır. Onun bütün amelleri çevresindekilerle ve kendiyle olan muamele ve ilişkisi müride bir örnek teşkil eder. Mürşid zahirde görünen nefsin arzuladığı cezb edici şeylerle insanları kendisine bağlamaz. Onun sesi de dışardan duyulmaz. O huzuruna gelen kişiyle kalp sesiyle (ruhuyla) konuşur. Müridin kendisini ve Allah’ını bulabilmesi ancak Mürşidinin bu sesini ne derece bir hassaslıkla algıladığına bağlıdır. Kalp gözünün açıklık derecesine göre, Mürşidiyle bağlantı kurar. Aslında Mürşidin şahsî bir kimliği yoktur, benliği terk etmiştir. Bütün güzel ahlâk değerlerini kendinde toplamıştır.

Mürşidi incitmek demek, kendini incitmek demektir. Ona uymamakla insan kendine zarar verir. Diğer bir deyişle mürşid kalbimize ve ruhumuza devamlı olarak hükmeden insan ile özdeşleşmiş bir (prensip) kavramdır.

Ken’an Rifâî ile Mürşidi arasındaki ilişki de yukarıda belirtilen böyle bir anlayış ile izah edilebilir. Aynı ilişki daha sonraki yıllarda kendisi ile müridleri arasında da vardı. Doğuda bu çeşit mürşid ile mürid ilişkisinin kökü eskilere dayanır. Büyük mistik şair Mevlânâ Celaleddin-i Rumî ve onun mürşidi Şemsi Tebrizî, kezâ Fatih Sultan Mehmet ile onun hocası şeyh Akşemseddin’de de bu tip ilişkiyi görürüz.

Mürşid ile mürid kavramlarını açıkladıktan sonra, “Ken’an Rifâî kimdi ve onun yapmak istediği ve misyonu ne idi?” sorusuna dönelim.

Başlarda onun şahsiyetinin üç ana özelliğinden bahsetmiştik. Bunlar; Büyük bir mutasavvıf, düşünür, ve mürebbî oluşu idi. Ken’an Rifâî’nin mistik anlayışının çarpıcı özelliği, kendisini belli bir metafiziksel sistemle sınırlamamış olmasıdır.

O, tasavvufu İmam’ı-Gazalî’nin yaptığı gibi sadece ahlakî prensipler çerçevesinde algılamamıştır. Diğer taraftan da Muhiddin’i Arabî gibi sadece “vahdet-i vücut” ile kendini sınırlamadığı gibi, Mevlânâ da görülen büyük bir şevk içinde trans haline gelme ile de kendini sınırlamamıştır. Öyle istese de olamazdı, çünkü O, devrinin, yirminci yüzyılın adamıydı. Yaşadığı devrin icaplarına göre hareket etmeyi yeğledi. Onun tasavvuf anlayışı bu üç düşünceyi de içine alıyordu.

O bugünün talebelerine düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: “Benim üç adet gözlüğüm var. Bir tanesini yakındaki objeleri görmek için, diğerini uzaktakileri görmek için, üçüncüsünü ise hem yakın hem de uzaktakileri görmek için kullanırım. Üçüncü gözlüğümün camları hem yakın, hem de uzak cisimler içindir. Şayet yakın mesafe gözlüğümü uzaktaki cisimler için kullanırsam başım döner. Eğer uzak mesafe gözlüğümü yakın mesafedekiler için takarsam bu defa cisimler net görünmez.

Fakat üçüncü tip gözlük farklıdır. Hem yakın hem de uzak iyi görünür. Neticede şu sonuca vardım; Sadece bu dünyayı görmek isteyenler, yani bu dünyada mevcut şeylerin şeklini ve cinsini görmek isteyenler, diğer dünyayı göremezler. Diğer taraftan sadece öbür dünyayı görmek isteyenler de bu dünyayı göremezler. Bundan dolayı bir kimsenin ruh gözünün gözlüğü öyle olmalıdır ki dış dünyaya bakan gözü onun ruh dünyasını görmesine engel olmamalıdır. Diğer taraftan ruh dünyasını gören gözü de bu dünyadaki cisimleri net göstermelidir.

Ken’an Rifâî’nin tasavvuf anlayışına göre, insan ruhu manevî kirlerinden temizlenmiş olmalıdır. Ancak bu durumda insan, diğer yaratılmışlarla olan ilişkisini, kâinattaki kendi yerini daha iyi idrak eder, gerçekle yüz yüze gelir. Bu gerçekle olan temas gerçeği bilmemize ve bulmamıza yardımcı olur. Bu, insanla başlayan ve insanda tam anlamıyla kemâle eren bir idrak ve düşünceler zinciri ve kendi içinde (bizatihi) yaşanan bir hayat tecrübesidir. Tasavvuf dinle devamlı bir aradadır, çünkü din, tasavvufun açıklamaları, tercüme ve yardımına muhtaçtır. Mutasavvıf da tasavvuf anlayışının ışığında hayatını, her şey ve herkesle âhenkli bir denge kurarak, sevginin de kâinatın en lüzumlu bir gerçeği olduğunun bilinci içinde sürdürür.

Ken’an Rifâî tasavvufun tarifini yapmaktan kaçınmıştır. Fakat O, gerçek bir mutasavvıf idi ve gerçek ve mükemmel bir mutasavvıf olarak yaşadı.

Onun gözünde kâinat insanla bir mânâ kazanmıştır. Mevlânâ’nın dediği gibi; “Allah’ın evi (Kâbe), Allah’ın evi olalı beri Allah onun içinde yaşamıyor, fakat benim kalbimin köşkünde, Allah’dan başka hiçbir şey yaşamaz.” Tasavvuf, bu gerçeği sadece idrak etmekle bilinmez, bunu hayata tatbik etmekle, bizzat bu olguyu yaşamakla bilinir.

Ken’an Rifâî, insanları, diğer varlıkları ve bütün yaratılmışları birlik içinde bir çokluk, fakat aynı zamanda kaynağı aynı olan bir bütünün parçaları olarak görmüştür. Birlik içinde tek bir kütle gibidirler. Bu yaratılmışların her biri farklı özellik taşımasına rağmen, bu bütün içinde ayrı ayrı fonksiyonları vardır, fakat bütünü tamamlayan bir birlik içindedirler. Böylece kâinatın düzeninin korunması ve devamında her birinin hayatî önemi vardır. Bütünü teşkil eden bütün varlıklar ve yaratılmışlar, bu düzen içinde farklı görevlerinden ve gayelerinden dolayı evrensel bir senfoni oluştururlar. Her bir atom farklı yapı, şekil ve yönlerinden dolayı bu değişmeyen düzen içinde yerini alır. Yaratılan her varlığın fonksiyonu, gerçekte bu senfoninin gâyesidir. Kendisini ve her varlığı tevhid kanununun bir âleti ve manâsı olarak görmüştür. Ken’an Rifâî bu tevhid (birlik) prensibine bağlı kaldı. Bu prensibi şuurlu bir şekilde kendi hayatına tatbik etti. Böylece, yaşayarak bu gerçeğin ortaya çıkması için aktif olarak hizmet etmiştir.

Şimdi onu şu konuşmayı yaparken duyuyoruz: Bir gün talebelerinden birisi kendisine şu soruyu sordu “Tasavvuf nedir?” Bu soruya verdiği mânidar cevap şu oldu: “Kimseyi incitmemek ve kimse tarafından da incinmemektir.” Bu kısa cevap talebeyi ilk anda memnun etmedi. Fakat Mürşidi bu tanımlamada ısrar ederek, “İyice düşün. Yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkiye esas olan prensip yani bütün felsefe, bu cümlenin mânâsında gizlidir.” dedikten sonra ilâve olarak şu açıklamayı yaptı: “Allah’ın gizli ve aşikâr bir şekilde olmasını istediği bütün işler, iyi ameller, söz, ve mânânın insanda tecelli ettiğini biliniz. Böylece, Allah’ın rahmeti, iyiliği, merhameti, diğer taraftan azâbı ve gazabı insana yine insan vasıtasıyla gelir. Bundan dolayı bütün ilişkilerinizde başkaları ile değil, aslında Allah ile ilişkide bulunuyorsunuz. Bu gerçeği bildiğinizde kimi incitebilir ve kimin tarafından incinebilirsiniz? Biz, Allah’ın gizli ve aşikâr olarak yapmak istediği işlere bir vasıta oluruz. Bir çok defa insan Allah’ın bu işlerini kendi yaptı sanır. Halbuki bu işler bize geçici ve emanet olarak verilmiştir. Bundan dolayı peygamberimiz Hazreti Muhammed Hadis-i şeriflerinde: “Kendini bilen kişi, Allah’ını da bilir”, demiş ve bunu bir prensip olarak öğretmiştir.

Ken’an Rifâî, bu dünyadaki bütün ilişkilerinin Allah’la olduğunu biliyordu. O her şeyi, Allah’ın açıkça bir tecellisi ve zuhuru olarak gördüğü için seviyor ve derin bir saygı duyuyordu. Üzerinde durulacak olan ana konunun, sevgi olduğu inancındaydı. Böyle bir anlayışla Allah sevgisini soyut bir kavram olmaktan çıkarmış onu yaratılmışlara ve dünyaya tatbik ederek (uygulayarak), görünen somut bir kavram haline dönüştürmüştür. Diğer bir deyişle, aslında O, sevgi birliğini idrak etmiştir. O’na göre yaratan ile yaratılmışlar ayrılamaz bir bütün (birlik) teşkil ederler. Tekrar onu, şu şekilde konuşurken buluyoruz: “Hayatın temelinin Allah inancı, inanmanın temelinin ise güzel ahlâk olduğunu iyi bilmeliyiz. İnanmanın kemâli (en iyi derecesi) Allah sevgisi, güzel ahlakın da kemâli yaratılanları sevmektir. Bu temelde herkes tarafından bilinmesi gereken yaratılmışların yaratandan ayrı olmadığı gerçeğidir. Bazıları yaratılmışları yaratandan ayrı görür, yani yaratılmışları yaratanın dışında bir âlem yaratanı da içeri bir âlem olarak görür. Diğerleri ise tamamen zıt bir görüş ileri sürerler. Daha şanslı olan üçüncü sınıf ise insanla konuştukları zaman Allah’la ilişkide olduklarının şuurundadırlar. Kısacası Allah’ı seven bu sınıf insanlar hiçbir zaman korku ve üzüntü taşımazlar. Dolayısıyla insanlara karşı merhametli, sabırlı, affedici olur, onlara sevgi ve muhabbetle davranırlar.

O, bu anlayışla, sevgi kavramını tasavvuf felsefesi ile öğreticiliğinin temel prensibi olarak ele almıştır.

O’nun mutasavvıf kişiliğini genel hatlarıyla belirttikten sonra şimdi de Ken’an Rifâî’nin kâmil yönü üzerinde duralım.

İnsanın insan olarak kalabilmesinin yolu, ve gerçeği idrak etmeye başlayabilmesi için, sonsuz hayata, yani ruhun ölmezliğine, kısacası “ahiret günü” gerçeğine inanmalı, benlik iddiasında bulunmamalı ve kendisini “tevhid” (birlik) prensibinden ayrı görmemelidir.

Ken’an Rifâî de doğunun diğer eski çağlardaki düşünürleri gibi bütün hayatı boyunca bu tevhid ve ebedî hayat fikirlerinin savunucusu oldu. Fikirlerin sadece teoride kalmayıp gerçek hayata da yansıtılması gerekliliği doğunun karakteristik özelliklerindendir. Doğu, öğretilen her prensibin gerçek hayata tatbikini de görmek ister. Kişi bağlı kaldığı prensiplere, insanların kafasında hiçbir soru bırakmadan, yaşantısında da sadakatle uymalıdır. “Ebedî hayata ve tevhîde inanınız” diyen birisine Doğu insanı, “Bunu söylüyorsanız, nasıl yapıldığını da gerçek hayatta gösteriniz!” diyecektir.

Bu çarpıcı gerçeği idrak ettiğinden dolayı Ken’an Rifâî inandığı bu iki prensip ile mükemmel bir uyum içinde yaşamıştır. Bu şekilde, içinde yaşadığı cemiyetin değer yargılarına bazı ahlâkî kurallar sokmayı başardı. Bu kurallar içinde sorumluluk duyarak insanları sevmiş ve korumuş, bunu devamlı olarak hayatına tatbik etmiştir. Bütün bu değer yargılarını içine sindirerek, şahsiyetinin bir parçası haline getiren Ken’an Rifâî’nin bunlarla dolu ve uyumlu, sağlıklı bir yaşam sürdüğünü görüyoruz.

Onun aklı, merkezi iyi ahlâk ve bilgi olan bir nokta etrafında dolaşmaktadır. Buradaki bilgi, bütün bilgilerin temeli olan ve bütün bilgilerin ondan zuhur ettiği Allah’ı bilmektir. Bu da yukarda belirttiğimiz gibi ebedî hayat fikrine dayan­maktadır. Halbuki iyi ahlâk, hayatın temel kuralları ve “birlik” (tevhid) anlayışıyla uyum içinde, sosyal bünye için faydalı olduğu kadar, yapan içinde faydalı, vicdanımıza danışarak yaptığımız iyi işlerdir.

Ken’an Rifâî çağımızın sayısız problem, sıkıntı ve krizlerini düşünerek kendine şu soruyu sormaktadır: “Bu dünyanın sorunu nedir? İnsanlık büyük gayret, emek ve zaman harcayarak inşa ettiği kültür hazinesiyle dolu gelişmiş şehirleri yıkıyor, tahrip ediyor. Bir anda binlerce ev yok oluyor, kuvvetli zayıfı ezip zulüm yapıyor.

Benim düşünceme göre bütün bunların sebebi, bilgiden mahrum olmamız ve zevkler peşinde koşmamızdan kaynaklanmaktadır. İnsanlar devamlı olarak sonuçta kendilerine mutluluk verecek olan zevkler peşinde koşarlar. Bu, bilgiden mahrum bir mutluluk ile akıldan yoksun bir bilgidir. Bu yüzden gerçek mutluluğa ve huzura kavuşamayız. Doğru düşünen akıldan mahrum hiçbir bilgi olamaz. İyi işlerin (amellerin) gayesi iyi ahlâklı olmak, ve bütün bilgilerin gayesi de Allah’ı bilmektir.”

İyi ahlâk ve iyi amellerden bahsedilince Ken’an Rifâî Hazretleri’nin üçüncü temel karakteristik özelliğine bakmamız gerekir. Bir mürşid olarak Ken’an Rifâî Hazretleri insanın kendisiyle, diğer insanlarla ve Allah’la olan ilişkisini yukarıda belirtilen bir akıl (Allah’ı bilen bir akıl) temeli üzerine oturtmak istedi. Bunun öğretilmesinde de din ve inancın öğelerini kullandı. Ona göre gerçek inanç sahibi yani inanan bir mümin, kendisine her zaman güvenilen, toplum için emin bir kişidir.

Evrensel insanlığın sınırlarının bulunmaması ve herhangi bir dînî ahkâm veya milliyet ile sınırlandırılamaması sebebiyle, bir kimsenin gerçekten güvenebileceği tek şey, gerçek inanç sahibi ve bu inancında da samimi olan bir insandır. Bundan dolayı Ken’an Rifâî dini daima insanın manevî (iç) dünyasının ve huyunun oluşması ve gelişmesinde bir otorite olarak görmüştür. O, birçoklarını ümitsizlik kuyusunun derinliklerinde, bazılarını kararsızlık vadisinde yeis içinde, ve birçoklarını da imânın azalmasına yol açan şüphe içinde buldu.

Bir Mürşid olarak müridlerine şu nasihati verdi ve yerine getirilmesini istedi: “Hepiniz, her şeyden önce kendi kendinizle dost olmalısınız. Kendisiyle barışık olan bir insan, dünya ile de barışıktır. İşte gerçek hürriyet budur!” Bu olguya da insan kendisini bağımsız biri olarak değil fakat bütünün (kitlenin) bir parçası olarak idrak etmekle ulaşır. Bu da insanın, olayların kendi tercihinin sonucu olarak olmadığını, bir kader neticesi olarak meydana geldiğini, “olacaktı, oldu” düşüncesini kabûl etmesini bilmesi demektir. Yani kadere inanmaktır. O bunu bütünün iyiliği için yapacaktır. “Kendi egonuzu (nefsinizi) geri plana çekiniz.” Bu da nefsi yani egoyu, kabûl gören ortak değer yargılarıyla, her an kontrol altında tutmakla sağlanır. Bütünün menfaati için fedakârlık, nefsimizi köreltmek, zorluğa ve açlığa tâlip olmayı gerektirir. O, gerçek hürriyetin nefsin bağlarından kurtulmak olduğunu söyler. Hiç kimse ben hürüm demekle hür olamaz. Örneğin, sigara içme arzusunu dahi frenle­yemeyen, bağlı olduğu alışkanlıklarından bile kurtulamayan birisi kendini hür sayamaz. Gerçek hür insan iştahının, arzu ve iç güdülerinin kölesi değil fakat onların efendisi olandır. Yukarıdaki prensipten gaflette bulunmayıp “devamlı uyanık halde” olmak fikri üzerinde de durmak gerekir. Ken’an Rifâî Hazretleri devamlı olarak Müridlerine, bu fikri hayatlarına da tatbik etmelerini önermiştir. O etrafındakileri her fırsatta uyanık olmaları için uyardı. İşte bunun küçük bir ö rneği:

Bir gün müridleriyle otururken masanın üstünde duran eski bir gümüş vazoyu göstererek, “Bu vazo gümüşten midir?” diye sordu. Sahibi, “evet gümüştendir” dedi. Ken’an Rifâî de “Bu vazoyu cilalasan parlayacak ve gümüş olduğu belli olacaktır”, diyerek yanıtladı. Sahibi ise mahcup bir şekilde, “Bu vazo her an kullanılıyor, bu nedenle parlak tutmak zor oluyor”, dedi. O zaman Mürşidin dilinden şu güzel sözler dökülüverdi; “Nefsine ve arzularına mağlup olan kişilerin kalpleri de aslında, parlak mücevherler gibidir. Fakat ihmâl, onların kalplerinin bu vazo gibi kararmasına sebep olur.”

Dolayısıyla, kararmış ve katı bir kalbe sahip olan kişi, diğer taraftan Allah’ın tecelligâhı (göründüğü yer) olan ruha ve peygamberin vekîli sayılacak bir akla da sahip bulunduğundan, kendi ruhuyla ve aklıyla çelişkiye düşerek, daha derinde Allah ve peygamberle savaş içindedir. Savaş içinde olan böyle bir insanın ne durumda bulunduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Birisinin vücudunu suyla temizlediği gibi bu gümüş vazoyu da bir parça kimyasal madde ile temizlemek mümkündür. Fakat kalbin ve ruhun temizlenmesi ancak onu, bütün kötü düşünce ve amellerden temizlemekle, ve Allah’ın varlığından başka hiçbir varlık görmemek ve bilmemekle mümkündür.

Başka bir yerde de Mürid ile Mürşidi arasında şöyle bir diyalog geçti: Müridi, “Efendim dünya çok kötü!”, dedi. Buna Mürşidi: “Sen iyi olmaya bak!” diye cevap verdi. “Bu kötülüklerin ortasında iyi olmanın ne faydası olur ki?” diye müridi cevap verince, Ken’an Rifâî şöyle yanıtladı; “Başkalarının kötülüklerini düşünmekten size ne? Kendin iyi insan ol! Şeytan sizin sınırlarınızı aşabildi mi? Yoksa siz onun etkisinde kalıp, O da size kötülüklerini bulaştırdı mı? Şayet şeytan size dokunamadıysa onu mağlup olmuş kabul ediniz.” Ken’an Rifâî Hazretleri’nin prensiplerini ihmal etmemek ve unutmamak gerekir. Eğer unutulursa, bir gün uğrayacağımız musibetlerle onu tekrar hatırlamak kaçınılmaz olacaktır. Bu sebeple gerek bu dünyadaki yaşantımızda ve gerekse âhiret hayatımızda temel olması gereken bu prensiplere sadık kalmalıyız.

Bir kimsenin kendi kendisiyle dost olmasının mânâsı da şudur: Şayet bir kimsenin kendi kendisiyle barışık olmasını sağlarsanız onu insanlığa kazandırdığınız gibi, kendisine de faydalı kılmış olursunuz. İnsanların diğer insanlarla olan ilişkilerinde, Ken’an Rifâî başkaları için iyi temennilerde bulun­mayı, samimi ve sadık olmayı, hiçbir zaman bencil olunmaması gerektiğini vurgular. Onun kendi şahsiyetinde de bu değerler o kadar belirgin bir şekilde yer etmişti ki, sadece ona bakmakla insan, ondaki bu değerleri hissederdi.

O, “İçinde Allah’ın tecelli ettiği bir ruh taşıyan (Kalbinde Allah sevgisi olan) ve bizi kaldırmak için yardım elini uzatan her insanın, sadık ve güvenilir bir dost olduğunu” söyler. Bu nedenle, “Yaratılmışlara gösterilen sevgi, saygı ve sadakat, Allah’a gösterilmiş gibidir”. Bir sohbet esnasında, müridlerinden birisi “Bu yaptıklarımdan dolayı beni herkes sorumlu tutarsa?” diye sorunca Ken’an Rifâî ona şu yanıtı verdi; “Bizim için herkes yoktur? Biz yaptıklarımızı Allah için ve onun rızasını kazanmak için yaparız. Vicdanınıza danışın, yaptıklarınızdan vicdanınız rahatsa, ve siz sorumlu değilseniz, başkalarının ne düşündüğünden korkmayınız. Vicdanınızın rahat olması sizin için yeterlidir.”

Hayatı boyunca Kenan Rifâî insanların devamlı birbirleriyle savaştığını görerek bu gerçek yüzünden çok üzülmüştür. İkinci dünya savaşı esnasında bir akşam, çeşitli radyo haberlerini duyduktan sonra şuna dikkati çekmiş ve şöyle demiştir: ” Kur’an insanlara, insanları (insanlığı) seviniz diyor, ve onlara sevgiyle, iyilikle, ve adaletle muamelede bulunmamızı öğütlüyor, kezâ Peygamberler de bütün insanlığın bir büyük aile olduğunu onları kırmadan davrananların, onları incitmeyenlerin ve onlara faydalı işler yapanların Allah katında makbûl olduğunu duyuruyorlar. Fakat maalesef şimdi radyomu açıp, herhangi bir istasyonu dinlediğimde, devletlerin diğer düşman ülkelerine yaptıkları taarruzlarını ve onlara verdirdikleri büyük kayıpları, zararları ve yakıp yıkmalarını duyuyorum. Onlar bu arada kendilerinin hiç bir zayiatları olmadığını, hiç bir zarara uğramadıklarını abartarak söylüyorlar. Yirminci yüzyılda insanlık adına, ne kadar üzücü bir hadise. Kendi kendime düşünürken, gündüz vakti elinde bir lamba tutarak dolaşan Diyojen aklıma geldi. Ona niçin bu şekilde yapıyorsun dediklerinde, namuslu bir adam aradığını söylemiş. Keza Sokrat etrafında toplanıp, adil karar verdiklerini söyleyen topluluğa hitaben, “Eğer doğru ve âdil olduğunuza inanıyorsanız aranızdaki bu anlaşmazlık ve münakaşa neden?”, diye sormuş. O zamandan bu zamana büyük devirler geçti. Bu büyük insanlar bu ilerlemiş ve gelişmiş çağda dünyaya gelselerdi, bu konuşmalar için ne söyleyeceklerdi veya kaçmak mı isterlerdi? Merak ediyorum. Bugünün şartlarına baktığımızda insan kendine şu soruyu sormadan edemiyor. “Dost diyebileceğimiz birisi gerçekten var mıdır? Yoksa eğer, dost kimdir?”

Kenan Rifâî, bu soruya şu manidar cevabı veriyor, “Gerçek dost Allah’dır ve her kim, bu gerçeği bilirse Allah da onun dostudur.”

Netice olarak insanın Allah’la olan ilişkisi bu temel gerçek üzerine kurulmuştur. Ken’an Rifâî şöyle der: “Bütün akılların üstünde Allah sevgisi yatar ve Allah sevgisi de ancak herbirinin içinde kendi esmasının tecelli ettiği yarattıklarını sevmekle mümkündür.” Bu şekilde, bu büyük insan Allah sevgisini soyut bir kavramdan çıkararak somutlaştırmış, ona bir kimlik kazandırmıştır. Bunu da şu şekilde ifade etmiştir; “Değişik sûretlerde görünen her fert bizim insan şeklinde bir kardeşimizdir.”

Bu prensipten hareket ederek, O, korku fikrini, sevgi ve inanca, din kavramını da affedicilik ile hoşgörüye dönüştürmüştür.

Bu esas, bütün dinler tarafından üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Tefekkür ufkunun genişlediği çağımızın modern dünyasında, fanatik duygularla bezenmiş bağnazlığı ve doğmaları insanlara kabul ettiremeyiz. Ayrıca zorla ve tehditle de herhangi bir fikri empoze edemeyiz.

Ancak insanlara hepsinin aynı evrende yaratılmış olduklarını hatırlatıp, onların birbirleriyle barışmasını sağlamalıyız. Bunu da samimi ve en olgunlaşmış bir sevgi ahlâkı ile başarabiliriz. Bu çeşit bir anlayışın oluşması için Ken’an Rifâî her fırsatı değerlendirdi ve taassuba şiddetle karşı çıktı. Bilgi ve ilimle açıklanamayan dar, dogmatik inançlara karşıydı. İnsanların hatalarını ve kusurlarını, eli, dili gözü ve kalbinden gelen sevgi ve inançla tedavi etmek ve düzeltmek için büyük gayret sarf edip çabalardı. Bunu yaparken aşırı sertliğe, kırıcılığa, hoşgörüsüzlüğe ve saldırgan fanatizme sebep olmaktan kaçınmıştır. Onun yaşadığı devir ve ülke göz önüne alındığında taassup özel bir önem taşır. İslâm’ın, birçok ilerletici reformları engellemek için politik bir alet olarak kullanıldığı o devirde, Osmanlı İmparatorluğu da çökmeye başlamış bulunuyordu. Bu şaşkınlık ve karışıklığın hüküm sürdüğü bir devirde, güç şartlar içinde, Ken’an Rifâî, kör bir taassuba bağlı olan topluluklara karşı prensiplerini tek başına savundu. İslâmî prensiplerin hiçbir ilerleme fikrine veya medeniyetin gelişmesi için yapılan hiçbir harekete engel olmadığını açık bir şekilde duyurdu. İnsanlığın refahına hizmet eden her hareketin, İslâm’ın prensipleriyle uyum içinde olduğunu, ilân etti.

Caminin minberinden cemaate vaaz veren bir hocanın şu sözlerini sık sık naklederek, şu ilginç hadiseyi anlatırdı: İnsanları cehennem ateşiyle korkutup, bağırarak cemaatin kalplerine korku veren bir vaiz, “bilginizi nasıl kullandınız? paranızı hayır için harcadınız mı? Allah’a olan ibadetinizi yerine getirdiniz mi, oruç tuttunuz mu? diye, öldükten sonra Allah size birçok sual soracak ve eğer bu sorulara cevap veremezseniz çok işkenceler göreceksiniz”. Vaizin konuşmasını dinleyen bir derviş ona şu cevabı verdi “Hoca, Hoca Allah şu sizin söylediğiniz bir yığın soruyu insana sormaz”. O sadece bir soru sorar bu da; “Ben seninleydim, peki sen kiminleydin?”

Ken’an Rifâî Hazretleri için her nefeste Allah’la olmak, onunla yaşamak onun tek amacı idi. Hayatlarını devamlı ibadetle geçirenlere karşı çok derin saygısı olmakla beraber “Devamlı ibadet etmek güzel şeydir. Fakat bu ibadet de vücuda bağlı olarak yapılır. Gerçek ibadet kalple yapılandır. Yani her zaman Allah’a açık bir kalp taşımaktır”. Diğer bir sohbette ise, “Bir anlık yokluğunuzu yansıtmak, benliğinizle bütün sene ibadet etmekten daha hayırlıdır.” dedi.

Gerçekten, Ken’an Rifâî ve onun irşad ettiği müridleri bütün İslâmî emirlere harfiyen uydular ve İslâmî kuralların icaplarını (farzlarını) yerine getirdiler.

www.cemalnur.org’dan alınmıştır.